Goodbye Again – Anatole Litvak (1961)

goodbye-again“Bu sabah bir kadınla tanıştım: Sıcak, neşeli ve üzgün. Gözlerinde derin bir hüzün var”

40 yaşında dul bir Amerikalı kadın, kendisi gibi dul olan Fransız sevgilisi ve kadının hayatına giren 24 yaşında Amerikalı bir gencin Paris’te geçen hikâyesi.

Fransız yazar Françoise Sagan’ın “Aimez-Vous Brahms?” adlı romanından uyarlanan bir ABD – Fransa ortak yapımı. Senaryosu Samuel A. Taylor tarafından yazılan ve yönetmenliğini Anatole Litvak’ın üstlendiği filmde Ingrid Bergman, Yves Montand ve Anthony Perkins gibi üç güçlü oyuncu üstlenmişler başrolleri; karizmaları ve başarılı oyunculukları ile de filme damgalarını vurmuşlar. Sagan’ın romanında da olduğu gibi baş karakterlerden ikisi Amerikalı olsa da film hikâyesi ve atmosferi ile aslında bir “Fransız” olması ile öne çıkıyor ki bu çelişkili durum filmin kimi zayıflıklarının da açıklayıcısı aynı zamanda. Klasik sinemanın zaman zaman melodrama kayan romantik dramlarından biri olarak özellikle bu tür filmlerden hoşlananların kesinlikle görmesi gereken bir çalışma bu ve sinemanın asıl olarak odağına insanları alan bir hikâye anlattığında nasıl çekici olabileceğinin de kanıtı. Georges Auric imzalı çekici romantik müziğinin yanısıra Brahms’ın 3 ve 4 numaralı senfonilerinden de yararlanan filmin romandan kaynaklanan kadın bakışı da ayrıca önemli.

Evet, hikâyenin iki önemli karakteri Amerikalı ve yönetmen Hollywood dönemi öncesinde Avrupa’da da çalışmış olan ama temelde klasik Amerikan sinemasının önemli isimlerinden biri olarak tanınan Anatole Litvak olsa da bu film kesinlikle bir Fransız filmi. Hikâyesinin içeriği, kadının hikâyenin odak noktasındaki yeri ve Time dergisindeki eleştiride belirtildiği gibi “restoranlarda ve araba içinde geçen tüm sahneleri” filme tam bir Fransız atmosferi katıyor. Hatta finalde kadının ve ona aşık olan genç adamın “kaybedenler” tarafında, adamın ise “kazananlar” tarafında olmasını da onun “kendi evinde” oynamasına bağlamak mümkün. Bu siyah-beyaz klasik özellikle Paris’i orada yaşayanları ile birlikte 1960’ların “caz” havasına uygun bir biçimde kullanıyor ve ortalama bir Amerikan filminde karşımıza çıkacak ve rahatsız edecek bir durumdan da ustalıkla sakınıyor: Film Paris’e bir turist gözü ile bakmıyor onca dış sahnesine rağmen ve hikâyesini bu bağlamda bakınca yerel bir gözden anlatıyor bize. Anthony Perkins’in sevgilisi ile buluşma zamanını beklerken arabası ile Paris’te dolanıp durduğu sahne örneğin, asla Paris bulvarlarında gezintiye çıkarmıyor bizi; sadece bu karakterin mutlu ve coşkulu çocuksuluğuna ortak ediyor bizi ve şehirin herhangi bir öğesini vurgulamadan onunla birlikte başıboş bir tatlı serseri gibi dolaştırıyor bizi sadece. Bu açıdan filmin düzeyini yükselten bir doğru tercihte bulunmuş görünen filmin temel kusuru (belki de eksikliği demek daha doğru) filmin mizansenine sızmış olan Amerikan havası. Anatole Litvak kimi sahnelerde gösterdiği uçarı havayı tüm filme yay(a)mamış ve bu nedenle bir fırsatı da kaçırmış aslında. Yukarıda sözü edilen araba ile dolaşma sahnesinden kadının sevgilisi ile ilk tartıştığı sahneye kadar kimi örnekleri olan bu farklı hava filme bir Fransız veya daha genel söylersek bir Avrupalı yönetmenin katabileceği kadar çok olmamış ne yazık ki. Filmin kimi sahneleri tam da bu nedenle gereğinden fazla Amerikalı atmosferi ile yeterince güçlü olamamış görünüyor.

Kadın ve adam beş yıldır birliktedir ve kadın adamın tüm çapkınlıklarının da farkındadır; evlenmeyi beklemediğini söylese de sevdiği bu adamla ilişkisinin kalıcı olmasını arzu etmektedir aslında. İşte bu sırada karşısına çıkan bir başka adam gençliği, enerjisi, sevecenliği, tutkusu ve gösterdiği ilgi ile onu kendisine çekmeyi başarır. Adamın çapkınlıkları sessizce sineye çekilirken, kadının bu ilişkisinin üç karakterin de hayatını tümden etkilemesi ve kadının kendinden genç bir erkekle birlikte olmasının dedikodulara neden olması toplumun ikiyüzlülüğünü gösteriyor bize ve bu açıdan bakınca da kadının -ne yazık ki- gerçekçi finaline rağmen bu sona kadarki tutumu ve kararları açısından bir feminist yanı olduğunu da söylemek mümkün hikâyenin. Litvak, Yves Montand’ın karakterinin kadınlara düşkünlüğünü ve bu konudaki rahatlığını daha ilk sahneden başlayarak tüm film boyunca gösteriyor bize özellikle ve bununla erkek ile kadının ilişkiler konusunda nasıl farklı kalıplarla değerlendirildiğini vurguluyor. Kadının genç sevgilisi sorumluluk almaktan, çalışmaktan hoşlanmayan ve yaşına göre bile büyümemiş görünen bir karakter ve hikâyedeki yeri sanki daha çok kadının kendisini sorgulamasına yarıyor gibi. Genç adamın kadına söyledikleri (“Sevmek? Ben de annemi seviyorum, eski arabamı, bakıcımı… Onu sevdiğini söylüyorsun ama yalnızsın, pazar günlerini yalnız geçiriyorsun, yalnız yemek yiyorsun.. hangi sıklıkta yalnız uyuyorsun?”) kadını harekete geçiriyor bir bakıma ama kadının gücünün önyargılara ve alışkanlıklara karşı ne kadar dayanıklı olacağı konusunda da bizde alttan alta hep bir kuşku uyandırmayı başarıyor senaryo. Film açılışına çok benzeyen bir kapanış ile sonlanırken kadının yazgısının onun bireysel hikâyesi olmaktan çok tüm kadınlara ait olduğunu söylüyor bize.

Ve üç yıldız, üç güçlü oyuncu. Montand oldukça sade ama doğal ve gerçekçi bir oyunla canlandırmış karakterini. Bergman ise hikâyenin onun etrafında dönmesini sağlayan senaryonun da yardımı ile mutluluktan hüzne kuşkudan coşkuya gidip gelen kadını çarpıcı bir güçle getirmiş karşımıza ve klasik oyunculuğun kimi zaman ne muhteşem olduğunu hatırlatıyor bir kez daha. Filmin oyunculuk açısından öne çıkan ismi ise sanki Anthony Perkins olmuş: Aslında zor bir rol ve oyuncunun bir önceki rolünün Alfred Hitchcock’un “Psycho – Sapık” filmindeki “sapık” olduğunu düşünürsek buradaki çocuksuluğa bu derece rahat bürünebilmiş olması gerçekten şaşırtıyor seyredeni. Litvak’ın keşke bir parça daha uzun tutsaydı demekten kendinizi alamayacağınız “yağmur altında bekleme” sahnesi Perkins’in yüz ifadesi ile çok daha güçlü olmuş kesinlikle. Küsen, hüzünden bir anda çılgın bir coşkuya geçen “manik depresif” karakterin ruh haline o denli başarı ile girmiş ki Perkins, kendisine “aşık ediyor” seyredeni ve yanına çekiyor kesinlikle.

Duyguların depreştiği “dörtlü” dans sahnesi gibi anlarını da düşününce filmin neden ABD’de o denli ilgi görmeyip olumlu eleştirileri genellikle Avrupa’da aldığını anlamak mümkün. Anlaşılan Amerikan halkı hikâyeyi bir parça cüretkâr bulmuş ama elli beş yıl sonra bugün filme bakınca eksik kaldığı yönünün de cüretkârlığında yeterince ileri gitmemiş olmaması görünüyor. Burada asıl olarak hikâyenin değil, yönetmenliğin yeterince cüretkâr olmamasından söz ediyorum. Daha Avrupalı, daha yenilikçi olmalıymış sinema dili kesinlikle. Yine de Douglas Sirk’ün filmlerinin havasından esinlenen ama onlar kadar melodramatik olmayan (belki de olmalıydı diye düşünmek mümkün) filmde genç adamın annesi rolündeki Jessie Royce Landis’in de sağlam bir yardımcı oyunculuk sergilediğini söylemeyi atlamamak gerekiyor. Genç sevgilisine ağlayarak yaşlı olduğunu söyleyen, ayna karşısında makyajını temizlerken yaşlandığını düşünen Bergman’ı ve elbette göründüğü her kare ile Perkins’i izleme fırsatı veren film bugün bir parça eskimiş görünebilir ama görülmesinde yarar var kesinlikle.

(“Aimez-Vous Brahms?” – “Brahms’ı Sever misiniz?”)

Act of Love – Anatole Litvak (1953)

“Yaşam olduğu sürece umut da vardır”

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Paris’te birbirlerine aşık olan bir Amerikan askeri ile Fransız bir kadının engellere takılan aşklarının hikâyesi.

Ukrayna asıllı Amerikalı yönetmen Anatole Litvak’tan 50’ler sinemasının tercihlerinin aksine stüdyoda değil doğrudan hikâyenin geçtiği mekanlarda, Paris ve Güney Fransa sahillerinde çekilmiş ama bunu yeterince değerlendirememiş, melankolinin eksik olmadığı bir aşk trajedisi. İngiliz yazar, şair ve senarist Alfred Hayes’in tiyatroya da uyarlanan “The Girl on the Via Flaminia” adlı romanından sinemaya aktarılan hikâye savaşın bitmek üzere olduğu bir dönemde yaşanan bir imkânsız aşkı biraz artık eskimiş bir sinema dili ile anlatan ama yine de eskilerden getirdiği havası ve kimi özellikleri ile dikkat çekebilen bir çalışma.

Filmin ilk karesi 1953 yılında bir Amerikan askeri aracı Amerikan üssüne doğru giderken görüntüye dağdaki kayalıklara kazınmış bir yazıyı getiriyor. “US Go Home” diyor bu yazıda ve birkaç saniye sonra üssün olduğu Fransız kasabasına gelen Amerikalı turistler kasaba halkı tarafından, gösterildiği kadarı ile ağırlıklı olarak ticari kaygılar nedeni ile oldukça coşku ile karşılanıyor. Litvak’ın bu ustalıklı girişi aslında izleyeceğimiz hikâyenin derdini de çok iyi özetliyor. Savaşın her şeye karşı bir inançsızlığa sürüklediği bir Amerikan askeri ile yoksulluk nedeni le sokağa düşmekten korkan bir Fransız kadınının aşkı pek çok engele takılırken bunların en önemlilerinden biri Fransız-Amerikan çatışması. Amerikan askerlerinin “kurtardıkları” ülkenin kadınlarına yaklaşımındaki kabalıktan, bu yaklaşıma olan tepkilerini milliyetçilik ile birleştiren kimi Fransızların tepkisine uzanan bu çatışma pek aşılabilecek bir engel olarak görünmüyor hikâyede. Film mümkün olduğunca dengeli yaklaşıyor bu çatışmaya ve hatta asıl engeli Amerikan tarafında belirliyor. Yine de unutulmaz oyuncu Serge Reggiani’nin bir parça dozu kaçmış olsa da (ki onun sahnelerindeki kamera açıları, örneğin kameranın özellikle onu alttan yukarı doğru çektiği sahneler düşünülürse bunun da Anatole Litvak’ın tercihi olduğu anlaşılıyor) net bir şekilde görüntüye yansıtmayı başardığı öfkesinin sık sık vurgulandığını ve “kurtarılmışın” bu öfkesinin filmin yaratıcıları tarafından nerede ise tamamen anlaşılmaz görüldüğünü söylemek gerek. Kendi elleri ile “kurtardıklarının” öfkesini anlayamamaları güncel bir olayı da feci halde çağrıştırıyor; Libya konsolosları fanatik İslamcılar tarafından öldürüldüğünde Hillary Clinton da tam böyle düşünmüştü: “Özgürlüğünü kazanmasına yardım ettiğimiz bir ülkede nasıl olabildi bu?” Gerçekten nasıl olabildi bu sorusunun cevabını en iyi kendisi bilmesi gerekirken verilmiş anlamsız bir tepki.

Kirk Douglas’ın sakin bir ustalıkla canlandırdığı dünyaya inancını yitirmiş askerin sekiz yıl sonra Fransa’ya dönüşü ile başlıyor film ve bir geriye dönüş ile tüm hikâyesini anlatıyor. Bu hikâye boyunca da senaryo savaşın parçaladığı hayatları ve bunun sosyal etkilerini de elinden geldiğince ama yeterince etkileyici olmadan getiriyor perdeye. Fransız kadını canlandıran Dany Robin karakterinin ahlâki değerleri bozulmuş bir şehirde yaşadığı korkuyu ve kimi anlardaki dehşetini aktarmakta hayli başarılı. Bu arada sinemaya üç yaşında çocuk oyuncu olarak başlayan Robin’in öncesinde çevirdiği pek çok Fransız yapımı filme rağmen açılış jeneriğinde “introducing” ile duyurulması da ilginç ama dünyayı kendilerini merkeze koyarak gören Amerikalılar için normal bir davranış. Oyunculardan söz ederken filmde bir kafede yardımcı olarak çalışan kız rolündeki henüz 19 yaşındaki Brigitte Bardot’yu ve askerlerden birini oynayan Charles Chaplin’in oğlu Sydney Chaplin’i de hatırlatmış olalım.

Ön yargıların, savaşın ve günlük telaşları aşkın önüne koyan sevgisiz yaklaşımların yargılandığı ve mahkum edildiği film finalde trajedisine rağmen temposunu biraz yitiriyor ve Litvak da açıkçası özel bir yaratıcılık sergilemiyor filmde. Finalin sorunu sadece temposu değil, “kaderin” biraz fazlası ile öne çıkması da aslında. Evet bir klasik değil bu siyah beyaz film ama vuslata eremeyen ve bürokrasiye ve ön yargılara takılıp alan aşklar üzerine duygusal, zarif ve kesinlikle seyredilebilir bir çalışma.

(“Un Acte d’Amour” – “Bir Aşk Böyle Bitti”)

Le Couteau dans la Plaie – Anatole Litvak (1962)

“Benim ölümüm sigorta şirketi için Life dergisindeki dört sayfalık bir ilandan daha kârlı”

Bir uçak kazasından sağ kurtulan bir adamın sigortadan para alabilmek için kazada ölmüş numarası yapması ile başlayan olayların hikâyesi.

Yunanlı Mikis Theodorakis’in müziğinin eşlik ettiği bu gerilimli polisiye hikâye, Ukrayna asıllı ve hem ABD’de hem de Avrupa’da çalışmış bir yönetmenin Fransa’da çektiği ve başrolleri bir Amerikalı ve bir İtalyan oyuncunun paylaştığı bir Fransız-İtalyan ortak yapımı. Sinema küreselleşmeyi pek çok sektöre göre çok daha erken keşfetmiş anlaşılan.

Sinemanın iki yıldızı Sophia Loren ve Anthony Perkins’in başrollerinde olduğu bir film bir sinemasever için sadece bu nedenle bile ilgi çekicidir. Hikâyenin yeterince güçlü olmadığı ve zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaştığı filmde bu zayıflıktan en çok etkilenen Loren olmuş. Öldüğünü zannettiği kocasını evde sağ gördüğü sahne başta olmak üzere senaryo pek de yardımcı olmuyor kendisine. Onun adına filmden geriye kalan daha çok güzelliği ve istemeden girdiği bir oyunda kendini kapana kısılmış bulduğu anlardaki “çekici çaresizliği” kalıyor. Perkins ise oyununa ve vücut diline çok uygun bir rolde oldukça başarılı görünüyor ama bu görüntüdeki en temel neden gösterdiği oyun gücünden çok doğal bir görüntü veriyor olması. Çocuksu ve esprili ama sorunlu adam rolüne çok iyi uymuş ünlü yıldız.

Yönetmenin klasik bir sinema dili ile ve siyah beyazı başarılı bir şekilde kullanarak aktardığı hikâye evet zayıf ama yine de seyircisini yormadan ve maalesef amaçladığı dramatik etkiye yeterince ulaşamadan akıp gidiyor. Filmin finali ana akım sinemanın kalıplarına uygun ama yine de sigorta şirketinin ödeyeceği yüksek prime rağmen kendisinin ölümünden mutlu olacağı tespitini yapan bir karaktere yer veren bir film karşımızdaki. Arada bir kaza sonucu ölüp gelir getiren bir müşteri olmalı ki kalan milyonlarca potansiyel müşteri tedirgin olup sigortalatsınlar kendilerini, öyle değil mi? Paris, gece ve ıslak sokakların eşlik ettiği orta karar ama kesinlikle kendini izleten bir film.

(“Five Miles to Midnight” – “Gecelerin Kadını”)

Anastasia – Anatole Litvak (1956)

“Bir oyuncu kendini oynadığı karakter sanıyorsa ondan derhal kurtulun”

1917 devriminden sonra öldürülen Çar ailesinin katliamdan kurtulan en küçük kızı Anastasia olduğunu iddia eden bir kadının hikâyesi.

Bir tiyatro oyunundan uyarlanan film klasik Amerikan sineması tadında beyaz perdeye aktarılan, hemen tamamen iç mekanlarda geçen ve tiyatronun bol konuşmalı atmosferinden uzaklaşmasa da gerek konusu ve bu konuyu anlatım biçimi gerekse oyuncuları ama özellikle Ingrid Bergman’ın performansı ile sürükleyici olmayı başarmış bir çalışma.

Sinema tarihinin en büyük oyuncularından biri olan Bergman canlandırdığı karakterde rol yapan, yaptığı rolden yorulan ve kafası karışan, kim olduğunu kendisi de unutan ve gidip geldiği zıt noktalardan bitkin düşen kadını olağanüstü bir şekilde getiriyor karşımıza. Onu seyrederken sanki bir tiyatro sahnesinde ve sizin karşınızda o anda o karakteri canlı olarak sunuyor size gibi hissetmeniz mümkün. Yürüyüşü, mimikleri, içinden geçtiği karmaşanın yükünü tam bir ustalıkla aktaran vücut dili ile neden büyük bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösteriyor. Yul Brynner elverişli fiziğinin de yardımı ile iş adamlığı ile aşk arasında sıkışan Rus general, Helen Hayes ise hayal kırıklıklarından yılmış ama içinde hala bir inanma umudu taşıyan imparotoriçe rollerinde keyifli ve etkileyici bir performans veriyorlar. Diğer yan rollerdeki oyuncular da filme hiç aksamadan katkı sağlamışlar. Klasik Amerikan sinemasının “büyüklüğünün” biraz da ve bazı filmlerde tamamı ile o büyük oyuncularından kaynaklandığının bir diğer kanıtı bu filmdeki oyunculuklar.

Klasik anlatımın dışına nadiren çıkan film bir sahnesinde iki farklı odadan birbirleri ile konuşan karakterlerini değil bu iki odanın arasındaki boş salonu göstererek ana akım anlatım yöntemine bir farklılık getiriyor ve konuşmanın hemen ardından Yul Brynner’in salona dönmesi ile onun başlamakta olan değişiminin ipucunu da oldukça etkileyici şekilde iletiyor seyredene. Atmosferi destekleyen başarılı müzik günümüz sinemasına alışkın olanlar için belki fazla ön planda görünebilir ama o dönem sineması için gayet normal bir durum bu.

Büyük imparatoriçe ile Anastasia’nın ilk karşılaşma sahnesi gibi oldukça etkileyici anları var filmin. Bu sahnesinde Bergman ve Hayes müthiş oyunculukları ile kim olduğunu artık kendi de bilmeyen bir kadını ve artık taşımadığını zannettiği umudunu tekrar hissetmenin mutluluğunu ve tedirginliğini yaşayan bir kadını tüyleri diken diken edecek bir performans ile aktarıyorlar karşılıklı olarak. Benzer şekilde Anastasia’nın tüm “eğitim” bölümleri ve finaldeki büyük tanışma anının öncesi gibi sahneler de ustalıkla kotarılmış.

Paris’te yaşayan Beyaz Rusların Rus aksanı ile konuşması güzel bir fikir ama kendi aralarında Rusça değil ve hatta Fransızca bile değil ama İngilizce konuşmaları gibi Hollywood alışkanlıklarını ve zaman zaman fazla konuşulan bir film olmasını bir yana bırakarak ve sadece “fakir olmak ve böylece sevilince gerçekten sevildiğini bilebilmek” tercihi ile karşı karşıya kalan Ingrid Bergman’ın müthiş oyunculuğu için bile seyre değer.

(“Çarın Kızı”)