Film Ekimi 2015 – 3

ComoaraHazine (Comoara) – Corneliu Porumboiu : Romanya sinemasının alçak gönüllü ve etkileyici örneklerinden bir yenisi. Poromboiu senaryosunu da kendisinin yazdığı filmde, ülke sinemasının çağdaş pek çok örneğinde olduğu gibi sıradan insanlar üzerine kurmuş hikâyesini. Bir definenin peşindeki karakterler gerçekçiliği ile göz yaşartacak diyaloglar eşliğinde ve bir hikâye yapay oyunlara başvurmadan nasıl ustaca anlatılır dersinin örneği olabilecek bir şekilde oluşturulmuş sade bir anlatımla geliyorlar karşımıza. Adrian Purcarescu ve özellikle Tomaz Cuzin’in ekonomik oyunları o denli gerçekçi ki adeta bir belgesel seyrediyorsunuz havasına kapılıyorsunuz. Bahçedeki define arama sahnesi (bu iki oyuncuya eşlik eden Corneliu Cozmei’nin de katkısı ile) nerede ise gizli kamera ile çekilmiş kadar gerçekçi kesinlikle. Mizahı hayatın içinde olduğu kadarı ile ve ne fazla ne eksik hissi verecek kadar etkileyici bir şekilde kullanan film çok hoş ve vurucu finali ile de ayrıca ilgiyi hak ediyor. Kötü bir şeyler olacak hissini akıllıca kullanan bu modern Robin Hood masalı sinemanın samimi olduğunda ne denli güçlü olabileceğinin de bir kanıtı. Sabır ile kazıldığında yüzeyin altında bir şeyler bulabileceğimizi hatırlatan film Romanya’nın geçmişine de ince göndermelerde bulunuyor. Filmi fazla sıradan ve sakin bulanlar olacaktır ama hayatta ne varsa bu filmde de o var. Teknik beceri gösterilerine girişmeyen (kamera sadece gerektiğinde hareket ediyor örneğin), süslemelere yüz vermeyen ve yüzümüze ayna tutan bu film görülmeli kesinlikle.
(“The Treasure”)

Saltanatın Mezarlığı (Rak ti Khon Kaen) – Apichatpong Weerasethakul : 2010 yılında Altın Palmiye kazanan “Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor” filmi ile büyük ilgi toplayan Taylandlı sinemacı Weerasethakul’dan yine orijinal ve kitleler için seyri zor bir film. Yatırıldıkları hastanede bilinmeyen bir bedenle sürekli olarak uyuyan askerler, hastanedeki görevliler ve gönüllü çalışanlar, askerler ile onlar uykudayken iletişim kurabilen bir genç kız, canlanan tanrıça heykelleri… Dieogo Garcia’nın etkileyici görüntüleri sık sık uzun planlar eşliğinde karakterleri karşımıza getirirken, hikâye gerçeküstüden normale ve rüya havasına gidip gelen anlatımı ile dikkat çekiyor. Hikâye uyuyan askerlerin gizemleri üzerinden ilerleyecek gibi görünse de çok daha başka dertleri var filmin. Öncelikle beden ve ruh kavramları üzerinde düşünmeye çağırıyor seyircisini ve bir yandan “ele geçirilen ruhları” anlatır gibi görünürken, diğer yandan da enerjileri için ele geçirilen bedenleri getiriyor karşımıza. Bu arada bedensel işlevler ile ilgili biri eğlenceli biri rahatsız edici iki sahnesi de var filmin. Hastanenin eski bir mezarlığın üzerine inşa edilmiş olması, binlerce yıldır süren bir savaştan söz edilmesi ve sebebi bilinmeyen salgın gibi unsurları Tayland toplumunun içinde bulunduğu ruh halinin ve yaşadığı sorunların geçmişle bağının ipuçları olmak görmek gerekiyor sanırım. Seyri, evet sabır isteyen ama içine girebileni de ödüllendiren film küçük mizahı, etkileyici kimi sahneleri (bir parça uzamış olsa da sonlarda iki karakterin bahçede yaptıkları yürüyüş gibi) ve rüya ile gerçeği ustaca karıştırabilmesi ile de önemli bir çalışma.
(“Cemetery of Splendour”)

Loong Boonmee Raleuk Chat – Apichatpong Weerasethakul (2010)

“Ormana, tepelere ve vadilere baktığımda, bir hayvan ve diğer şeyler olarak yaşadığım geçmiş hayatlarım önümde beliriyor”

Ölmekte olan bir adamın önceki hayatlarını hatırlamasının ve hastalığı üzerine düşüncelerinin hikâyesi.

Çağdaş sinemanın ustalarından Taylandlı yönetmen Apichatpong Weerasethakul’dan “farklı”, derin ve çarpıcı bir film. 2010 Cannes festivalinde Altın Palmiye’yi kazanan film yönetmenin daha önceki temalarının etrafında gezinen, kimi anlarında büyüleyici bir güzelliğe ulaşan, içine girmesi zor ama has bir sinemaseveri keyiflendirecek bir çalışma. Yönetmenin deyimi ile “dönüşen ve hibritleşen” nesneler ve insanlar hakkında bir hikâyesi olan film yine yönetmeninin ifadesi ile sinemanın dönüşümü ve muhtemel ölümü üzerine de bir çalışma.

Yönetmenin gözde mekânı olan ormanın yine ağırlıklı bir yer tuttuğu film, ormanın içerdiği gizemi, karanlığı ve kimi görünen kimi görünmeyen farklı hayat biçimlerini öne çıkaran bir çalışma. Farklı zamanların, paralel hayatların birlikte yaşandığı bir mekân orman yönetmene göre ve, hayatın ve ölümün, yaşayanların ve ölülerin birlikte var olabildiği bir alan. Kahramanımızın ölü eşinin hayaletinin hikâyeye canlıları hiç de şaşırtmadan karışabildiği, kaybolan oğlunun ormanda geçirdiği dönüşüm sonucu aldığı yeni canlı türündeki halinin ortlaıkta gezinebildiği ve tüm bunların korku veya dehşet değil sadece hafif şaşkınlık yaratan bir sürpriz olarak karşılandığı film düz ve kronolojik bir hikâye bekleyenlere, her sözün, tavrın ve aksiyonun arkasında katı bir gerçeklik veya mantık arayanlara uygun değil kuşkusuz. Bu ölüme hazırlanma, geçmiş hayatlar ile yüzleşme ve yaşadığımız hayatlardan sadece şu anda içinde bulunduğumuza değil bu hayatların tümüne odaklanmamızı tavsiye eden film kimi düşsel görüntüleri ile hayli yüksek sinemasal keyifler de sunuyor seyredenine. Örneğin mağara gezisi tüm anları ile gerçek ve tüyler ürperten bir görsel şölen. Ana rahmine yolculuğun sembolü gibi görünen bu mağara gezisi mağaranın duvarlarında parıldayan yıldızları, kameranın hareketleri ve aslında genel olarak tüm atmosferi ile filmin başarısının doruğa çıktığı anların bir örneği oluyor. Bir çağlayanda prenses ile askerin öpüşmesi ve prensesin bir yayın balığı ile konuşması gibi sahneler ile hem görselliği ile hem de gereçeküstücü yanları ile çarpıyor seyredeni.

Ormanın da bir karakter olarak yer aldığı bir film bu ve yeşil ağırlıklı renkler ile oluşan görüntüler de ormanın karakter olarak filmde öne çıkmasını destekliyor. Hemen hiç kesilmeyen bir cırcır böceği sesinin duyulduğu bu müziksiz film hayatın içindeki gerçeküstücü öğeler ile gerçek öğeler arasındaki ayrımın ortadan kalktığı (kalkması gerektiği) bir hayatı düşünmemiz gerektiğini ve kendimizi inanmakta serbest bıraktığımızda ve kalıplarımızdan dışarı çıkabildiğimizde ruhumuzun özgür olacağını söylüyor ve bunu başaranları da öldüklerinde temelli göçenlerin karşısında hayalet olarak yaşamaya devam edebilmeleri ile anlatıyor. Ormanın, alaca karanlığın, ruhların, hayvanların, hayallerin ve düşlerin sadece doğanın sesleri ile anlatıldığı hikayenin hem hiçbir şey anlatmaz gibi görünüp hem de bunca şey söylemesi veya daha doğru bir deyiş ile bunca şey üzerine düşünmeye (ama meditasyon anlamında bir düşünmeye) teşvik etmesi filmin başarısının bir diğer göstergesi olarak çıkıyor karşımıza. Ölüm üzerine olan bir filmin öte yandan bu kadar hayat üzerine bir film olmasını da atlamamak gerek. Yönetmen dozunda tutulmuş bir şiirsellik ile fantezinin içinde dolaştırıyor seyircisini ve anlattığını anlamaya değil anlattığının içinde kaybolmaya çağırıyor. Bir canavar ile çektirdikleri ve sabit görüntüler ile karşımıza gelen askerlerin fotoğrafları bu çağrının tipik bir örneği olarak gösterilebilir.

Tüm fantezi öğelerinin arasında askerliği sırasında komünistleri öldürdüğü için “karmasının” etkilenmiş olduğundan korkan yaşlı adamın endişeleri veya Laos’tan gelen göçmenler gibi gerçek dünyanın konularını da filmine ustalıkla yedirmiş yönetmen ve film açılıştaki hem gerçeğin hem gerçeküstünün örneği olan ağaca bağlı bufalo sahnesinin çarpıcılığından başlayarak seyircisini başka bir dünyaya taşımayı başaran sinema eserlerinden biri oluyor. Filmdeki hayaletin söylediği gibi dünyevî meseleler bizi her zaman şaşırtmaya devam edecekler. Büyülü, düşsel ve çarpıcı bir film.

(“Uncle Boonmee Who can Recall His Past Lives” – “Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor”)