The Missouri Breaks – Arthur Penn (1976)

“Seni uyandıranın ne olduğunu biliyor musun? Az önce boğazını kestim!”

At hırsızları, büyük bir çiftçi, onun kızı ve hırsızların peşine düşen eksantrik bir “düzen sağlayıcı”nın hikâyesi.

A.B.D.li sinemacı Arthur Penn’in yönettiği, senaryosunu -jenerikte adı geçmese de, Robert Towne’un da katkısı ile- Thomas McGuane’in yazdığı bir western. Penn’in yönettiği western türündeki bu üçüncü film ilk ikisinde (1958 tarihli “The Left Handed Gun – Solak Silahşör” ve 1970 tarihli “Little Big Man – Küçük Dev Adam”) olduğu gibi türün kalıplarını yıkmayı ve ona yeni bir bakışla bakmayı deneyen bir çalışma. Zamanında eleştirmenler ve seyircilerin, çekici kadrosuna rağmen pek tutmadığı film belki “ya sevecek ya nefret edeceksiniz” ifadesi ile tanımlanabilecek kadar ikiye bölmemiş sinemaseveleri ama yine de beğeneni olduğu kadar hiç hoşlanmayanı da olmuş. Üzerinden geçen kırk bir yıldan sonra, bugünün gözü ile bakıldığında o günkü kadar eksantrik görünmüyor belki ama yine de farklılığını koruduğu kesin bu filmin ve açıkçası başta Jack Nicholson ve Marlon Brando gibi iki dev oyuncu olmak üzere güçlü kadrosu, türün klişelerini birer birer yıkması veya tersine çevirmesi, A.B.D.’nin şiddet kültürü ile kurulmuş bir ülke olduğunu net bir şekilde söylemesi ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma bu ve Atilla Dorsay’ın zamanında filmin Türkçe adından esinlenerek “tam bir bozgun” olduğunu yazmasının aksine kesinlikle ilgi çekici bir sinema eseri.

Michael Ryan ve Douglas Keller, “Politik Kamera” adlı kitaplarında, 1960’larda başlayan ve “tarihsel açıdan daha gerçekçi bir western filmleri döngüsü”nün “Batı’yı pis, düşmanca ve şiddet dolu bir yer olarak resmettiğini” söylüyorlar ve bu filmde de olduğu üzere “hem kanun kaçaklarını hem de yerleşik otoriteleri, aynı ölçüde yıkıcı ve keyfi bir şiddet kullanan kanlı katiller olarak konumlandırdığından” söz ediyorlar bu çalışmaların. Arthur Penn’in filmi Ryan ve Keller’ın öne sürdüğü düşünceye hayli uygun bir çalışma ve özellikle de türün klişelerini alt üst etmesi ile dikkat çekiyor. Bunlardan sadece birkaçını hatırlatmak bile bu yargının doğruluğunu kanıtlayacaktır: Film western’lerden alışık olduğumuz türden bir uzak çekim ile başlıyor. Sakin bir şekilde bize doğru ilerleyen üç atlı görüyoruz ve John Williams’ın güçlü, şık ve özellikle bu sahnede Ennio Morricone’nin spagetti westernler için yazdıklarına benzer bir havası olan müziği ile desteklenen bu açılış, atlıların kimliklerini açıklayan bir sürprizle sonuçlanarak seyirciyi ters köşeye düşüren ilk örnek oluyor. Oyunculuğa televizyon dizileri ile başlayan ve burada ilk sinema filminde rol alan Kathleen Lloyd’un (ki daha sonra rol aldığı birkaç film dışında kariyeri televizyon için yaptığı çalışmalarla devam etti) canlandırdığı kadın karakter de westernlerde görmeye alışık olduğumuz türden çok farklı: Baş erkek karakterlerin sevgilisi gibi bir yan rolde değil oyuncu ve olayları kenardan seyreden pasif bir karakter olmadığını da özellikle baş erkek karakterlerden biri ile olan yakınlaşmasında gösteriyor; teklif edilen değil, teklif eden; bekleyen değil, inisiyatif alan; fikirleri olan ve bunları savunan; cinsellik konusunda cüretkâr bir kadın karakter bu ve westernlerin melek veya fahişe olmak dışında bir seçeneğe pek sahip olmayan kadınlarına hayli ters düşüyor doğal olarak. Çiftlik sahibi ile ona ölümüne sadık çalışanı arasındaki “ilişki”nin gizlenmeyen niteliği de yine hayli western dışı bir unsur olarak dikkat çekiyor.

Ters giden soygun sahnesinin mizahı, niyetlerini gizlemek için çiftlik satın alıp burada lahana yetiştiren at hırsızlarının ev inşa ederkenki çocuksu eğlenceleri veya Kanada’nın ünlü atlı polislerinin atlarının onlar bir pazar ayininde ilahi söylerken çalınması gibi anti-western unsurların yanında filmi ayrıksı kılan en temel kozlarından biri “düzen sağlayıcı” rolündeki Marlon Brando. Athur Penn’in baş edemediği için kendi haline bıraktığı oyuncu senaryodaki diyaloglara zaman zaman hiç rağbet etmeyerek doğaçlama bir oyunculuk sunmuş ve filmin sevenleri kadar sevmeyenleri olmasının da ana nedenlerinden biri olmuş. Başrollerden birini paylaştığı halde hikâyenin ilk yarım saatinde ortada görünmeyen oyuncu sonra deyim yerinde ise hikâyeye bir giriyor, pir giriyor! Daha ilk sahnesinden itibaren hem karakteri hem de oyuncunun kendi personası hikâyeye ağırlığını koyuyor. Yörenin güçlü çiftlik sahibi tarafından bir adamını öldüren at hırsızlarına karşı çağrılan bu “düzen sağlayıcı”, çetenin elemanlarını birer birer temizlerken sadece western’in klişe kanun adam tiplemelerini yerle bir etmekle kalmıyor, filmin eksantrik pek çok anının da yaratıcısı oluyor. Sadistliği, peşine düştüklerinden birini tuvalette “ihtiyacını giderirken” öldürerek eğlenmesi, bir tabutun içindeki cesetle eğlenmesi, kendisini çağırdığı halde kontrolden çıktığını düşünerek görevine son vermek isteyen adama işinin henüz bitmediğini söyleyerek onu dinlememesi, kurbanları ile oynaması, atı ile olan havuçlu sahnesi ve elbette bir avının peşine yaşlı kadın kıyafeti ile düşmesi; tüm bunlar pek de westernlerde görmeye alışık olduğumuz şeyler değil kuşkusuz. Son olarak tipik bir western hüznüne bile nasıl saldırdığını ekleyelim filmin: Brando’nun karakteri gecenin karanlığında mızıkası ile hüzünlü bir melodi çalarken, atı gürültülü bir şekilde işiyor!

Brando’nun doğaçlama oyun tarzı nerede ise başıboş denebilecek bir serbestlikte gösteriyor kendisini ve bunu sevmek de mümkün, -en azından bir parça- rahatsız olmak da ama filme bir farklılık ve ilginçlik kattığını reddetmek mümkün değil. Onun tuhaflığı at hırsızlarının lideri rolündeki Jack Nicholson’ı nerede ise klasik bir oyuncu gibi gösteriyor dersek daha iyi anlatabiliriz sanırım Brando’nun oyunculuğunu. Oysa oldukça sağlam bir oyun veriyor Nicholson rolünde ve yine anti-western olan karakterini (lahana yetiştirmekten zevk alıyor, kadının davetkârlığı karşısında şaşkın bir mahcupiyet yaşıyor, Kanada’ya at hırsızlığına giden çetesi itirazlarına rağmen onu yanlarına almayıp çiftlikte bırakıyor vs.) keyifli bir biçimde canlandırıyor. Kathleen Lloyd, Frederic Forrest, Randy Quaid, Harry Dean Stanton ve John McLiam’in başı çektiği yardımcı oyuncular da güçlü performanları ile hikâyeye katkı sağlarken, filmin belki yine beklenenin dışına çıkması ile izah edilebilecek bir kusuruna da değinmek gerekiyor. İki çarpıcı karakteri canlandıran iki güçlü oyuncunun olduğu filmde hikâyenin bu ikiliden kaynaklanan gerilimi yeterince iyi kullanamadığı (ya da özellikle bunun peşine düşmediği) görülüyor ve örneğin son ikili sahnelerinin yeterince güçlü olmaması rahatsız ediyor. Nicholson ve Brando’nun sette pek anlaşamamaları etkili olmuş olabilir bu durumda ama daha fazlasını bekliyorsunuz sonuçta.

Nicholson’ın kötü adamının bir Hollywood western’inden çok bir spagetti western’e yakışacak biçimde lâflar ettiği (sıcak su dolu küvetinde keyifle banyo yapan Brando’nun karakterine, o sırada hizmetçinin bırakın sıcak olanını, suyun kendisini bulamadığı için tabakları kumla temizlediğini söylüyor öfke ile) film, evet çok güçlü görünmüyor belki ama Thomas McGuane’in -Robert Towne’un katkı sağladığı- senaryosunun akıllı bir şekilde kurgulanmış olması nedeni ile keyifle izleniyor. Çekimlerde bir atın boğularak ölmesi ve birkaçının da yaralanması nedeni ile ciddi eleştiriler alan ve bir tavşanın vahşi bir şekilde öldürüldüğü filmin tonunun zaman zaman değişmesi (bu değişikliğin arkasında western’in romantizmden şiddetine pek çok unsurunu odağına alıp zıtlarını yaratma çabası var kuşkusuz) ve özellikle de Brando’nun tarzının diğer oyuncularınki ile zıtlığı hikâyenin zaman zaman bütünsel bir görüntü sergilemesini olumsuz yönde etkiliyor olsa da görülmesi gerekli bir sinema eseri bu.

(“Bozgun”)

Dead of Winter – Arthur Penn (1987)

“İşin parası iyiymiş ve adam da çok kibarmış”

İş arayan ve aldığı bir teklif üzerine çekimler için ıssız bir yerdeki malikâneye giden kadının başına gelenlerin hikâyesi.

1960 ve 70’li yıllarda çektiği hayli parlak filmlerden sonra 80’lerdeki vasat filmlerle kariyerini sonlandıran ABD’li yönetmen Arthur Penn’den bu gerilim filmi sondan bir önceki çalışması. Esinlendiği Joseph H. Lewis’in 1945 tarihli “My Name is Julia Ross” filmine selam gönderen ve bunu hem az da olsa esinlendiği konusu ile hem de doktor karakterine o filmin yönetmeninin ve hikâyenin başında öldürülen kadın oyuncuya da aynı filmin baş karakterinin adını vererek yapan filmin, orijinal senaryosu Marc Schmuger ve Mark Malone tarafından yazılmış. 1945 tarihli filmin senaryosunun Anthony Gilbert adı ile yazan kadın yazar Lucy Beatrice Malleson’un “The Woman in Red” adlı romandan uyarlandığını da belirtelim bu arada; dolayısı ile bu roman da filmimizin kaynaklarından biri. Filmin yönetmenliğini son anda ve gönülsüzce devralmış Arthur Penn ve ortaya vasatı nadiren aşabilen bir korku/gerilim filmi koyabilmiş ne yazık ki. Senaryodaki boşluklar ve mantık hataları ve Penn’in türün ihtiyacı olan türden bir mizansen anlayışını yeterince yaratamamış olması filme zarar vermiş ama yine de başroldeki Mary Steenburgen’ın çabalarının da katkısı ile “ıssız bir yerde tutsak alınan kadın” temalı filmlerden hoşlananların ilgisini çekebilir.

Filmin senaristlerinden biri olan Mark Malone kariyerindeki tek oyunculuk denemesinde kadın oyuncunun kardeşini canlandırırken (ki oyunculuğa devam etmemiş olması sinema dünyası için pek de bir kayıp olmuş görünmüyor), diğer senarist Marc Schmuger ise çekimlerin başında filmin yönetmenliğini de üstlenmiş. Ne var ki sonuç pek iyi olmayınca Arthur Penn çekimleri çok da istemeden üstlenmek zorunda kalmış. Filmin temel sıkıntıları senaryosundaki problemlerden kaynaklanmış görünüyor. Seyrederken karakterin (özellikle baş karakterin) neden öyle değil de böyle davrandığını anlayamadığınız ve böyle olunca da filmin amaçladığı korku/gerilim hissinin yerini bir boşluk hissinin aldığı filmlerden biri bu. Senaryo iyi işleyebilse ve özellikle inandırıcılık problemlerini aşabilmiş olsa, zeki bir planın hikâyesini izlemenin keyfini yaşatabilirmiş ama film bir türlü duyguyu uyandıramıyor. Kim bilir, belki de bu “zeki” planının kendisidir sorunun kaynağı. Schmuger ve Malone ikilisi filmin gerilimini yavaş yavaş arttıran ve aradaki küçük/orta düzeyli zirvelerle ilerlerken finalde asıl zirvesine ulaşan bir hikâye yaratmayı denemiş ama bunda yeterince başarılı olamamışlar. Belki kadının bir kukla olarak kullandığı oyunu yaratan doktor ve uşağının planındaki zekâya referans veriyor ama diyaloglarda sıkça satranç oyununun geçmesi, bir beklenti yaratıp sonra boşa düşen öğelerden biri olarak rahatsız ediyor. Evdeki doldurulmuş ayı figürleri ise olmamış bir sahne dışında ne bir korku ne de tedirginliğin parçası olamayınca, anlamsız kalıyor kesinlikle. Kadının kocasının bacağının alçıda olması da tıpkı satranç oyunu gibi hikâyede bir yere bağlanacak (onun hareketlerini kıyaslayarak bir gerilim unsuru olmak vb.) beklentisini yaratan ama adamın zıplayarak yürümesine neden olmak dışında hiçbir etkisi olmayan bir öğe olarak kalıyor. Şöminede yakılan ehliyet konusuna ki aslında hikâyenin gelişimi için çok önemli hiç girmemekte yarar var!

Doktor ve uşağı karakterleri konusunda ise başta kafaları bir parça karışmış gibi görünüyor senaryoyu yazanların ve ciddiyet ile karikatürleştirme arasında kalmışlar sanki ama ikinci yarıda ilkini ciddi, ikinciyi ise deli bir kötülüğün uygulayıcıları olarak resmederek toparlamışlar kendilerini. Benzer şekilde filmin ilk yarısında kadının nasıl kurtulacağı ile oynanan oyunun ne olduğu seyircinin dikkatini isteyen iki ayrı güçlü konu olarak zaman zaman birbirinin aleyhine çalışırken, ikinci yarıda film temel olarak kadının kendisini kurtarma çabasına odaklanıyor ve vasatı aşamayan bir şekilde de olsa odağını buluyor gibi görünüyor.

Mary Steenburgen güçlü olmayan senaryonun tüm gereklerini aksamadan yerine getirerek koşuyor, kaçıyor, saklanıyor, çığlık atıyor, hatta öldürüyor ve hikâyeyi sürüklemeyi başarıyor. Doktor rolündeki Jan Rubes ve uşağı rolündeki Roddy McDowall da sağlam oyunculukları ile onu destekliyorlar ve filmin en azından bu alanda sınıfı geçmesini sağlıyorlar. Onların karakterleri arasındaki hasta – doktor ilişkisi olarak başlayıp efendi – uşak halini alan ilişki ise farklı okumalara açık bir yapı içerse de senaryo bu konuyu yeterince başarılı işleyemediğinden, o denli de etkileyici olamıyor. Tümü olmasa da birkaç sürprizli anı, oyuncuları ve hikâyeye uygun set tasarımı ile bu korku/gerilim filmi ilgi çekmeye aday yine de. Bir evde kapana kısılmış olan bir karakteri anlatan çok daha iyi filmler var sinema tarihinde kuşkusuz ama Richard Einhorn’un çoğunlukla atmosferi desteklemeyi başaran (ama bir parça tanıdık gelen müziği) ve Jan Weincke’nin özellikle karlı sahnelerdeki başarılı görüntülerinin de katkısı ile bu film de bir göz atılmayı hak ediyor.

(“Kışın Ortası”)

Four Friends – Arthur Penn (1981)

“Yazdığım şiiri bitirebilmek için aşkın ne olduğunu anlamam gerekiyor ve senin yanına aşkı bulmaya geldim”

Altmışlı yılların Amerika’sında biri kadın dört yakın arkadaşın değişen dünya ile birlikte değişen hayatlarının hikâyesi.

Kimi filmleri ile sinema tarihinde iz bırakan yönetmenlerden biri olan Arthur Penn’den bir büyüme, değişme ve bir parça nostalji hikâyesi. Dört lise arkadaşının on yıla yayılan hikâyesi bir yandan karakterlerinin hayatlarına, kendi aralarındaki ilişkilerine (ve özellikle filmin asıl odak noktası gibi görünen Danilo ile Georgia arasındaki ilişkiye) ve kendi yollarını bulma çabalarına odaklanırken diğer yandan altmışlı yılların Amerika’sında yaşanan kimi değişimleri de görüntüye getiriyor. Senarist Steve Tesich tarafından ve kendi hayat hikâyesinden esinlenerek yazılan senaryo dramı ve komediyi harmanlamaya çalışıyor ve zaman zaman rayından çıkmış görünen bir hava taşıyor.

Dört baş oyuncusu bugün pek tanınmayan ve çoğunlukla televizyon filmlerini içeren kariyerlere sahip oyuncular ve tümünün sıcak ve genç oyunculukları öne çıkıyor filmde. Özellikle Danilo rolündeki Craig Wasson bu dört karakter içinde asıl odaklanılan kişi rolünde başarılı bir oyunculuk veriyor. Film bu dört karakterin hikâyesini anlatırken dönemin kimi olaylarını da hatırlatmayı deniyor ama bu paralel değinmeler daha çok “Hatırlıyorum” türünden ve asıl hikâye ile kaynaşmadan sanki “evet, o dönemde şunlar da oluyordu” diye düşünülerek eklenemiş gibi görünen yapıları ile pek de etkileyici olamıyor. İşçi sınıfı kökenli ailelerin çocukları olan bu dört gencin üzerinden izleri hâlâ süren ırkçılığa, yok olan Amerika düşleri ile işçi sınıfı ve göçmenlere, yakılan Amerikan bayrağının gösterildiği Vietnam savaşına karşı olan gösterilere film farklı alanlara da kaymaya çalışıyor ama bunu pek de güçlü bir şekilde yapamıyor açıkçası. Yine de lise mezunlarının kariyer günlerine gelip “ucuz işçiler” kapatmaya çalışan bir çelik fabrikatörünü “Hit The Road Jack” şarkısı eşliğinde protesto eden ve “komünist” içerikli konuşma yapan gençlerden birinin on yıl sonra bu fabrikatörün kapısında iş için beklerken gösterilmesi çarpıcı bir kare.

Filmin temel sorunu dram, komedi ve hatta romantik komedi arasında gidip gelen bir atmosfer içinde anlattığı olayların dönüp dolaşıp nerede ise “aslında birbirlerine ait olan ama bir türlü kavuşamayan gençlerin” hikâyesine dönüşmesi. Bu hikâyeye eşlik eden ve dozu bir parça fazla kaçmış görünen trajik olaylar ve hatta melodram unsurları bir süre sonra boğmaya başlıyor seyredeni ve film uzun ve karmaşık hayat hikâyelerinin hepsini bir filmin süresinde anlatmaya çalışan bir kronolojiye dönüşüyor.

Şiirsel bir ton ile standart bir televizyon filmi arasında değişip duran havası ile film belki çok önemli bir eser değil sonuç olarak. Yine de altmışlı yıllara nostaljisi, işçi sınıfına odaklanması ve “sol” demenin imkânsız olduğu kimi liberal söylemleri ile ilgi çekebilecek bir film. Penn’in kendini hissettirdiği bayrak yakma bölümü gibi başarılı sinemasal anları da içeriyor üstelik. Hikâyenin hemen başındaki şiirsel ve orta sınıf ahlakını eleştiren tavır tüm filme yayılabilse ve Sırp halk danslarını sergileyen göçmenlerle “yozlaşmış” hippi kulüplerindeki modern dansları paralel kurgu ile gösterme gibi kolay yollara sapmasaymış keşke.

(“Dört Arkadaş”)

Bonnie and Clyde – Arthur Penn (1967)

“Bir gün düşecekler beraber, yan yana gömecekler cesetlerini”

1930’lu yıllarda krizin ortasındaki Birleşik Devletlerde yaşanan ve gerçek bir soygun çetesini anlatan bir hikâye.

Hem yönetmeni Arthur Penn’in hem de 1960’lar Amerikan sinemasının en parlak örneklerinden ve sinemanın çehresini değiştiren filmlerden biri. Amerikan sinemasının bir zamanlar yaratıcı yönetmenlerin çektiği, standart normların çerçevesini zorlayan ve “sanatsal ve entelektüel” açıdan Avrupa sinemasından esintiler taşıyan filmler üretebildiği gerçeğinin en görkemli örneklerinden de biri aynı zamanda.

Orijinal bir senaryodan çekilen film anlattığı gerçek hikâyeyi epey –ve elbette- oldukça değiştirmiş. Örneğin filmdeki C.W. karakteri gerçekte çetenin iki ayrı karakterinden oluşturulmuş. Filmin gerçekten uzaklaşan diğer yönü ise bu tür somut gerçeklerin değiştirilmesine ilave olarak filmin kahramanlarını anlatırken benimsediği tavır. Aynı zamanda kimi yoğun eleştirilere de neden olan bir şekilde Bonnie ve Clyde karakterlerinin nerede ise romantik bir üslup ile anlatılıyor olması filmin çarpıcılığında ve günümüze kadar süren kalıcılığındaki en önemli etken. Tüm kadronun müthiş bir oyunculuk gösterisi yaptığı filmde oyuncuların zaman zaman gösterişçi ve stilize bir atmosfere bürünen oyunları ve yönetmenin hemen her karesi yaratıcılığı ile hayrete düşüren mizansen anlayışı filmin başarısında öne çıkan diğer unsurlar olarak göze çarpıyor.

Evet tüm kadro sürekli birbirinden rol çalıyor adeta film boyunca ama Bonnie rolündeki Faye Dunaway ve Buck Barrow rolündeki Gene Hackman’a ilave bir övgü gitmeli. 60’lı ve 70’li yıllarda üst üste çektiği başarılı filmlerle sinema tarihinde iz bırakan bir isim Faye Dunaway ve Oscar aldığı “Network” filminden sonra kariyeri tuhaf bir şekilde irtifa yitiren sanatçı göründüğü ilk kareden başlayarak filmdeki rolünü başka bir ismi bu rolde düşünmeyi imkânsız kılacak bir şekilde kendisine ait kılıyor. Hackman tuhaf enerjisi ve tuhaf karısından kaynaklanan arada kalmışlığı ile Amerikan sinemasında epeyce eksilmiş olan bir oyuncu türünü hatırlatıyor; bir parça “Metod” oyunculuğu, çarpıcılığı asla eksik olmayan bir doğallık ve kelimenin her iki anlamını taşıyan bir ifade ile güçlü bir stil. Warren Beaty, Michael J. Pollard ve Estelle Parsons da en ufak bir aksama içermeyen oyunları ile filmin oyunculuk çizgisinin çok yukarılara taşınmasına destek veriyorlar.

Gayet Avrupalı bir sahne ile açılıyor film ve öyle ki sanki bir Fransız filminde Jeanne Moreau’yu seyrediyor gibi seyrediyorsunuz Faye Dunaway’i bu sahnede. Film sadece bu Avrupalı havası ile değil en az onun kadar senaryosunun benimsediği tavır (veya yanında olmayı seçer gibi göründüğü taraf) ile de dönemin filmlerinden çok farklı bir yerde duruyor. Sonuçta hikâyesi anlatılan bir suç çetesi ve sadece bankaları değil benzin istasyonu veya küçük dükkanları da soyan bir çete bu. Hatta dönemin medyasının ve polis güçlerinin yarattığı imajın tersine bankalardan çok bu ikincileri soymayı tercih etmişler. Bu ayrım da önemli çünkü film hikâyenin geçtiği ve kapitalist sistemin en büyük krizinin yaşandığı dönemi sık sık hatırlatıyor bize. Bu hatırlatmayı yaparken de ödeyemediği kredi borcu nedeni ile yıllardır oturduğu evi boşaltmak zorunda kalan aileden, kahramanlarımız polisten kaçarken onlara destek olan ve kriz nedeni ile sefalet içindeki kamplarda yaşayan yoksullara bizi bir yoksulluk manzarası içinde gezdiriyor sık sık. Bankanın el koyduğu evdeki tabelasını kurşunlaması için çiftçiye silahını veren Clyde’ın “biz banka soyarız” cümlesine çiftçinin gösterdiği sessiz ve memnuniyet dolu onayı ve polislerin sık sık alay konusu olması filmin durduğu tarafın açık göstergeleri. Filmin eleştirilebilecek tek yönü de belki de burası aslında çünkü sadece insanları yoksullaştıran ekonomik düzenin temsilcilerinden ve mimarlarından olan bankalara değil küçük esnafa da el atan bir çete söz konusu gerçekte. Filmin hikâyeyi romantize etmesi senaryonun saldırmayı seçtiği hedefler açısından doğru görünmekle birlikte çetenin bir “Robin Hood” vazifesi görmediği de açık.

Film sadece yukarıda bahsedilenler açısından değil, seksi kullanımı açısından da dikkat çekmişti o yıllarda. Clyde’ın “iktidarsızlığı” veya Bonnie ile ilk yattıklarındaki çocuksu neşesinden tabanca üzerinden ima edilenlere kadar dönemin normlarının dışına çıkan bir film bu. Yönetmen Penn “Little Big Man” ile birlikte en başarılı iki filminden biri olan bu yapımda zaman zaman başvurduğu etkileyici yakın plan yüz çekimleri, bir rüya atmosferi içinde ve flu tonlar ve pastel renkler kullanılarak anlatılan “aile ile buluşma sahnesinin” tuhaf çekiciliği, örneğin ormandaki kıstırma sahnesi gibi etkileyici sahneleri ve elbette finaldeki görüntüleri ile çok başarılı bir iş çıkarıyor. Tüm bunlara açılıştaki Dunaway’in yataktaki yakın plan çekimlerini içeren sahnenin büyüsünü de katmak gerek.

Ün kazanan bir çete üzerinden kendi ratinglerini yaratmaya çalışan medyaya ve olayın büyümesini ve insanların yoksulluk içinde yaşarken “oyalanacakları” bir konunun çıkmış olmasına adeta sevinir gibi davranan düzenin bekçilerine de oklarını fırlatmayı ihmal etmeyen stilize, çarpıcı ve keyifli bir film. Sinema tarihinin olmazsa olmazlarından.

(“Bonnie ve Clyde”)