Ghahreman – Asghar Farhadi (2021)

“Durumu ondan çok daha kötü bir sürü insan var, hırsızlık yapabilecekleri halde yapmıyorlar. Onları tebrik eden var mı? Ben hayatımda kimsenin onurunu zedeleyecek bir şey yapmadım. Bana da takdirname verilecek mi? Dünyanın neresinde insanlar, yanlış davranmıyorlar diye ödüllendiriliyorlar? Karımın altınlarını sattım ben onun için. Şimdi o kahraman, ben zalim mi oldum?”

Ödemeyediği borcu nedeni ile atıldığı cezaevinden iki gün için salınan bir adamın, alacaklısını yapacağı kısmî ödeme ile şikâyetinden vazgeçirmeye çalışmasının hikâyesi.

Asghar Farhadi’nin yazdığı ve yönettiği bir Fransa ve İran ortak yapımı. Cannes’da Juho Kousmanen’in “Hytti Nro 6” yapıtı ile Büyük Ödül’ü paylaşan film senaryosunun intihal olduğu iddiası ile başarısı gölgelense de, İranlı sinemacının “ahlak hikâyeleri” anlatmaktaki ustalığını kanıtlayan güçlü bir yapıt. Çok iyi kurgulanmış senaryosu, sıkı bir gerilim filmini aratmayacak şekilde adım adım inşa edilen güçlü atmosferi ve hayatın içinden çekilip alınmışa benzeyen sahici karakterleri ile kesinlikle önemli bir yapıt ve Farhadi’nin çağdaş sinemacıların en büyük isimlerinden biri olduğunu bir kez daha kanıtlayan bir çalışma.

Hapishaneden çıkan Rahim’in (Amir Jadidi) görüntüsü ile başlıyor hikâye ve yine onun aynı hapishaneye dönmesi ile sona eriyor. Bu iki sahne arasında yaşananlar ise Rahim’in ödeyemediği borcu yüzünden atıldığı cezaevine geri dönmeme, bu borcun neden olduğu aşağılanma duygusundan kurtulma ve sevdiği kadınla düzgün bir hayat kurabilme çabasını anlatan bir hikâye getiriyor karşımıza. Tabelacılık yaparken işini kaybeden ve yeni bir iş kurmak için bir tefeciden aldığı borcu, şimdi boşanmış olduğu eşinden dolayı bacanağı olan adamın kefaleti ile kapatabilen bir adamdır Rahim; ne var ki işi ters gidince bu parayı da geri ödeyememiş ve anlaşılan, bozulan evliliğinin de katkısı ile bacanağı kendisini şikâyet edince de hapse atılmıştır. Rahim’in tek hedefi borcun en azından bir kısmını ödeyerek şikâyetin geri çekilmesini sağlamak, sevdiği kadınla evlenmek ve ablası ile yaşayan oğlunu da yanına alabilmektir. Ne var ki ne alacaklısı kendisine hoşgörü ve iyi niyet gösterecek ne de tüm sorunlarından kurtulabilmek için giriştiği ve bir yalan üzerine kurulu oyunu arzu ettiği gibi gelişecektir.

Asghar Farhadi senaryosunun herhangi bir -gerçek veya kurgu- ilham kaynağını olmadığını belirtse de bunun aksini öne sürenler var; Farhadi’nin yönettiği bir sinema atölyesine katılan İranlı sinemacı Azadeh Masihzadeh onların başında gelen isim. Masihzadeh bu atölye sırasında bir gazete haberinden yola çıkarak, 2014 – 2015 arasında Mohammad Reza Shokri adındaki bir adamla ilgili bir belgesel çalışması yapmış. 2018’de Shiraz Festivali’nde gösterilen ve ödül alan bu belgeselden haberi olan Farhadi’nin hikâyeyi ve senaryoyu tamamen kendisine mâl etmesi Masihzadeh’in dava açmasına ve konunun mahkemeye taşınmasına neden olmuş. Farhadi İran sinemasının yüz akı olan ve çağdaşı İranlı sinemacıların aksine rejimden pek de sıkıntı çekmemiş bir sanatçı ve pek çok İranlı onu aynı anda hem halktan hem rejimden yana görünmekle eleştiriyor uzun süredir. Rejimi rahatsız etmeden, ülkesinin Batı’daki imajını düzelten bir sanatçı olmasının temel nedeni belki de onun “apolitik” olmaya özen göstermesi ve günlük hayatın içinden hikâyeleri saf bir sinema duygusuna sahip olan bir yönetmenlik çalışması ile anlatabilmesi. Farhadi intihal suçlamasını ret ediyor elbette ama sonuçta sanatçının başarısına ya da en azından saygınlığına bir parça da olsa gölge düşürdüğünü kabul etmek gerekiyor iddiaların.

Hikâyenin temelinde para var, ana karakterlerden biri olarak görülebilecek bir şekilde. Bu hikâyeyi anlatırken Farhadi toplumun farklı kesimlerinin (kişilerin (birey veya toplumun bir parçası olarak), geniş kitlelerin, yardım kurumlarının, bürokratların, medyanın vs.) dürüstlüğünün sorgulanmasını sağlıyor. Bir şekilde herkesin kendi ajandasının peşinde olduğu; doğru olanın değil, çıkarlara uygun olanın tercih edildiği ve dürüstlüğün prim yapmadığı bir toplumun resmini çizen filmin başarısında, Farhadi’nin yapıtlarında kendisini hep gösteren sahicilik duygusunu yine güçlü bir biçimde yaratabilmesinin önemli bir payı var. Ahlaki olanın normal olması gerekirken, az rastlanması nedeni ile anormale dönüştüğü ve sosyal medyanın olumlu ya da olumsuz her türlü duyguyu, düşünceyi ve provokasyonu süratle topluma yaymasının tehlikeli sonuçlarını derinden yaşayan bir çağdaş toplumu her biri gerçek olan karakterlerle, doğal diyaloglarla ve ikilemler arasında sıkışan bireylerin çıkmazları ile etkileyici bir şekilde anlatıyor yönetmen. Basit bir meselenin, toplumun fotoğrafının çekilmesini sağlayan önemli bir vicdani/ahlaki soruya dönüşmesini çok doğal ve hiçbir teknik oyuna başvurmadan, akıcı bir şekilde anlatabilmiş Farhadi.

Film kahraman kavramının modern toplumdaki anlamını sorgulatıyor seyircisine. Amerikalı sanatçı Andy Warhol’a atfedilse de, İsveçli koleksiyoner ve müzeci Pontus Hultén’e ve Amerikalı fotoğrafçı Nat Finkelstein’e ait olduğu da söylenen “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” sözünü hatırlıyorsunuz filmi seyrederken. Sosyal medyanın tüm o korkunç olumlu/olumsuz gücü ile hem gerçekleşmesini sağladığı hem de doğruladığı bir kehanet oldu bu. Sosyal medya çağında geçerliliği çok daha net olarak ortaya çıkan bu söze uygun olarak kahramanlar bir çırpıda yaratılırken, bir o kadar da süratle bu statülerini yitirebiliyorlar hikâyede de gördüğümüz üzere. Öte yandan, bir başka sözü, Brecht’in bizde “Galileo” olarak bilinen “Leben des Galilei” adlı oyununda baş karakterin o ünlü repliğini de düşündürüyor bize hikâye: “Kahramanlara ihtiyaç duyan topluma ne yazık!”.

Asghar Farhadi’nin her zamanki gibi usta ve eserine saygılı bir heykeltraş edası ile adeta gerçek hayattan yontup ürettiği hikâyenin gerilimini baştan sona koruması ve bunu sıradan insanların sıradan öyküleri ile başarması kuşkusuz ki çok önemli bir başarı. Yalın ve yürek burkan finalinde, biri cezaevine giren, diğeri ise oradan çıkarak, dışarıda kendisini karşılayan bir kadınla buluşan iki adamın görüntülerini bir araya getiriyor film ve bir umut hissi yaratıyor. Yardım organizasyonunda İranlı Kürt şarkıcı Mohsen Chavoshi’nin 2014 tarihli “Beraghsa”, kapanış jeneriği sırasında ise Bijan Bijani ve Kambiz Roshan Ravan’ın 2011 tarihli “Deldar E Man” adlı şarkılarını dinlediğimiz filmin başrolündeki Amir Jadidi hikâye boyunca kahramanlık ile anti-kahramanlık arasında gidip gelen karakteri, tam bir takım oyunu ile kendisine eşlik eden diğer tüm oyuncular gibi oldukça sade, sahici ve yalın bir performansla canlandırarak hikâyenin çekiciliğine önemli bir katkı sunuyor. Oyuncunun yüzünden hemen hiç eksilmeyen gülümsemesinin öfkesini, korkusunu ve umarsız çabasını çekici bir başarı ile gizleyen performansı kesinlikle çok başarılı.

Kuşkusuz ki filmin başarısının asıl mimarı Farhadi; intihal iddiaları bir yana, bu hikâyeyi bir dantel gibi özenle işleyen senaryo bu özeni o denli doğal kılmış ki sanki öyküye (gerçekte olan bitene) hiçbir müdahalede bulunulmamışçasına doğal bir yapıtla karşı karşıya olduğunuzu hissediyorsunuz. Sinemacının yönetmenlik çalışması, bu özenle ve doğallıkla çok uyumlu hareket ediyor ve Farhadi’nin dili dürüst bir belgeselinkine yakın duran sadelik ve gerekçiliği ile göz dolduruyor. Baş karakterinin ayakta kalma çabasının onu adeta bir örümcek ağı gibi saran olay dizisinin içine attığı film, yönetmenin çağdaş masalların ve Dostoyevski yapıtlarının tatlarını aynı anda taşıyabilen hikâyelerinin bir örneği ve kesinlikle görülmesi gereken bir sinema yapıtı.

(“Un Héros” – “A Hero”)

Forushande – Asghar Farhadi (2016)

“İntikam alıyorsun! Bırak gitsin”

Arthur Miller’ın “Satıcının Ölümü” oyununda rol alan karı koca iki oyuncunun taşındıkları yeni evde kadının saldırıya uğraması ile yaşadıkları gergin ve sıkıntılı günlerin hikâyesi.

İranlı sinemacı Asghar Farhadi’nin yazdığı ve yönettiği ve İran – Fransa ortak yapımı olarak çekilen bir film. Bugünlerde sekizinci sinema filmini çekmekte olan Farhadi bu yedinci filminde de önceki eserlerinde olduğu gibi hiçbir sinemaseverin kaçırmaması gereken bir iş çıkarmış kesinlikle. İlk filminden başlayarak her zaman çekici, merak uyandırıcı ve insanlara/insan ilişkilerine odaklanan hikâyeleri yalın ama etkileyici bir mizansenle anlatan yönetmen 2011 tarihli “Jodaiye Nader az Simin – Bir Ayrılık” filmi ile Berlin’de Altın Ayı’yı kazanan bir başyapıt koymuştu ortaya. Böyle mükemmel bir filmden sonra doğal olarak beklenti her zaman yüksek olacaktır bu sanatçı için ve gerek “Bir Ayrılık”tan sonraki “Le Passé – Geçmiş” gerekse işte bu filmi ile her zaman yüksek düzeylerde seyrederek bu beklentileri boşa çıkarmayacağını kanıtladı bize Farhadi. İran’da açılış haftasındaki gişe geliri açısından rekor kıran bu filmde Farhadi, Shahab Hosseini ile üçüncü, Taraneh Alidoosti ile dördüncü kez çalışırken büyük sinemacılarda örneklerini gördüğümüz şekilde “fetiş oyuncu”larını da belirlemiş görünüyor. Sansür ve maddî koşullar düşünüldüğünde herhalde ülkemiz sinemacılarından çok daha zor koşullar altında çalışan İranlı sinemacıların ortaya koyduğu eserlerin sinema değerleri açısından ortalamasının bizimkilerinkinden hayli yüksek olmasının temel nedeni bu filmin de gösterdiği gibi onların insanı odak noktası olarak alan hikâyeler anlatmaları. Çoğunlukla düzeysiz ve kaba ticarî filmlerle “sanatsal” filmler arasında sıkışıp duran ve belki de yeni Yılmaz Güney’ini bekleyen sinemamızın alacağı çok ders var bu sinemadan kesinlikle.

Sattar Oraki’nin yerel motifler kullanma kolaylığından (ve Batılı seyircinin beklentisine uyma tuzağından) uzak duran, hikâyeye çok yakışan müzikleri eşliğinde anlatılan hikâye basit ve basit olduğu kadar da başarılı. Önceki filmlerinde olduğu gibi, hiçbir yapaylığın peşine düşmeden, bir merak unsurunu da bünyesinde barındıran hikâye kadına karşı gerçekleşen saldırının çifti nasıl gerilimli bir ilişkinin içine attığını ustaca anlatırken, saldırı sonrası yaşanan travma, intikam duygusu, oyuncu olmak, bağışlamak, sanat ve gerçek hayatın örtüşmesi (veya çelişmesi) gibi temaları müthiş bir doğallıkla anlatıyor yine. Başlarda bir parça düzmüş hissini veren hikâyeyi yavaş yavaş ustaca açıyor Farhadi ve finaldeki “patlama”yı o denli gerçekçi kılıyor ki kendinizi o iki karakterle birlikte yaşayan ve tüm hissettiklerini onlarla birlikte hisseden bir karakter olarak buluyor ve en az onlar kadar etkileniyorsunuz olan bitenden. İki baş karakter başta olmak üzere, tüm karakterleri özenle oluşturmuş Farhadi ve her bir diyalog, her bir tepki veya her bir duygu gerçekçiliğin zirve noktalarında gezinen unsurlar olmuş. Çökme tehlikesi olduğu için apartmanın panik halinde boşaltıldığı sahne ile açılıyor film ve bu ilk sahneden başlayarak Farhadi bize yine insanları, onları insan kılan tüm özellikleri ile birlikte anlatacağını vaat ediyor ve hikâye tutunca tutuyor bu sözünü.

Filmdeki her bir sahne üzerinde özenle düşünülerek ve bir müthiş resimin ayrılmaz bir parçası olacak şekilde oluşturulmuş. Aynı zamanda öğretmenlik yapan adamın genç erkek öğrencileri ile olan diyalogları veya bir taksi dolmuşta yanında oturan kadının yer değiştirmek istemesi ile duyduğu rahatsızlık örneğin, hikâyenin tamamında yaşananlarla çok ilişkili. Hikâyede sık sık adı geçen ama kendisi hiç görünmeyen eski kiracı karakterinin kullanımı da bir sinema filminin sadece görünenlerle değil, görünmeyenler ile de anlatılabileceğini ustaca gösteriyor bize. Hiçbir şiddet veya cinsellik içeren sahnenin yer almadığı (alması da mümkün değil elbette) bir filmin bu alanların her ikisinde de başını alıp giden ticarî filmler ile kıyaslandığında, göstermeden nasıl çarpıcı olunabileceği konusunda bir ders veriyor kesinlikle.

Kuşku, belirsizlik, tereddüt gibi kavramların başarı ile kullanıldığı filmde iki baş oyuncu da güçlü oyunculuklar ile karakterlerini elle tutulabilir hissi verecek kadar gerçek kılarken, özellikle Shahab Hosseini Cannes’da aldığı oyuncu ödülünün hak edilmiş olduğunu kanıtlıyor göründüğü her sahnede. Zaman zaman sıkı bir “soruşturma filmi” havasına bürünen filmin bir saldırı hikâyesini ustaca başka alanlara kaydırarak gerçek insanları anlatmayı başarması da takdiri hak eden bir unsur. “Ayrılık” ve “Geçmiş”te olduğu gibi bir olayı/durumu aile kurumunun dinamiklerini analiz etmekte araç olarak kullanan Farhadi’nin Miller’ın oyununu hikâyesi ile açık bir biçimde ilişkilendirmemiş ya da seyirciye bu ilişkiyi yeterince hissettirememiş olmasını ise bir problem olarak görmek gerekir mi emin değilim. “Satıcının Ölümü” oyunun temalarından biri olan “gerçek ve illüzyon”un burada yerini karakterlerin yaşadıkları hayat (gerçek) ile sahnede sergiledikleri hayata (illüzyon) bıraktığını söylemek mümkün belki ve buna bir başka bakış da eklenebilir: Farhadi burada, sanat tarihine pek çok başarılı örnek bırakan klasik Amerikan tiyatrosunun kurgusundan ve karakterlerini ve birbirleri ile olan ilişkilerini içinde bulundukları ortamda ustaca hareket ettirebilmesinden esinlenmiş görünüyor sanki. Final sahnesinde kameranın karakterlar arasında ustaca kayması, yine bu sahnede hikâyenin bu tiyatronun örneklerini hatırlatır bir şekilde çözülmesini de eklemeli buna. Bir başka bakışla, Miller’ın oyunundaki baş karaktere hâkim olan duygu, ailesine gerekli şeyleri sağlayamayan bir adamın hissedeceği türdendi; burada ise bir adamın ailesini dışarıdan gelen bir saldırıya karşı koruyamamış olmasının verdiği öfke hâkim hikâyeye.

Hossein Jafarian’ın kamerasının kimi kritik sahnelerde oyuncuları bizi o anın içine sokacak kadar başarı ile takip ettiği filmin sonlarında boş evde geçen “çözüm” sahnesi çok etkileyici. Farid Sajjadi Hosseini’nin de yaşlı adam rolünde çarpıcı bir performans verdiği bu sahne sinema derslerine konu olacak güzellikte; gerilimini ve belirsizliğini adım adım artıran filme çok yakışan bir sahne bu ve intikam teması üzerine sinemanın yarattığı en hümanist anlardan birini içererek tek başına bile Farhadi’nin sinemadaki ustalığının kanıtı olabiliyor. Bu türden bir hikâyeye bir komedi anını (adamın sınıfta öğrencilerle film seyrederken uyuya kaldığı sahne) en ufak bir rahatsızlık duygusuna neden olmayacak şekilde yerleştirebilmiş olması da Farhadi’nin becerisinin bir diğer göstergesi olarak değerlendirilebilir rahatlıkla. Ustaca anlatılmış ve içi dolu bir hikâye, sağlam oyunculuklar ve gerçekçiliği kadar sade etkileyiciliği ile de dikkat çeken bu film kesinlikle görülmeli.

Adamın okuldaki öğrencilerine okuduğu hikâyenin 1979 devriminden sonra Fransa’ya kaçmak zorunda kalan Gholam-Hossein Sa’edi’nin “İnek” adlı eseri ve gösterdiği filmin de bu hikâyeden uyarlanan ve İran sinemasının Yeni Dalga akımının ilk örneklerinden biri olan Dariush Mehrjui’nin aynı adlı çalışması olduğunu ve Mehrjui’nin de devrimden sonra bir süre Fransa’da sürgünde yaşadığını hatırlatmakta yarar var. Buna bir sahnede, sergilenen Miller oyunu ile ilgili olarak sansürün kimi itirazlarının olduğunun konuşulmasını da eklersek, İran yönetiminin Farhadi’ye gösterdiği hoşgörü üzerinde düşünmek gerekiyor. Belki de, doğrudan politik olmayan filmler yapan sinemacının tüm dünyada kazandığı ünün payı vardır bunda. Farhadi’nin filmin kazandığı Oscar ödülünü almak için ABD’ye gitmeyi Trump’ın İranlılara koyduğu giriş yasağını protesto ederek ret etmesi ile, kamuoyu gözünde İran’ın lehine ve ABD aleyhine bir imaj yaratmak fırsatı da yakalamış oldu İran yönetimi bu “hoşgörü”sünün sayesinde üstelik.

(“The Salesman” – “Satıcı”)