Under the Shadow – Babak Anvari (2016)

“Yakın zamanda binada kulağınıza tuhaf sesler çalındı mı?”

1980’lerde, doktor kocası Irak’la olan savaş nedeni ile askerî göreve atanan ve küçük kızı ile yalnız kalan bir kadının evindeki kötü ruhlarla mücadelesinin hikâyesi.

İran asıllı Britanyalı sinemacı Babak Anvari’nin yazdığı ve yönettiği bir yapım. Hikâyesi Tahran’da geçse de çekimleri Ürdün’de gerçekleştirilen Birleşik Krallık, Ürdün, Katar ve İran ortak yapımı film aynı zamanda Birleşik Krallık’ın Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterdiği çalışma olmuş 2016 yılında. Irak’ın şehre sürekli olarak hava saldırıları yaptığı günlerde geçen hikâye pek çok farklı nedenle kendisini kapana kısılmış hisseden kadının yaşadıklarını iyi ve ikna edici bir korku filmi atmosferi içinde anlatan başarılı bir eser. Kazandığı pek çok ödülün ve Batılı sinema çevrelerinde gördüğü ilginin arkasında tedirginliğinin nedenleri arasında İslâm Devrimi de olan bir İranlı kadını anlatması da olsa da iyi oynanmış olmasının ve seyirciye korku, yalnızlık ve kıstırılmışlık duygusunu etkileyici bir şekilde geçirebilmesinin payı var asıl olarak. Anvari adına başarılı bir ilk çalışma bu ve sonraki filmi, 2019 yapımı “Wounds”un da korku türüne girdiğini düşünürsek yönetmenin bu türün önemli isimlerinden biri olabileceğinin de sinyalini veriyor bize.

1979 devrimi ve Irak ile İran arasındaki savaşı (1980 – 1988) kısaca hatırlatarak açılan film bu savaştan bazı gerçek görüntülere de yer veriyor başta. İlk sahnede, devrim öncesi ve sonrasında radikal sol örgütlerde faaliyet göstermesi nedeni ile atıldığı tıp fakültesine dönmek isteyen bir kadının bu talebinin yetkililer tarafından bir kez daha ve tekrar başvurmaması uyarısı ile ret edildiğine tanık oluyoruz. Kocası ise kadını zamanını “üniversitede siyasî faaliyetlerde bulunarak heba etmek”le suçluyor ve politikaya bulaşmayıp okuluna devam eden kendisini de “omurgasız olmakla suçladığını” hatırlatıyor ona. Kadının içine kısıldığı birden fazla kapan var: Bir yandan okulunu bitirip doktor olamaması ve bu nedenle annesinin hayalini de gerçekleştirememesi, bir yandan ülkedeki yönetimin yavaş yavaş halkın hayatına soktuğu yasaklar ve baskı, ve diğer yandan da sürekli çalan alarm sesleri ile kendisini hissettiren Irak füzeleri. Kadının yaşadığı ve kaynakları birbirinden farklı bunca baskının bir metaforu olarak görülebilir tanığı olduğumuz doğaüstü olaylar. Ev sahibinin eşinin cinlere inanması ve onun evine sığınmak zorunda kalan ve ebeveynleri öldüğünden beri konuşmayan bir akraba çocuğunun kadının küçük kızına kendisini cinlerden korusun diye verdiği, kedi tüylerinden yapılmış nesne veya kadından önce küçük kızının duyduğunu ve gördüğünü iddia ettiği sesler ve varlıklar gibi unsurlar yaşananların “gerçek” olduğunun kanıtlarından sadece birkaçı. Filmin başarısı sadece bunların gerçek olduklarına veya gerçek olmayıp aslında sadece kadına dehşeti yaşatan baskı kaynakları için bir metafor olduğuna odaklanmayıp her ikisini de mümkün kılan bir yaklaşımı başarı ile önümüze koyabilmesi. Hikâyeyi her iki düzeyde de seyredebilir ve aynı keyfi alabilirsiniz.

Kocasının şehre düşen füzelerden korunmaları için kadını bir an önce Tahran’ı terk edip kayınpederinin evine gitmeye zorlaması, komşularının birer birer apartmandan ayrılması (en yakın komşusunun, oğlunun yaşadığı Fransa’ya gitmesini sadece savaşa değil ülkedeki egemen olan rejime de bağlamak gerekiyor yukarıda belirtilen metafor bağlamında düşünürsek), bir korku anında başı ve kolları açık olarak sokağa fırlamasından dolayı işitilen tesettür azarı ve muhafazakâr komşu ile cinlerin varlığı üzerinden yaşanan tartışma gibi ögeler kadının “gerçek” dünyada hissettiği baskının diğer nedenleri olurken, “doğaüstü” dünyadaki cinlerin baskısı da ekleniyor bunun üzerine ve sadece fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal boyutta da etkilemeyi başarıyor film seyirciyi. Bu bağlamda camdan aniden içeri giren bir elin yarattığı ile evde bir video cihazının varlığına rejimin vereceği tepkiden duyulan endişe aynı derecede önem taşıyor ve kadının hissettikleri üzerinde aynı ölçüde belirleyici oluyor. Kadın ve kızının altında mahsur kaldıkları örtünün gizemli varlığın çarşafı olması ve -daha iyi olmalıymış hissini veren- finali de bu yorumu destekleyen diğer örnekler filmdeki.

Gavin Cullen ve Will McGilivray’in doğu esintilerini de taşıyan müziklerini hazırladığı film, başrol oyuncusu Narges Rashidi’nin performansından da ciddi destek alıyor. Karakterinin farklı bağlamlardaki sıkışmışlığını çok iyi yansıtan oyunculuğu ile Rashidi hemen her karesinde göründüğü filmin önemli bir kozu oluyor. Kızını canlandıran küçük oyuncu Avin Manshadi de aksamayan ve yaşından beklenmeyecek bir olgunluk içeren oyunu ile ona sıkı bir destek sağlıyor. Oyunculuklar yanında filmin ses çalışması da hayli başarılı ve “cinlerin rüzgârlara taşındığını” düşünürsek bu başarı hayli kritik de üstelik. Görüntü yönetmeni Kit Fraser’ın gerçek ve doğaüstü olanların her birini uygun bir görsellikle yakalayan kamera çalışmasını ve kimi kritik sahnelerdeki çarpıcı kamera açılarını ve kısıtlı ama etkileyici kullanılmış efektlerini ve set tasarımlarını da takdir etmek gerekiyor filmin.

Kimi eleştirmenler tarafından şimdiden bir “korku klasiği” olarak ilan edilse de bu sıfat bir parça abartılı gibi sanki. Belki zamanla böyle bir statüye erişebilir ama filmi farklı ve önemli kılanın gerçek hayat ile doğaüstünü gösterdikleri ve ima ettikleri açısından ustalıkla birleştirebilmesi temel olarak; buna karşılık korku türünün ögeleri açısından o derecede yaratıcı değil film. Konuşmayan gizemli çocuk veya oyuncak bebek gibi unsurlar bu türün bolca kullandığı klişeler arasında örneğin ve filmin yaratmayı başardığı gerilim de her zaman çok vurucu bir güçte değil. Yine de, bir klasik ya da değil, kesinlikle çekici bir film bu ve korkuturken düşündürtmeyi ihmal etmemek gibi çok önemli bir başarısı var.