A Little Trip to Heaven – Baltasar Kormákur (2005)

“Bu yara izinin nasıl olduğunu unutmayalım, olur mu?”

Yüklü bir hayat sigortası, bir ölüm, bir sigorta müfettişi ve gelişen olayların hikâyesi.

İzlandalı yönetmen Baltasar Kormákur’dan İzlandalı bir teknik kadro ve Amerikalı oyuncularla çoğunlukla İzlanda’da çekilmiş ama Amerika’da geçen bir hikâye. Kormákur’un diğer filmlerinden İzlanda görüntülerine aşina olanlara aynı atmosferi hissettirecek bu film için bu İzlanda-Amerika tercihlerinin nedeni ayrı bir konu ama hem Kormákur’un tarzı hem de filmin genel olarak atmosferi tipik Amerikan havasından oldukça uzak ve filmin en cazip yanlarından biri de bu zaten.

Temel olarak insanların korkuları üzerine inşa edilmiş ve beslendiği damarı canlı tutmak için de kapitalizmin sıradan bir eylemi olarak bu korkuları besleyen bir sektör olan sigortacılık üzerine küçük ve çarpıcı bir bölüm ile başlayan film diğer yandan buradaki yozlaşmanın halka da nasıl yansıdığını gösteren kısa bir bölüm ile devam ediyor ve bu iki bölüm bir yandan da sigorta müfettişi olan kahramanımızı başarılı bir şekilde tanıtıyor seyirciye. Evet sigortacıdır ama vicdan sahibi ve o nedenle rahatsızdır ve bir yandan da zeki ve işinin ustasıdır. Forest Whitaker’ın alçak tonda seyreden oyunu ile başarılı bir biçimde hayat verdiği sigortacının karakteri filmin finaline de damgasını vuruyor. Film boyunca zaman zaman görüntüye gelen o yapay cennet görüntülü sigorta reklam filmlerinin bir parçası oluyor kahramanımız finalde!

Dozunda bir kara mizah da içeren film kamera açıları, el kamerası kullanımı, görüntüye giren ve girmeyenleri ile asıl olarak Avrupa havasını taşıyan bir polisiye. İzlanda’da çekilen hemen tüm filmlerde olduğu gibi geniş boş alanlar, muhteşem gökyüzü görüntüleri ve ıssız kadrajları ile çarpıcı bir görüntü yönetimine sahip olan filmin senaryosundaki bazı boşluklar veya final dışındaki öngörülebilir gelişmeler filmi biraz zayıflatmış ama bir hikâyesi olan ve bunu aksamayan oyunculuklar ile anlatan küçük polisiyelerin güzelliğini taşıdığını eklemeli.

Sigorta şirketindeki bilgisayarların ve yazılımların eskiliği ve yazılımdaki güvenlik açıkları -filmin değerinden bağımsız olarak- oldukça ilginç geldi bana. Filmdeki kötü adamımız her şeyi sigortadan alınacak bir milyon dolar için yapıyor ama açıkçası başkasına bir zarar verilmediği sürece sigorta şirketlerinin aleyhine kurulan her türlü tuzağa olumlu yaklaşarak sadece olan zavallı bir adama oldu diyorum. Küçük, akıcı ve tarzı olan filmlerden. Büyük olaylar, kavga gürültü beklemeden seyredilmesinde yarar var.

(“Cennete Kısa Bir Yolculuk”)

Inhale – Baltasar Kormákur (2010)

“Bu budala sokak çocuğunu mu kurtaralım kızını mı?”

Bir babanın ölmekte olan kızına nakledilecek akciğer bulmak üzere gittiği Meksika’da yaşadıklarının hikâyesi.

Ülkesinde çektiği ilk iki film ile ilgi topladıktan sonra Hollywood’un el attığı İzlandalı yönetmen Baltasar Kormákur’dan eli yüzü düzgün, tempolu ve heyecanlı bir aksiyon dram karışımı. Yerel, sahici ve küçük hikâyeler anlatan yönetmenlerin Amerikan sinemasında ne aradığı, Hollywood’un onlardan ne beklediği derin bir konu ama bu film bolca kullandığı Amerikan sineması klişelerinin yanında faşizan bir yaklaşımın eleştirisine kadar uzanabilecek yaklaşımı ile dünya üzerindeki en çarpıcı sorunlardan birine el atarak ilgi topluyor. Organ ticaretinin boyutu filmin başında ve sonunda verilen istatistiklerle desteklenirken film bir ana akım sineması formatında da olsa konuyu çarpıcı bir şekilde anlatmayı başarıyor.

Konunun büyük bir kısmı Meksika’da geçince elbette sıradan bir günlük alışkanlık olarak rüşvetle iş gören insanlar, yozlaşmanın dibine kadar batmış güvenlik güçleri ve aslında hemen herkesin şu ya da bu gerekçe ile yozlaştığı bir halk, içlerinden biri kahramanımıza elbette yardım edecek olan sokak çocukları, can güvenliğinin olmadığı ve nerede ise mafyanın yönettiği bir şehir gibi klişeler hikâyede yerlerini almışlar. Gerçek hayat bununla ne kadar örtüşüyor bilemem ama tüm bunlar kızı için “cehenneme” yolculuk eden bir babanın dramına fazlası ile heyecan katıyor şüphesiz. Amerikalı bir hukukçunun Meksika’da karşılaştığı ve bir şekilde üstesinden gelmeyi başardığı problemler zaman zaman “Meksika’da bir beyaz kahraman” hikâyesi seyrettiğimizi düşündürtse de bunları bu sinemanın doğasının parçası kabul edip geçmek gerekiyor sanırım.

Hikâyenin en çarpıcı yanı elbette kahramanımızın seçim yapmak ve bu seçiminin sonuçlarına katlanmak durumunda kaldığı an. Kötülerin faşizan yaklaşımına yani muhtemelen zaten bir şekilde kısa sürede ölecek bir sokak çocuğuna karşı yaşarsa genç ve güzel olacak bir kız çocuğunun tercih edilmesinin doğal bulunmasına karşılık, kahramanımızın tercihinin ne olacağı hem yarattığı trajedi boyutu hem de filmin durmayı tercih ettiği dürüstlük noktası açısından önemli. Sonuçta ne olursa olsun yoksulların zenginlerin refahı, varlığı ve işte bazen de burada olduğu gibi sağlığı için bazı yerlerde aleni olarak bazı yerlerde de dolaylı olarak feda edildiği bir dünyayı hatırlatan hikâyesi ile önemli bir film.

Daha önce de Kormákur ile çalışmış olan Óttar Guðnason’un görüntüleri özellikle Meksika bölümlerindeki parlak ışık tercihi ile oldukça başarılı ama zaman zaman bazı karelerin bir İzlanda hikâyesine daha çok yakışacağını düşünebilirsiniz, özellikle de sanki sadece etkileyici olsun diye seçilmiş gibi duran gökyüzü görüntüleri için. Ritmi başarılı, arada rayından çıksa da hikâyesi etkileyici olan, Amerikan sinemasının güzel kadın varsa erotizm de olmalı düşüncesi ile eklenmiş gereksiz sahneleri, Dermot Mulroney’in biraz donuk ama idare eder, Diane Kruger’in ise güzelliğini geçemeyen ortalama oyunu ile tıkır tıkır işleyen bir profesyonel sinema örneği.

(“Nefes Nefese”)

Hafið – Baltasar Kormákur (2002)

“Öldükten sonra cesedimi istediğiniz gibi sürükleyin, daha önce değil”

Günümüz İzlanda’sından bir aile üzerinden parçalanma hikâyesi.

Gösterişsiz başlayan ve çoğunlukla öyle devam eden ama adım adım inşa ettiği parçalanma hikâyesi ile çok etkileyici bir film. Gözlemleri, tespitleri ve sergilediği insanlık manzarası ile umuda pek bir yer bırakmayan ve üzerinde düşünmeye zorlayan bir çalışma.

Kişisel, sosyal ve ekonomik tüm ilişkilerin rayından çıktığı, küreselleşmenin toplumun en küçük birimlerine kadar inen parçalayıcı ve standartlaştırıcı etkisinin egemen olduğu bir ortamda bireysel çıkarların ve diğerlerine rağmen ayakta kalma mücadelesinin nasıl doğal bir yaşam şekli haline geldiğini etkileyici ve yalın bir dille aktaran film yönetmen Kormákur’un da filmografisindeki en etkileyici çalışmalardan biri.

Bir İzlanda kasabasında çalışan ve para harcamamak için çaydan başka bir şey içmeyen Çinli işçilerden, kârlı olmasına rağmen kapitalizmin doğası gereği büyükler arasında yok olmamak için satılması gereken şirkete ekonomik küreselleşmenin yakıcı etkisi altındaki bir dünyada diğer ilişkilerin bundan etkilenmemesi imkânsız elbette. Ne değişen dünyada babanın eskiyi ayakta tutma çabasının bir anlamı var ne de piyano başında hep birlikte söylenen ve insanlığın yitirdiklerinin tümüne bir ağıt havası taşıyan şarkının parçalanan aileyi bir arada tutma şansı. Her türlü otoritenin (bireyleri bir arada tutan ve sevgi ve saygıya dayalı otoriteden bahsediyorum) yok olup gittiği bir dünyayı sembolize eden pek çok unsur var filmde. Tüm film boyunca aciz bir şekilde gösterilen polis, en sağlıklı ilişkiyi elindeki elektronik alet ile kuran delikanlı, iyimser filmlerde mutlu bir büyük aile fotoğrafına arka plan oluşturacak toplu akşam yemeğindeki tüm diyaloglar iç burkan bir acılığa sahip. Delikanlının ileride kendisinin de dönüşeceği insan olan babasına olan tepkisini arabanın, o etrafındaki insanlara göstermediği özel ile camlarını sildiği arabasının, kapılarına sprey ile $ işaretleri yapması belki de insanın içinde yer alan ve sonradan toplumun tüm geçerli değerleri ve dinamikleri ile yok edilecek olan güzelliğin bir göstergesi.

Şöminenin bile sahte olduğu ve başında hiç konuşmadan oturulduğu evler var bu filmde. Bu etkileyici sahneden daha etkileyici olan tüm yemek bölümü. Bir oyundan uyarlanan film belki de oyunun en dramatik anlarını burada sinemanın kendi dilini başarı ile kullanarak yeniden yaratıyor. Bunun ardından gelen mirası açıklama sahnesi ise tüm kötülüklerin ortaya döküldüğü çok etkileyici bir kırılma anı. Ailenin küçük oğlunun dilinden ifade edildiği gibi herkesin birbirine tepeden baktığı ve birbirlerine benzedikleri için birbirlerinden nefret ettiği bir aile, aslında bir tüm bir toplum var burada. Filmin tüm kadrosu, en küçük rolden başrollere kadar, saf ve güçlü bir oyun veriyorlar ve filmin dramatik gücünü daha da artırıyorlar.

Ailenin kızının kocası ile birlikte evi talan etme sahnesi gibi seyredeni kahredebilecek bölümler içeren film, elbette benzersiz kar ve dağ görüntüleri, vahşi kapitalizmin uç noktalarını gösteren anları, naifliğin, hümanizmin ve toplumcu düşüncenin tamamen yok olduğu bir dünyada karşımıza çıkacak manzarayı anlatan etkileyici kareleri ile mutlaka seyredilmesi gereken bir film. Evet, filmde de söylendiği gibi “aşk şarkıları yazan ama kendinden başka kimse için bir şey hissetmeyen insanların” dünyası var burada. Yaşadığımız dünyayı ama önce kendimizi sorgulamak için.

(“The Sea” – “Deniz”)

101 Reykjavík – Baltasar Kormákur (2000)

101_reykjavik

“Hayat ölümden alınan bir moladır”

 

İzlanda’da 30 yaşında bir gencin yaşadığı boş ve bencil hayatının hikâyesi.

 

Annesi ile yaşayan ukala, sarkastik, umursamaz ve büyümemekte ısrarlı bir gencin biraz romantik, biraz komik, zaman zaman genç bir ergenin fantezisini hatırlatan biraz erotik bir hikâyesi. Hayaletlerin bile sıkıldığı soğuk kış günlerinde geçen film, yapacak bir şeyi olmadığı için kendini eğlenceye vermiş insanları anlatırken kahramanının varoluşsal problemlerinden sıyrılmak için takındığı umursamazlık maskesinin arkasına bakar gibi görünüyor ama çok da ileri gitmeden eğlenceli ve garip karakterleri ile yoluna devam etmeyi tercih ediyor.

 

İzlanda filmlerinin ortak görüntüleri olan havadan çekilmiş geniş yeşil alanlar ve kar görüntüleri bu filmde de yerini alıyor ve zaman zaman gerçekten nefes kesen bu görüntüler hikâyedeki insanların kendilerini saran boşluk ve anlamszılığı daha iyi hissetmemizi sağlıyor. Oyunculuk da yapan Baltasar Kormákur’un kendisinin de rol aldığı bu ilk filminde başroldeki Hilmir Snær Guðnason tam da canlandırdığı role uyan bir kayıtsızlık ve sevimlikle görünüyor perdede ve filmin sakin bir şekilde akmasını sağlıyor. Anne rolündeki Hanna María Karlsdóttir de rolünün hakkını verirken İspanyol sinemasından Victoria Abril kendini İzlanda’da bulan çekici bir İspanyol kadınından bekleneni getiriyor karşımıza; komik, sıcak ve seksi.

 

Kuzey Avrupa filmlerinin ortak özellikleri olan küçük garip karakterlerin küçük garip davranışlarını ele alan film kendini çekici kılmayı başaran bir alçak gönüllülük içinde tüm kahramanlarını size sevdiren türden, melankoli ve mutsuzluğun (varoluş sorununun tipik sendromları) arka planda kendini hafifçe hissettirdiği, açıklamayı değil göstermeyi tercih eden ve bu boş hayatla baş etmenin tek yolu onu yaşamak diyen bir çalışma. Hayatlarına karışmak isteyeceğiniz karakterlerin yer aldığı bir film, başarılıdır. Öyle değil mi?