Buffet Froid – Bertrand Blier (1979)

“Bazen sizin de içinizden birisini öldürmek geçmez mi?”

Boş bir apartmanda yaşayan tuhaf bir adam, onun karısını öldüren bir başka garip adam ve bir komiserin birlikte karıştıkları absürt olayların hikâyesi.

Bertrand Blier’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Başrollerinde Gérard Depardieu, yönetmenin babası da olan Bernard Blier ve Jean Carmet’nin yer aldığı film kara komedi türünde ama asıl olarak absürt sinemaya yakın duran bir çalışma. Gösterime girdiğinde Fransa için düşük bir sayı olan yaklaşık 800 bin kişinin gördüğü film eleştirmenlerin ise beğenisini toplamış ve senaryo dalında César ödülünün sahibi olmuştu. Gerçeküstü unsurlara başvurmadan, tüm doğallığı içinde “saçma” olmayı tercih eden film karakterlerden birinin ağzından -belki bir parça fazla net olsa da- derdini dile getirene kadar, seyircinin seyrettiğinin anlamını sorgulayacağı türden bir yapıt. Suç filmlerinin kalıplarını ve “normal” insan davranışlarını ters yüz eden hikâyesi ile ilginç, kadrosunun başarısı ile dikkat çeken, kesinlikle farklı ve bugün kült olan bir çalışma.

Bir önceki filmi olan 1978 tarihli “Préparez Vos Mouchoirs” (Mendillerinizi Hazırlayın) ile Oscar (Yabancı Dilde En İyi film) kazanan Blier yine Depardieu ile çalıştığı bu filmle seyirciyi oldukça şaşırtmıştı zamanında ve bazı seyirciler filmden memnuniyetsizliklerini bilet paralarını geri isteyerek dile getirmişlerdi. Senaryoyu, düzenli olarak gördüğü ve polisler tarafından takip edildiği bir rüyadan esinlenerek yazan Blier’in kara komedi ve suç türlerini buluşturan bu filmi özellikle absürt olmaya soyunmadan kendiliğinden bir saçmalığa sahip olması ile dikkat çekiyor. Karakterlerinin tümünün eylemleri ve sözleri hikâyenin her anında kendilerinden bekleneceğinin tam tersi yönde gelişiyor: İşi suçluları yakalamak olan komiser “mümkün olduğunca az” suçlu yakalamakla övünüyor “çünkü içerdeki masumları kirletme riski”nden kaçındığını söylüyor; bir adam karısının katilini komisere “Size karımın katilini takdim edeyim” sözleri ile tanıtıyor ve sonra üçü birlikte yiyip içiyorlar; yaylı çalgılardan nefret eden bir adama Brahms’ın bir eseri dinletilerek işkence yapılıyor vs. Absürt olan üzerinden üretilen komedinin amacı seyirciye kahkahalar attırmak değil; Blier asıl olarak saçma olanın normalleşmesi üzerinde düşünmesini sağlıyor seyircinin ve bu bağlamda komedisini aslında distopik bir karanlıkla birleştiriyor. Jean Penzer’in César’a aday olan görüntüleri çoğunlukla gece geçen sahnelerde ve özellikle de karakterlerden ikisinin yaşadığı ve diğerlerinin de bir şekilde geldiği devasa ve boş apartmandaki bölümlerde Blier’ın anlatmaya soyunduğunun görsel karşılığı olabilen bir güzellikte. Modern büyük şehir hayatının insanları birbirlerinden uzaklaştıran ve yabancılaştıran doğasının sonuçlarını dikkatli bir göz için net olacak bir şekilde gösteriyor bu görsel çalışma.

Ana karakterlerden birinin ağzından şu sözleri duyuyoruz işlediği sebepsiz cinayetleri açıklarken: “Bizi bu beton delirtti. Boş arsalar ve bizi çevreleyen, bu insanlıktan çıkmış evren delirtti. Ağaç görmek, kuş cıvıltısı duymak istiyorum. Bu yüzden yalnız kadınları öldürüyorum. Öldükleri an sanki bir kuş küçük bir çığlık atıyor. Ormanda yürümeye benziyor, biraz hava alıyorum”. Filmin meselesi tam da bu ama mesajı bu kadar net bir şekilde söze dökmeye gerek var mıydı, emin değilim; çünkü örneğin devasa apartmandaki yalnızlık, yalıtılmışlık ve boşluk hissi ya da gidilen bir kır evinde karakterlerden birinin doğa içinde olmakla ilgili sızlanması ve huysuzluğu daha etkileyici bir sinema havasında dile getiriyor meseleyi zaten. Burada yalnızlık ve yalıtılmışlık kavramları önemli; Blier bir metro içinde yerde yatarken gördüğümüz bir sahne dışında adeta karakter(ler)ini tüm dünyadan soyutlamış ve onları ıssız bir dünyanın içine atıvermiş görünüyor. Bir zengin evindeki müzik dinletisinde çok sayıda konuğun olduğu gibi istisna bölümler var ama o anlarda bile tüm karakterleri hikâyenin ana unsuru olarak kullanıyor yönetmen. Bir Eugène Ionesco oyunundan alındığı söylense yadırgamayacağınız açılış sahnesinde iki karakter dışında tüm bir metro istasyonu ve metro vagonu bomboş örneğin. Kır evine gidilen bölüme kadar da büyük şehirde doğa nadiren çıkıyor karşımıza ve hikâyenin ana mekânı olan bina tüm soğuk heybetliği ile hep kendisini ortaya koyuyor. Böyle bir büyük şehirde yaşayan ve yalnızlığın kendi gölgesinden bile korkuttuğu insanları anlatıyor film: “Kendi gölgemden korkuyorum! Yalnız olsam sorun olmazdı. Ne var ki arkamdan siyah bir şey geliyor ve beni mahvediyor” diyor karakterlerden biri örneğin, bir başkası “Konuşacak biri bulmanın” zorluğundan söz ediyor. Blier tüm karakterlerini adeta olması gerekenin, doğal olanın dışında davranacak şekilde oluşturarak modern şehirlerin insanı kendi doğasının dışına ittiğini söylüyor bize.

Zaman zaman başvurduğu zarif kaydırmalar dışında çok sade bir dili var Blier’nin tüm filmde. Bıçakla, ateşli silahla ve boğarak işlenen cinayetlerin birbirini takip ettiği hikâyede aksiyonu sadece eylemlerin absürt görünümünü besleyecek şekilde kullanıyor yönetmen. Lavars adındaki bir bölgede çekilen final sahnesi de işte bu yalınlığı ve mekânın başarılı kullanımı ile dikkat çekerken, genel olarak filmin set tasarımları da hayli çekici. Depardieu, Blier ve Carmet dışında açılış sahnesinde muhasebeci olarak izlediğimiz Michel Serrault, kariyerindeki ikinci sinema filminde Carole Bouquet ve Geneviéve Page’ı da izleme olanağı bulduğumuz film üzerinden geçen kırk yılı aşkı süreden sonra belki baştaki kadar farklı görünmeyebilir ama yine de kesinlikle tazeliğini koruyor. Tek tek sahneleri açısından ele alındığında her biri (örneğin metroda geçen o uzun açılış bölümü) bir tiyatro oyununun bir perdelik kısmı (ya da bir perdesi içindeki bir tablosu) havası taşıyan film zaman zaman birbiri ardına gelen absürtlükleri ile tekrara düşüyormuş gibi oluyor açıkçası ve yeterince bütünsel de görünmüyor. Senaryosunu gösterdiği yapımcılardan “Yeteneklisin ve bu yeteneğini bununla harcama” tepkisi alan Blier’ın günümüzün ünlü yapımcısı ve o tarihte sadece 27 yaşında olan Alain Sarde’ın sayesinde çekebildiği filmi sonuç olarak ayrıksı ve önemli bir yapıt.

(“Cold Cuts” – “Soğuk Büfe”)

Les Valseuses – Bertrand Blier (1974)

“Böyle çok keyifli, değil mi? Huzur içindeyiz. Akşamın tatlı serinliği. Kafamıza göre takılıyoruz. Canımız her istediğinde sevişebiliyoruz”

Hırsızlık yapan, kadınları taciz eden, cinayetten ve hiçbir edepsizlikten çekinmeyen ve tüm burjuva değerlere saldırıp onları yok eden veya ele geçiren iki serseri kafadarın hikâyesi.

Bertrand Blier’in aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Blier ve Philippe Dumarçay’ın birlikte yazdıkları ve yönetmenliğini yine Blier’in üstlendiği bir Fransız yapımı. İki yetenekli başrol oyuncusunun (bu filmle yıldız statüsüne kalıcı bir adım atan Gerard Depardieu ve intihar eden bir karakteri canlandırdığı “Paradis Pour Tous” adlı son filminden sonra 35 yaşındayken kendisi de intihar eden yetenekli Fransız oyuncu Patrick Dewaere) zor karakterlerini etkileyici bir performansla canlandırdığı film onlara eşlik eden yıldızları (veya geleceğin yıldızları) (Miou-Miou, Jeanne Moreau, Brigitte Fosey ve Isabelle Huppert) ve orijinal müziği ile de dikkat çekerken, film Fransız sinemasının en tartışmalı eserlerinden biri olarak biliniyor. Tüm değerlere keyifle ve umursamaz bir şekilde saldıran, herhangi br ahlâki kaygı gütmeyen ve hayatlarını libidolarının yönlendirmesine bırakan iki baş karakteri ve çıplaklıkta/cinsellikteki rahatlığının yarattığı tartışmalar ile farklı ve ilgiyi hak eden bir çalışma bu.

Filmin orijinal adı (“Les Valseuses”) Fransız argosunda testisler için kullanılan bir ifade ve bu adın da vurguladığı gibi -nerede ise tamamen- bu cinsel organlarının yönetim altında hareket eden iki karakter var karşımızda. Kadınları taciz etmek ve onlara saldırmak, hırsızlık yapmak ve etraflarının huzurunu bozmaktan hiç çekinmeyen ve bunları bir yaşam tarzı haline getiren iki genç adam bunlar ve bir sahnede söyledikleri gibi (“Biz burada her şeyi paylaşırız”) sahip oldukları veya ele geçirdikleri her şeyi (para, araba, kadın vs.) paylaşarak yaşıyorlar. Bu paylaşım alışkanlığı her anlarını birlikte geçirmelerine ve kadınları da bu paylaşımlarının bir parçası olarak görmeye kadar uzanıyor. Bu “ahlâksız” karakterler üzerinden film bir ahlâk dersi vermeye soyunmuyor kuşkusuz ve tam bir Fransız filmi olarak burjuvazinin değerlerini saldırısının hedefi yapıyor. Başlarda yer alan bir sahnede iki kafadar, arabası ve yanındaki kadının seksiliği ile övünen bir burjuvaya yapmadıklarını bırakmıyorlar örneğin ve Blier bu adamın hem kadını hem arabayı kendisine aitliği üzerinden anlatması ile dalgasını geçiyor bir bakıma. Bunun benzeri daha pek çok sahne var filmde ve tümünde toplumun değerlerini saldırısının hedefi yapıyor Blier, bu değerler ister maddî ister manevî olsun. Ne var ki her zaman burjuvalar değil iki adamın hedefi. Süpermarketteki güvenlik görevlisi belki burjuvaların mallarını koruduğu için “doğal bir hedef” sayılabilir ama kahramanlarımızın bisiklet çaldıkları bir sahnenin de örneği olduğu gibi, kurbanlarını seçerken iyi/kötü, zengin/yoksul ayrımı yapmıyorlar pek. Dolayısı ile Blier’in karakterlerini sadece bir toplumsal duruşun (burjuvaya saldırı gibi) sembolü olarak görmek çok doğru değil ve trendeki bebekli kadına yaptıklarında olduğu gibi sık sık seyirci için de rahatsız edici olabiliyor gördüklerimiz. Bu sahnede kadının veya final sahnesinde genç kızın “gönüllü”lüğü rahatsız ediciliğin dozunu kesinlikle yeterince azaltmıyor ve filmi de zaman zaman olumsuz anlamda rahatsız edici hale getiriyor.

Fransız caz müziyeni Stéphane Grappelli’nin neşeli ve zarif müzliğinin ilk bakışta hikâyenin özeti ile uyumsuz gibi görünse de aslında baş karakterlerin umursamaz hayatlarına ve filmin mizahî yanına çok iyi uyduğu filmde Blier’in karakterlerinin ahlâki değerlerine nasıl baktığını anlamak da pek kolay değil açıkçası. Boş bir yazlık evde buldukları iç çamaşırlarından genç kızın yaşını tahmin etme oyunundan finaldeki “seks hediyesi”ne, rahatsız ediciliğin başladığı noktayı geçmekten pek çekinmiyor Blier ve bu gibi bölümler filmin neden tartışmalı olduğunu da açık bir biçimde gösteriyor bize. Çıplaklık konusundaki rahatlığını cinsellilk sahnelerinde de gösteriyor film. Üçlü sevişme sahnelerinden (“Her şeyi paylaşırız biz”in doğal sonucu olarak) birbirlerine yaptıkları tezahürat ve eleştiri eşliğinde gerçekleşen cinsel beraberliklere ve Miou-Miou’nun canlandırdığı kadının “orgazm takıntısı”na film zaman zaman eğlencesi inkâr edilemeyecek şekilde 1970’lerin Fransız erotik filmlerinin görünümüne de bürünüyor.

İki adamın Miou-Miou ve Jeanne Moreau ile olan sahnelerinin zaman zaman Truffaut’un 1962 tarihli başyapıtını (“Jules et Jim – Unutulmayan Sevgili”) çağrıştırdığı filmde Depardieu’nun karakteri genellikle fikirleri üreten kişi rolünde ve iki genç adam arasındaki ilişkide bir gizli lider havası taşıyor sanki. Onun arkadaşına yaptığı “taciz yoklaması”nı da yine bu liderliğine bağlamak mümkün herhalde. Sadece hikâyesi ve anlatım dili ile değil, başka yönleri ile de (üç arkadaşın otostop yaptıkları bir sahnede kendilerini almayan tır şoförünün arkasından “Kahrolası proleterya” diye bağırmaları gibi) tam bir “Fransız filmi” olan bu çalışmada iki adamı “iyi bir insan” olarak görmemizi sağlayacak sahneler de var. İntihar eden bir kadının oğluna -elbette seksi de içeren- yardımları ve bu intihardan sonra bir başka kadına sığınarak döktükleri göz yaşları onları da “normal” kılıyor ama ikincisini çabucak unutuvermeleri gerçek kişiliklerinin ne olduğunu bize hemen hatırlatıyor.

Bu günlerde John Torturro’nun “The Jesus Rolls” adı ile yeni çevrimini gerçekleştirmekte olduğu film anti-kahramanları canlandıran Depardieu ve Dewaere’nin karakterlerinin “edepsiz çekicilikleri”ne çok iyi uyan performansları ile de dikkat çeken bir çalışma. Zor rollerin altından ustalıkla kalkmış iki genç oyuncu ve sevilmesi zor (hatta imkânsız) iki genç adamı etkileyici ve güçlü karakterler kılmayı başarmışlar. Çok kısa ama kritik bir rolde görünen Isabelle Huppert’in hoş bir sürpriz olarak karşımıza çıktığı hikâyede, Fransız sinemasının iki güçlü kadın oyuncusu Miou-Miou ve Jeanne Moreau da başarılı performanslar veriyorlar ve özellikle Moreau nispeten kısa ama önemli rolünde uzun süre etkisinde kalacağınız bir karakter çiziyor ve hikâyenin en dramatik sahnelerinin birinin kahramanı olarak damgasını vuruyor filme. Seks dışında hiçbir şeye inanır gibi görünmeyen ve bu bağlamda nihilist olarak da nitelendirebileceğimiz iki adamın bu macerası komedisine ve karakterlerinin kayıtsızlığına rağmen kasvetli bir havası da olan ve rahatsız edici olabileceği unutulmadan seyredilmesi gerekli bir film ve burjuva ikiyüzlülüğüne de atılmış önemli bir tokat.

(“Going Places”)

2011 Festival Notları 2

Ha Ha Ha – Hong Sang-Soo : Erkekler ve onların boş hayalleri, hikâyeleri anlatmak ve yaşamak üzerine yönetmenin daha önceki filmlerinin tarzında ve sürekli bir gülümseme ile seyredilen filmlerden. Aynı zamanlarda aynı yerde olan kahramanlarının bunun farkında olmadan birbirlerine anlattıkları ortak hikâyeleri güldüren değil gülümseten bir filme kaynaklık ediyor ve filmin şaşkın kahramanlarına hani nerede ise aşık ediyor sizi. Hafif üslupçu bir tavır ve alçak gönüllü doğal oyunculuklar filmi daha da cazip kılıyor.

La Noire De… – Ousmane Sembene : Afrika sinemasının ilk örneklerinden. Koloniler, ırkçılık, sömürge, üst-alt sınıf ilişkisi üzerine çarpıcı bir stil denemesi de içeren etkileyici bir film. Ezilenleri temsil eden kahramanımızın hiç konuşmadığı ve sadece iç sesini duyduğumuz film varlığından haberdar olmadığınız ama seyredince büyük keyif aldığınız o gizli mücevherlerden. Çarpıcı finali, bazılarının saygınlığı ve iktidarı ancak ezdiklerinin varlığı ile elde edebildiğini göstermesi ve beklenenin tersine güçlü olanın değil güçsüz olanın bireyselliğinin öne çıktığı anlatımı ile festivalin zirvelerinden biri oldu benim için.
(“Black Girl” – “Kara Kız”)

Les Bruit des Glaçons – Bertrand Blier : Usta Fransız bir sinemacıdan ancak Fransız sinemasından çıkabilecek bir film. İnsan kılığında hayatına giren kanseri ile baş etmeye çalışan adamın kimi zaman oldukça komik olan kara mizah tarzındaki hikâyesi riskli bir konuyu kurallara, normlara pek de takmadan anlatıyor. Jean Dujardin’in başarılı ve dinamik bir oyunculuk gösterdiği film kanser insan olsaydı herhalde bu olurdu dedirten tiplemesi ile sinir bozucu bir durumu getiriyor karşımıza. Bu durumu dengeleyen “aşırı iyi sonu” ve her hikâyeyi inandırıcılığın sınırları içinde anlatan Hollywood sinemasına inat tarzı ile ilginç bir film. Amaçladığı kadar değil ama yine de yaratıcı ve çarpıcı.
(“The Clink of Ice” – “Buz Sesi”)