The Book Thief – Brian Percival (2013)

the-book-thief“İşimi yaparken insanların hem en iyi hem en kötü yanlarına tanık oluyorum. Çirkinliklerini görüyorum ve güzelliklerini. Ve ikisinin nasıl aynı anda var olabildiğine hayret ediyorum”

İkinci Dünya Savaşı sırasında, kendisini evlat edinen bir ailenin yanında Almanya’da yaşayan bir genç kızın “ödünç aldığı” kitaplar üzerinden hayata tutunmasının hikâyesi.

Avustralyalı yazar Markus Zusak’ın aylarca New York Times’ın “Çok Satanlar” listesinde kalan aynı adlı kitabından sinemaya aktarılan, senaryosunu Michael Petroni’nin yazdığı ve yönetmenliğini Brian Percival’ın üstlendiği bir ABD – Almanya ortak yapımı. Kitabın popülerliğine ulaşamasa da gişede iyi gelir yapan bu film, Naziler, Yahudiler, savaş, fedekârlık, dayanışma, sevgi ve sanatın (burada edebiyatın) gücü üzerine daha önce tanığı olduğumuz şeyleri söyleyen, eli yüzü düzgün, Emily Watson’un oyunu ile -her zamanki gibi- göz doldurduğu ve popüler/ticarî sinemanın kalıplarında ilerleyen bir çalışma. Sık sık bir televizyon filminin “normalliği” içinde hareket eden film seyircisini hiç şaşırtmaması nedeni ile pek de kalıcı olamıyor. Yine de, azrailin/ölümün zaman zaman anlatıcı rolünü üstlendiği bu çalışma, rahatça seyredilmesi, kötülüğün karşısına iyiyi koyması ve umudu ayakta tutması ile ilgi çekebilir.

Çalışması ile Oscar’a aday olan John Williams’ın müziği (ki güçlü ve hikâyeye uyan bir müzik bu ama Williams’ın o klasik Hollywood formüllerini tıpatıp uyguladığını da söylemek gerekiyor) ve Florian Ballhaus’un özellikle karakterleri ve objeleri beyaz zemin (kar, bulutlar, buharlı trenin dumanı vs.) ile birlikte görüntülediği sahnelerde hayli ciddi bir çekicilik kazanan çalışması filmin profesyonel standartlarının yüksekliğinin kanıtı ve Brian Percival’ın güvenli ve dolayısı ile bilindik sulardan hiç ayrılmayan ve yönetmenin televizyonda yoğunlaşan kariyerinin izlerini taşıyan çalışması da hemen hiç risk içermiyor. Romanın “genç yetişkinler” için olan havasını sinemaya taşımayı başaran filmin bu bağlamda başarılı olduğu söylenebilir ama film hemen hiçbir anında özel bir yaratıcılık veya sinema dili açısından bir çekicilik oluşturamıyor. Karakterler tam da beklendiği gibi hareket ediyor ve konuşuyor, olaylar tahmin edileceği gibi gelişiyor vs. Öyle ki ölümün anlatıcı rolünü üstlenmesi bile özel bir heyecan yaratamıyor çoğunlukla. Filmin dil sorunu ise altyazı okuma özürlü ABD seyircisinin de, onun için film üreten ABD sinemasının da hiç değişmeyeceğinin yeni bir örneği olarak çıkıyor karşımıza ve çok rahatsız ediyor gerçekten. Almanya’da geçen ve tüm karakterlerin Alman olduğu filmde herkesin İngilizce konuşması artık alıştığımız bir durum ama bazılarının Alman aksanı ile (ana dili İngilizce olan oyuncuların Alman karakterleri canlandırdıkları için Alman aksanı ile konuşmaları üzerinde yorum yapmaya bile gerek olmayan bir saçmalık kuşkusuz) İngilizce konuşması, İngilizce konuşan karakterlerin “and” yerine özellikle “und” demesi veya benzer bir saçmalık ile, İngilizce bir cümlenin içinde -hayır demek için- “nein” kelimesini kullanmaları ya da marşların Almanca okunması gibi saçmalıkların savunulacak bir yanı yok elbette.

Kristal Gece’den kitap yakma törenine (ne kadar tanıdık olursa olsun, kesinlikle etkileyici oluyor içeriği nedeni ile) ve yakalarında sarı yıldızlarla yürüyen Yahudi kâfilesine görmeyi beklediğiniz her şeye yer veren senaryonun filmin adının aksine kitabı yeterince vurgulamadığını da söylemek gerekiyor. Kitap çalma/okuma/paylaşma sahnelerine rağmen bir obje ve sanatın sunum aracı olarak kitap ve hikâye anlatma yeterince kendisini gösteremiyor hikâyede. Sığınaktaki hikâye anlatma sahnesi örneğin, fazlası ile zorlama görünüyor ve beklenen duygusal etkileyiciliği yaratamıyor ki bunda yönetmenin mizanseninin ciddi payı var. Oysa H.G.Wells’in filmde de okunan, “The Invisible Man – Görünmez Adam” kitabının baş karakeri ile özdeşleştirilen bir karakteri var filmin ve hayli güçlü bir hikâyenin kaynağı olabilirmiş bu durum ama nerede ise öylesine dile getiriliyor bu, film tarafından. Yeterince başarı ile oluşturulamamış olsa da, genç kızın evlerinin bodrumunda sakladıkları genç Yahudi adama göremediği ve hissedemediği havanın durumunu tasvir etmesi ise kelimelerin gücünü göstermesi açısından önemli bir sahne olarak dikkat çekiyor.

Sophie Nélisse, Geoffrey Rush, Ben Schnetzer ve Nico Liersch’in idare eder bir oyun sergilediği filmin oyunculuk açısından öne çıkan ismi Emily Watson kesinlikle. Bir parça klişe çizilmiş olsa da, “aslında iyi kalpli olan huysuz” kadın rolüne filmin diğer unsurlarında göremediğimiz bir farklılık katıyor ve varlığı ile filmi renklendiriyor kesinlikle. Watson’un varlığı dışında, en trajik koşullar altında bile umudu ve dayanışmayı koruyan insanları yüceltmesi ve kötülüğün karşısında her zaman iyiliğin ve onu sunma aracı olarak sanatın bulunacağını hatırlatması da filmi çekici kılabilir. Özetle, çok önemli olmayan, seyredilip unutulacak türden ama profesyonelliğine lâf söylenemeyecek bir çalışma.

(“Kitap Hırsızı”)