Captive – Brillante Mendoza (2012)

“Bu ülkede bizi hatırlayan kimse kalmadı mı? Çok uzun sürdü bu iş, çok uzun”

2001 yılında Filipinler’de radikal islamcıların çoğu misyoner veya sosyal görevli olan bir grubu fidye için kaçırması ile gelişen olayları anlatan bir hikâye.

Filipin sinemasının yetenekli ismi Mendoza’nın bu filmi yönetmenin önceki filmlerinin aksine Filipin toplumundaki sosyal konulara değil ülkedeki ayrılıkçı İslamcıların gerçekleştirdiği bir kaçırma olayına eğiliyor. 2001 yılında farklı tarihlerde yüze yakın kişi kaçırılmış ve filmimiz de bu olaylardan birini, 20 kişinin kaçırıldığı hikâyeyi ele alıyor. Film daha kısa sürede ele elabileceği bir hikâyeyi bir parça uzatmış görünüyor ve Mendoza’nın çarpıcı üslubunun izlerini yeterince taşımıyor ama hikâye kendisini ilgi ile izletiyor ve Mendoza’nın elinin değdiği özellikle belli olan anlarda hayli etkileyici olmayı da başarıyor.

Ayrılıkçı İslamcı bir örgütün ailelerinden veya devletlerinden fidye alabilmek için kaçırdığı farklı millletlerden 20 insanın yaklaşık 1 yıl süren tutsaklığını anlatan filmin en başarılı yanı Mendoza’nın çoğu hayli kalabalık olan sahneleri ustalıklı bir mizansen anlayışı ile ve neredeyse koreografik olarak adlandırılabilecek bir yaklaşımla çekmiş olması. Bu sahnelerde onca oyuncunun sahne içindeki yerleşimi, yönetmenin el kamerası tercihi ve seyrettiğimizin gerçek görüntüler gibi algılanmasını sağlayacak yaklaşımı ile birlikte filmin seyrinin kesinlikle etkileyici bir deneyim olmasını sağlıyor. Mendoza tutsakların 1 yıl boyunca oradan oraya götürüldükleri ve çoğunlukla ormanlık alanlarda geçen hikâyesinde, ormandaki hayvanların görüntülerini de başarı ile kullanıyor. Bir ağacın dallarında baş aşağı asılı olarak duran yarasalardan kameranın yukarıdan zum yaparak yaklaştığı karınca görüntülerine, bir kuşu yutan yılandan büyülü bir şekilde bir ağacın etrafında görünüveren rengarenk papağana film pek çok etkileyici ana sahip. Pağan sahnesinin filmin gerçekçi havasının dışınd ave ir parça yapay kaldığını da belirtelim bu arada ama bu görüntülerin kullanımının hem hikâyenin sertliği hem de olayların geçtiği ortamın vahşiliğini başarı ile sembolleştirmek gibi bir katkısı var ve benzer bir yaklaşımın pek de işlemediği Reha Erdem’in “Jîn” filmini hatırlıyoruz ister istemez. Bu filmde kaçırılan kayığın etrafında zıplayan yunus görüntüleri örneğin, Jîn filmindeki ceylanın “büyülü gerçekçiliğinin” aksine kesinlikle sırıtmıyor.

Yönetmenin de yazımına katıldığı senaryo radikal islamcı militanların bir yıl süren bu kaçırma olayı sırasında yaptıklarına ne derece objektif yaklaştı bilmiyorum ama kararlılıklarını göstermek veya yolculuklarına engel olduğu için kimi tutsakları öldürmeleri (dehşetli satırla kafa kesme sahneleri var filmde), kadın tutsakları cinsel ilişkiye girmek için evliliğe (!) zorlamaları veya Kuran’a gösterilmesini istedikleri saygıyı denize döktükleri İncil’e göstermemeleri gibi kimi müslümanları rahatsız edebilecek sahneler karşımıza geliyor hikâye boyunca. Burada filmin karakterlerine ve yaptıklarına “dışarıdan” baktığını da eklemek gerek; özellikle imam nikâhı sahnesi filmin yaratıcılarının İslam dışından olduklarını net bir şekilde ortaya koyuyor. Aslında film tutsaklar dahil herhangi bir karakterin analizine veya bir birey olarak tanıtımına kesinlikle girişmiyor. İki saati bulan bir süresi olan filmin sadece olayın kendisine odaklanması ve hele de Isabel Huppert gibi olağanüstü bir oyuncunun da aralarında bulunduğu kadrodan hemen hiç kimseye gerçek anlamda yakınlaşamamak filmin zayıf yanlarından biri aslında ve Mendoza’nın önceki filmlerinden hayli farklı bir yere koyuyor hikâyeyi. Karakterlerin bir kısmının “Stockholm sendromu” ile kendilerini kaçıranlara sempati duyar hale gelmesi ve buna karşılık Huppert’in karakterinin katı bir katoliklik inadını çağrıştıracak şekilde bundan uzak kalması da bu nedenle yeterince etkili olamıyor.

Bir yıl süren tutsaklık dönemine 11 Eylül saldırısının da denk gelmesi hikâyeye, daha doğrusu filmin yaratıcılarına ek bir katkı sağlamış görünüyor. Senaryonun militanlara dışarıdan bakışını da onların bu saldırıdan duyduğu sevinçle desteklemiş filmin yaratıcıları. Film zaman zaman hümanist bir bakışa da kayıyor (örneğin tutsaklardan biri ile çocuk militanlardan birinin yakınlaşması) ama senaryo bu bakışı da ilerletmemeyi tercih ediyor ve yakınlaşmayı daha çok “onların yaptıklarının da bir gerekçesi var” tezini ama oldukça alçak tondan söylemek için kullanmakla kalıyor. Huppert’in başta röportaj için gelen gazeteci ile konuştuğu sahne olmak üzere birkaç bölüm dışında alıştığımız güçten uzak görünmesinin de sorumlusu gibi görünen yüzeysel kalma tercihinden zarar görmüş görünen film, tek başına bir macera filmi veya dramatik bir kaçırma hikâyesi olarak ele alınmayı bekliyor gibi ve böyle bakınca da amacına erişmiş görünüyor. Uzamış akışına rağmen ilgiyi hemen hep canlı tutmayı başarıyor denebilir film için.

(“Tutsak”)

Kinatay – Brillante Mendoza (2009)

“Seni öldürmemem için tek bir neden söyle bana; fahişesin, uyuşturucu bağımlısısın ve dolandırıcısın”

Küçük yasadışı işlere bulaşan bir kriminoloji öğrencisinin tanık olduğu hunhar bir cinayetin hikâyesi.

Filipinli yönetmen Brillante Mendoza’dan 2009 Cannes festivalinde En İyi Yönetmen ödülü kazanmış bir film. Armando Lao’nun senaryosu oldukça düz ama çok etkileyici bir hikâyeye kaynaklık ederken Mendoza’nın yönetmenlik becerisi bu hikâyeyi tam bir sinema dersi kıvamında ve çok çarpıcı bir sonuca dönüştürüyor. Başta oldukça uzun süren minibüs içindeki yolculuk bölümü olmak üzere çeşitli anları ile sinemada hareket bekleyenleri zorlayabilecek ama bir parça çaba ile içine girildiğinde kusursuza yakın keyfi ile seyredeni ödüllendirecek bir film.

Mendoza’nın filmi şehirden sokak görüntüleri ile başlarken yavaş yavaş karakterlerini tanıtmaya girişiyor. Ardından gece kulübünden kadının kaçırılması ve onu takip eden uzun bir yolculuk, hunharca işlenen bir cinayet ve geri dönüş sahneleri ile devam ediyor film. Bu şekilde okunduğunda çok düz görünen ve zaten böyle olması da amaçlanmış bir hikâyeyi Mendoza tam da hikâyeye yakışır bir tarzda basit görünen ama derdini seyircinin kaçınamayacağı bir netlikte anlatıyor. Filmin ilk bölümünde birkaç aylık çocuğu olan ve kız arkadaşı ile evlenmek üzere olan baş karakterimizin hayatını oldukça sıcak, sevimli ve hafif bir tarzda anlatıyor Mendoza. Bu sırada şehrin sokaklarından yansıttığı görüntüler el kamerası ile çekilmiş ve hem şehrin yoksulluğunu hem de insanların yaşam sevincini benzersiz bir şekilde getiriyor karşımıza. Tüm filmde olduğu gibi bu bölümde de filmin ses kurgusu hayli etkileyici ve adeta kendinizi sahnenin içinde hissetmenizi sağlıyor. Bu yumuşak sahnelerde bir an görüntüye gelen restoranda tabaktaki parayı aşırma anı bir şeylerin gösterildiği gibi olmadığını ve bizi tedirgin edecek bir takım gelişmelerin yaklaşmakta olduğunu ima etmesi ile hayli başarılı bir yaratıcılık örneği olarak dikkat çekiyor.

Hayli uzun süren minibüs içindeki yolculuk ise bir takım numaralara başvurmadan sinemada yaratılmış en başarılı tedirgin ve korkmuş karakteri getiriyor karşımıza. Coco Martin’in genç ve masum yüzünü başarı ile emrine verdiği karakterin önce tanığı sonra da parçası olduğu ve zalimce işlenen bir suçun yarattığı tedirginlik kadının kaçırılma anından itibaren filmin havasına egemen oluyor. Burada bir bireyin içine düştüğü ikilem (şiddetle ihtiyacı olduğu için karıştığı yasadışı işe bulaşmak veya artık eğer geri dönüş mümkün ise bu hayattan sıyrılmak) söz konusu ediliyor görünse de film çok daha toplumsal bir hikâye anlatıyor aslında. Paranın ve gücün hâkim olduğu tüm çağdaş kapitalist/liberal toplumlarda sıradan insanların nasıl kolayca yozlaşmanın bir parçası olabildiklerini ve tüm doğal içgüdülerine karşın nasıl şu ya da bu boyutta kötülüğe katkıda bulunabildiklerini vurgulayan filmin en büyük başarısı kahramanının kötülük karşısındaki tereddütünü hissettirdiği anlar. Mendoza özellikle otobüs terminalindeki sahnede kahramanımızın kaçmadığını mı yoksa kaçamadığını mı nerede ise belirsiz bırakıyor ve filminin “tereddüt ve tedirginlik” ile özetlenebilecek içeriğini net olarak ortaya koyuyor. Üstelik gencin tüm film boyunca üzerinde önünde kriminoloji yazan bir tişört ile dolaşmasının yarattığı çelişkiyi ve aslında bu çelişki üzerinden Mendoza’nın genel olarak toplumun tümünün yozlaştığını ve bu yozlaşmanın karşısında durması gereken güçlerin de onun bir parçası olduğunu vurucu bir şekilde göstermekten de çekinmiyor filmimiz. Mendoza kadına tecavüz edirken çetenin elemanlarının aileleri ve polislik mesleği üzerine olan sohbetlerini veya cinayetin ardından yapılan “mıntıka temizliği” sırasında cep telefonları hakkında konuşulmasını da yine işte toplumun genlerine sızmış kötücüllüğün nasıl da içselleştirildiğinin örneği olarak getiriyor karşımıza.

Nerede ise gerçek zamanlı anlatılan ve çoğunlukla el kamerası kullanılan film, başta Mendoza’nın yönetmenlik becerisi olmak üzere ve bu becerinin bir örneği olan tereddüt ve tedirginlik anları ile kesinlikle görülmesi gereken bir çalışma. Başlangıç bölümlerindeki aydınlığın yerini karanlık ve dijital görüntülere bıraktığı film yine aydınlık görüntülerle sona ererken her birimizin hayatındaki kötülük (ister faili ister umursamayan bir gözlemcisi olarak parçası olduğumuz) anlarına bir pencere açıyor ve onunla yüzleşmemizi istiyor sanki. Tam bir ana akım Amerikalı sinema eleştirmeni olan Roger Ebert’ın Cannes festivalinde gösterilen en kötü film olarak damgaladığı eserin, hem “bir şey olmayan” uzun sahneleri hem de kimi sert sahneleri ile belki seyri pek de kolay değil ama sinemasal değerinin çok yüksek olduğu açık Ebert’in yargısının aksine.

(“Butchered” – “Katliam”)

Lola – Brillante Mendoza (2009)

“O benim torunum!”

Birinin torunu diğerinin torununu öldüren iki yaşlı kadının hikâyesi.

2005 yılında çektiği “Masahista” filminden başlayarak önce ülkesinde sonra da uluslararası arenada hayli başarı kazanan Filipinli yönetmen Brillante Mendoza 2009’da “Kinatay” adlı filmi ile Cannes’da en iyi yönetmen ödülünü alarak ismini başarılı çağdaş sinemacılar arasına kattı. Yine 2009’da çektiği “Lola” adlı bu filmi ise diğer filmleri gibi bolca ödül kazanmış bir çalışma ve belgesele yakın havası, tarafsız ve dürüst yaklaşımı ve bir sinemacının anlattığı hikâyeye hiç müdahele etmeden nasıl sadece tanıklık rolünü üstlenerek de ortaya müthiş bir iş çıkarabildiğini göstermesi açısından önemli.

Film Manila’da yaşayan iki yoksul ve yaşlı kadının, biri torununun cenazesini düzenleyebilmek diğeri ise cinayeti işleyen torununun kefaletini yatırabilmek ve diğer aile ile tazminat yolu ile uzlaşıp davayı düşürebilmek için, para bulmaya çalışmalarını anlatırken seyirciyi hemen hiçbir anında gerçeklik duygusundan uzaklaştırmaması ile dikkat çekiyor öncelikle. İki tecrübeli kadın oyuncunun (filmin çekildiği tarihte biri 85, diğeri 79 yaşında olan Anita Linda ve Rustica Carpio) müthiş oyunculukları ile seyirciyi peşinden sürükledikleri bir film bu. Peşinden sürüklemek bir yandan çok doğru bir yandan da filmin sakin ve olaysız hikâyesi düşünüldüğünde garip bir tanımlama aslında. Çok doğru çünkü kamera filmin tüm süresi boyunca iki kadını sıra ile takip ediyor ve biz seyirciyi onların bu “sıradan” hikâyelerinin tanığı yapıyor. Burada tanıklık tam da yönetmenin amaçladığı tanımlama olsa gerek çünkü kamera iki kadını odağına aldığı yakın planlar dışında genellikle belli bir mesafesini koruyor gösterdikleri ile ve gerek diyalogların gerekse oyunculukların doğallığı ile izlediğimizin bir gerçek hikâye olduğunun altını çiziyor adeta.

Manila’nın yoksul bölgelerinde geçen filmin iki odak noktası var temel olarak; birincisi para bunların diğeri ise iki kadının hedeflerindeki ısrarcılıkları. Torunları için harcamak amacı ile peşinde oldukları para gerek kadınların parayı bulmak için harcadıkları çabalar ile gerekse para ödüllü televizyon yarışmasından tefecilik bürolarına kadar sürekli kendisini gösteriyor. Adalet duygusu veya diğer değerlerin sıradan ve yoksul insanlar için para karşısında önemini yitirebileceğini söylüyor film ve bunu hiçbir şekilde eleştiri konusu da yapmıyor. Neyin doğru neyin yanlış olduğunun karışabileceği bir dünya bu ve örneğin kadınlardan birinin pazarda sebze sattığı müşterisini kandırarak ondan fazla para almasını sadece tespit eden ve kesinlikle bir tartışmanın konusu yapmayan bir anlatım ile gösteriyor seyirciye. Filmin bu “materyalist” yaklaşımı kesinlikle rahatsız etmiyor çünkü kadınların içinde bulundukları yaşam koşulları, hapishanedeki aşırı kalabalık, borç almak için kredi bürolarına doluşan insanlar bu hayatta ayakta kalabilmek için bir takım değerlerin ancak zenginlerin sahip olabileceği bir lüks olduğunu gösteriyor.

Bu derece gerçekçi bir tavrı olan ve dramın, çarpıcılığın veya sansasyonun değil sadece hayatı göstermenin peşinde koşan bir film için şaşırtıcı bir görsel başarı söz konusu. Nehir kıyısındaki kulübelerdeki yaşamı tespit eden, kadınların peşinde Manila’nın yoksul ve sefalet içindeki sokaklarını dolaşan kamera zaman zaman unutulmaz kareler yakalıyor film boyunca. Bu unutulmaz karelerde su önemli bir yer tutuyor ve sık sık yağan yağmurdan nehire kadar, su filme estetik açıdan çok şey katıyor. Bu estetik duygu hemen hiçbir anında filmin gerçeklik duygusunu zedelemiyor üstelik ve örneğin yönetmene artistik fırsatlar tanıyan nehir üzerinde kayıkla taşınan tabut sahnesinde bile bu fırsat kötüye kullanılmıyor yönetmen tarafından. Manila görüntülerini kameraları ile saptarken sefalet görüntülerinin çarpıcılığının şehvetine kapılmış görünen yabancılar üzerinden bu kötüye kullanımı bir eleştiri konusu yapıyor aksine.

Belki bir parça gereğinden fazla yavaş olduğu söylenebilir ama gerçekliğin peşine düşümüş görünen film yoksulluğun yarattığı koşullar içinde yaşamanın ve sağ kalmanın kurallarını ve bu ortamlarda değerlerin farklı biçimler alabileceğini güçlü bir şekilde anlatan dili ile görülmesi gerekli bir çalışma. Basit görünen senaryosunda iki kadının hikâyesini ustalıkla birleştiren Linda Casimiro’nun başarısını da atlamamalı.

(“Grandmother”)