La Prière – Cédric Kahn (2018)

“Peder François senin aşırı doz yüzünden burada olduğunu ama kurtulmak istediğini söyledi, doğru mu bu? Bu evde işlerin nasıl yürüdüğünü söylediler mi sana? Kurallarımız katıdır. Motive olmalısın. Burada ne uyuşturucu, ne alkol ne de sigara bulabilirsin. Dış dünya ile iletişim yasak, kızlarla da. Onların evi ayrıdır. Bütün enerjini dua etmeye ve çalışmaya adamalısın ve dostluğa. İlk birkaç ay hiç yalnız başına kalamazsın. Gece ve gündüz yanında oğlanlardan biri olacak; bir ağabey gibi koruyucu meleğin olacak senin. O da senin çektiklerini çekti. Ona güvenebilirsin. Endişe etme. Burada kimse seni yargılamayacak. Hepimiz yaşadık aynı şeyi. Ben yıllarca alkolle savaştım. Darmadağın olmuştum. Ne bir planım ne de geleceğim vardı; ama bu evin sayesinde kendimi yeniden yarattım, Tanrı’nın lütfu sayesinde”

Uyuşturucu bağımlılığından kurtulmak için; dağlarda izole bir şekilde yaşayan, dua ederek ve çalışarak kendilerini temizlemeye çalışan bir topluluğa katılan genç bir adamın hikayesi.

Aude Walker’ın bir düşüncesinden yola çıkan senaryosunu Fanny Burdino, Cédric Kahn ve Samuel Doux’un yazdığı, yönetmenliğini Kahn’ın üstlendiği bir Fransa yapımı. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan ve baş karakteri Thomas’ı oynayan genç oyuncu Anthony Bajon’a çok hak edilmiş bir En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandıran film dağda yaşayan topluluk üzerinden “din ve dua”ya sığınmayı odağına alan ama beklenenin tersine bu temaya kesinlikle eleştirel bir açıdan bakmayan bir çalışma. Mekanın bulunduğu doğanın olağanüstü güzelliğinden ustaca yararlanan film gerçekçi finali ile doyurucu bir sona ulaşan, dünyayı “sevginin ve sevdiğine duyulan inancın”kurtaracağını savunan ve bunu yaparken de duayı ve Tanrı sevgisini bunun yollarından sadece biri olarak gösteren ilginç bir sinema eseri.

2018 yılında Fransız ana akım sinemasında bir dinî organizasyona ve onun arınmak için duaya sığınmayı öneren öğretisine eleştirel yaklaşmayan bir film bulmak hayli ilginç; öncelikle üzerinde durulması gereken yanı bu filmin. Cédric Kahn’ın filmi hikâyenin önemli bir boyutunun geçtiği dinî topluluğa ve oradaki uygulamalara tam bir tarafsızlıkla yaklaşıyor ve hatta zaman zaman bu tarafsızlığın bir adım ötesine de geçerek topluluğun hayatının “güzelliğini” öne de çıkarıyor. Oraya gelen herkesin mutlaka bir kurtuluşa eriştiğini iddia etmiyor film ve bunun tersi durumları da gösteriyor; ya da daha önemli bir örnek olarak kahramanımızın “koruyucu meleği” olan karakterin iki yıldır bağımlılığından tamamen uzak yaşadığı bu yeri terk etmeye korktuğunu, çünkü dışarısı için kendini yeterince güvenli hissetmediğini de söylüyor. Kimi eleştimenlerin de vurguladığı gibi bir “parmaksız hapishane” olarak nitelendirilebilir belki de bu topluluk; yine de hikâye boyunca bir günah çıkarmaya veya “Adsız Alkolikler” toplantılarındakilere benzer konuşmaları sık sık karşımıza geliyor. Filmin bu içeriği kimi seyirci ve eleştirmenleri hikâyenin katolikliğin propagandasını yaptığını öne sürmeye götürecek kadar rahatsız etmiş. Buna karşıt görüş olarak farklı şeyler söylenebilir; örneğin gruptaki farklı genç adamların “gerçekten inanıp inanmadıklarından emin olmadıklarını” ama “duanın rahatlatıcı gücünü kabul ettiklerini” söylediklerine tanık oluyoruz. Dolayısı ile Kahn burada bize her ne kadar dinden yola çıksa da başka bir şey söylüyor belki de: Din ya da başka bir şeye -ama insana güzeli ve doğruyu öğütleyen bir şeye- inanmanın verdiği güç.

Topluluğun, üyelerine güven, hoşgörü, dayanışma, sevgi ve saygı üzerinden sağladığı bir güç ve irade var kesinlikle ve bunlara bir yaratıcıya olan inancı da ekliyor film. Ne var ki bir dünyevî aşkı da en az onlar kadar değerli gören bir hikâye bu. Başka hiçbir tıbbi tedavi veya “seküler” bir terapi yöntemi kullanmadan, sadece dua ve çalışma üzerinden ilerleyen bir tedavi yöntemi var burada ve grup üyelerine her ihtiyaçları olduğunda -hiçbir yargılamada bulunmaksızın- sevgi ve dayanışma sunuluyor. Dolayısı ile belki de bu kavramları burada içinde sunuldukları dinsel boyutundan uzaklaşarak değerlendirmek gerekiyor filme bakarken. Açıkçası “itiraflar ve hikâyeler”i dinlediğimiz sahnelerde bireylerin bağımlılıkların pençesine düşmelerinde sevgi ve dayanışma ile birlikte bir inancın -ille de bir yaratıcıya yönelik olmak zorunda değil bu inanç, bir bireye de olabilir örneğin- ve inanılmanın eksikliğinin de öne çıktığını görüyoruz. Yine de şunu kabul etmek gerekir ki hikâye hiçbir eleştirel boyut getirmeden ve tek bir sahnede bile aksi bir görüş sunmadan dinin kendisini doğru alternatiflerden biri olarak sunuyor. Kahramanımızın başına gelen mucize de hem bir dinsel boyutla hem de bilimsel bir yaklaşımla açıklanabilirliği ile hikâyenin bir “tek doğru yol” sunmamasının örneği olarak görülebilir her ne kadar kahramanımızı bunlardan birine kesin inanca götürse de.

Üzerinde durduğu kavramları (inanç, sevgi vs.) Hollywoodvari bir duygusallığa boğmadan sergileyen filmin kahramanı Thomas’ı canlandıran Anthony Bajon kesinlikle olağanüstü bir performans gösteriyor. Karakterinin başlardaki öfkesine ve krizlerine tanık olduğumuza sahnelerden tüm o sorgulama anlarına dürüstlüğünü hep hissettiğiniz sade ve çok güçlü bir oyunculuk gösterisi sunuyor bize. Usta Alman oyuncu Hanna Schygulla’nın etkileyici bir doğallıkla karşımıza getirdiği rahibe ile olan sahnesinde kendisi ile birlikte bir sığınma ve teslimiyet havasına sokuyor sizi Bajon. Belçikalı görüntü yönetmeni Yves Cape’in kelimenin her anlamı ile güzel görüntüleri eşliğinde anlatılan bu “parmaklıkları olmayan hapishane” hikâyesi Katolik kilisesinin kesinlikle rahatsız olmayacağı içeriğine rağmen, daha güçlü bir iradeye teslimiyetin ve sığınmanın yanına bireysel iradeyi de koyan ilginç bir çalışma.

(“The Prayer” – “Dua”)