Breezy – Clint Eastwood (1973)

“Evet, belki bu gece yatacak bir yere ihtiyacım vardı. Ama tanıdığım tek kişi sen değilsin. Sadece, burada seninle kalmak güzel olur diye düşünmüştüm. Ama şunu bil ki sabah uyandığımda yanımda olduğuna beni pişman edecek hiç kimse ile yatmadım hiç ama eminim sen yapmışsındır bunu”

Özgür ruhlu bir genç kızla, otostop yaparken tanıştığı ve yaşı kendisinden hayli büyük erkek arasında başlayan ve aşka dönüşen ilişkinin hikâyesi.

Jo Heims’in orijinal senaryosundan Clint Eastwood’un çektiği bir ABD yapımı. Eastwood’un 1970’lerde sert hikâyelerin oyuncusu olarak popülerliğinin zirvesinde gezindiği bir dönemde çektiği ve önceki yönetmenlik çalışmalarının aksine kendisinin rol almadığı (bir sahnede “Marinadaki adam” olarak çok kısa geliyor görüntüye) ilk film olan bu çalışma, yaşlanmakta olan bir adam ile 70’lerin özgür ruhlu gençlerinden (hippilerinden ya da) bir kız arasındaki aşkı anlatan bir romantik dram. Başrollerde William Holden gibi klasik Hollywood döneminin ustalarından birinin ve kariyerinin başlarında (ve o tarihte 19 yaşında olan) Kay Lenz’in yer aldığı film gişede başarısız olmuş ve hikâyesinin yeterince güçlü olmaması nedeni ile seyirci üzerinde kayda değer bir etki yaratamamıştı. Eastwood gişe başarısızlığını yapımcı firmanın pazarlama eksikliğine bağlasa da film Hollywood’un güçlü romantik dramlarından biri değil açıkçası. Holden’ın aksamayan performansı, -filmin Türkiye’de vizyona girdiği adı referans alırsak- “İkinci Bahar” şansı karşısında bir yetişkinin tutumunu özenle anlatması ve bir küçük hikâye tadını taşıması ile ilgi ile seyredilebilir yine de.

Yataktaki uyuyan genç bir çıplak çiftle açılıyor film. Kameranın taradığı mekândaki objeler bir hippi evinde olduğunu gösterirken bize, kadının hareketlerinden ve sonra da adamla aralarındaki konuşmalardan aslında orada yaşamadığını ve ilk defa bir önceki gün tanıştıklarını anlıyoruz. Kadın gitarını alıp çıkıyor özgür hayatına devam etmek üzere. Breezy adındaki ve 19 yaşındaki genç kadın kısa bir süre sonra, eşinden boşanmış bir erkek olan ve aralarında 31 yaş fark olan emlakçı bir adamla tanışacak ve erkeğin planlamadığı ve beklemediği bir içeriğe doğru ilerleyecektir ilişkileri. Michel Legrand’ın Altın Küre’ye aday gösterilen başarılı müzikleri ve şarkısının (“Breezy’s Song” adlı bu şarkıyı Shelby Flint seslendiriyor) sağlam bir destek sağladığı ve işte bu ilişkiyi anlatan hikâye yeterince güçlü değil ama yine de aşktan hangi koşul altında olursa olsun uzak durmamak gerektiği duygusunu seyirciye geçirmeyi başarıyor. Adamın kötü biten evliliğinin sonucu olarak, hiçbir bağlanma ve söz içermemesine özen gösterdiği ve çoğu bir gecelik olan ilişkilerle süren hayatına özgür ruhlu ve koşulsuz/beklentisiz sevmeye inanan genç kadının getireceği heyecan hem olumlu hem olumsuz etkiler yaratacaktır doğal olarak ve film de seyirciyi bu maceraya ortak etmeyi başarıyor çoğunlukla.

Bir sinema filminden çok, bir televizyon filmini çağrıştırıyor Eastwwod’un sinema dili burada ama hikâyesine hizmet ediyor yine de. Genç kadının kurallardan ve kısıtlardan bağımsız, herkesin içindeki iyiye odaklı naif yaklaşımı ile adamın tam ters yöndeki tutumunun doğal çatışmasını içerik ve görsellik açısından bize yeterince taşıdığını söyleyemeyiz filmin. Holden’ın karakterinin bağlanmama prensibinin bağlanmanın toplumsal kısıtlarından uzak olan bir kadın tarafından tehdit edilmesi aslında oldukça ilginç bir kaynak yaratıyor bir dramatik gerilim için ama hikâyenin bunun üzerine hak ettiği kadar gittiğini söylemek zor. Bunun yanında, erkek ile kadın arasındaki yaş farkının zaman zaman rahatsız edici bir “erkek bakış açısı” ile ele alındığı hissini de veriyor film. Bir sahnede adamın uyumakta olan genç kadını omuzlayarak eve götürdüğünü ve yatırdığını görüyoruz ve bir diğerinde adam, köpek ve pamuk şekeri yiyen kız resmi bize bir aile tablosunu hatırlatıyor daha çok. Benzeri seçimlerle (veterinerdeki köpek sahnesi veya kızın adama sevgisini dile getirirken kullandığı sözcükler) birlikte bilinçli (ve dolayısı ile tehlikeli) bir tercih mi bu emin değilim ama kadının tüm “özgür ruhu”na rağmen ilişkinin geleceği ile ilgili kararın finalde adam tarafından atılan/atılmayan bir adımla belirlenmesini de eklerseniz bunlara, bir parça kuşku duymanız gerektiği açık olan biteni seyrederken.

Breezy ilginç bir karakter; sevgi dolu olması ve herkesi sevmeye (ve vermeye) odaklanması Camille Vidal-Naquet’in 2018 tarihli “Sauvage” filminde Félix Maritaud’nun canlandırdığı Léo karakterinin öncülü bir bakıma. O da insanların kötü olabileceğinden bağımsız hareket ediyor ve adamın kendisini uyarmasına rağmen (“Karşındaki ne kadar kötü olursa olsun, iyi bir yanını buluyorsun. Ama dünyada sadece kötü olan şeyler, tek amacı kötülük yapmak olan insanlar da var”) inandığı yoldan vazgeçmiyor. Filmin kusurlarına rağmen ilgiyi hak etmesinde bu karakterin önemli bir payı var kuşkusuz. Ne var ki “Sauvage” ve baş karakterinin seyirci üzerinde bıraktığı güçlü etki ile karşılaştırıldığında, Eastwood’un bu filmindeki karşılıklarının fazlası ile mütevazı kalması kaçırılan fırsatın da göstergesi oluyor açık bir şekilde.

Holden’ın dengeli ve güçlü oyunculuğunu özenle sergileyerek önemli bir katkı sağladığı filmde Lenz de yeni bir oyuncu olarak hiç aksamıyor ve iyi bir oyunculukla, aksi bir durumda zorlama görünebilecek bir karaktere hakkını veriyor. Türkçe adının çağrıştırdığının aksine sadece bir insanın son bir fırsatını değerlendirmesini anlatmıyor hikâye; yaş farkından özgürlüğe bağlanma korkusundan aşkın özüne ve iyiliğe inanmaya farklı alanlarda geziniyor hikâye ve tıpkı orijinal adının vurguladığı gibi bir insanın, hayatına rüzgâr gibi girip ona hayat katan bir diğerinin yarattığı sonuçları anlatıyor. Bir klasik değil kesinlikle ama yine de derli toplu anlatılmış bir hikâye olarak izlenmeyi hak eden bir çalışma.

(“İkinci Bahar”)

American Sniper – Clint Eastwood (2014)

american-sniper“Arkadaşlarımı öldürüyorlardı; onlar için attığım her kurşunun hesabını verebilirim. Beni asıl kurtaramadıklarım rahatsız ediyor”

ABD’nin askerî tarihindeki en çok insan öldüren keskin nişancı olan Chris Kyle’ın Irak’ta yaşadıkları ve savaşın hayatındaki etkilerinin hikâyesi.

Yaşlandıkça daha da sağa kayan Clint Eastwood’dan savaşın bir birey üzerindeki etkisinin anlatıldığı iddiasındaki, pek de gizlenme gereği duyulmayan şekilde milliyetçilik soslu bir film. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra 255 (resmî rakamlara göre 160) “düşman”ı öldüren bu keskin nişancının hayat hikâyesini filmin yapımcılarından biri de olan ve film için epey kilo alan Bradley Cooper’ın başarılı oyunculuğu ile anlatan film, Kyle’ın hatıralarını anlattığı, Scott McEwen ve Jim DeFelice ile birlikte yazdığı kitaptan uyarlanmış sinemaya. Eastwood’un olgun bir sinema dili ve aksiyonu abartmayan bir dozu olan yaklaşımı filmi kesinlikle kimileri için hayli çekici olabilecek bir seyirliğe dönüştürmüş ve filmin her öğesi Hollywood’un göz boyayan profesyonelliğinden nasiplenmiş elbette. Ne var ki içerik olarak hayli yanlış ve tehlikeli bir film bu ve Eastwood’un –ya arsızca ya da bilinçsizce kelimeleri ile nitelendirilmesi gerektiği şekilde- iddia ettiği gibi asıl derdi savaşın/öldürmenin bir birey üzerindeki etkilerini değil, bir Amerikan askerinin kahramanlıklarını ve ülkesi için savaşırken ödemek zorunda kaldığı bedelleri anlatıyor.

Bütün savaş sahneleri Fas’ta çekilen film “tekin olmayan bir düşman toprağındaki” Amerikan askerinin yaşadıklarını, düşmanı temizlerken hissettiklerini ve o ülkesi için kahramanca çarpışırken, özel hayatının rayından çıkmasını anlatıyor bize. Bu filmin tüm teknik cilasını bir kenara koyup, içerik olarak sıkı bir şekilde eleştirilmesi gereken yanları üzerinde durmak gerekiyor öncelikle. Belki filmle ilgili birkaç kısa not bu eleştiriye doğru bir giriş kaynağı olabilir. Hayatı anlatılan karakterin Texaslı (Amerikan Cumhuriyetçilerinin kalesi) olması bu unsurlardan biri; adamın ve küçük kardeşinin babaları ile olan ilişkileri bir disiplin çerçevesi içinde ve filmin bunu bir eleştiri konusu yapmadığı çok açık; televizyonda bombalanan Amerikan elçiliklerini görünce –bu bombaların nedeni ve failleri üzerinde hiç düşünmeden ve tam da devletin talep ettiği gibi kutsal bir devlete olan inancı ile- vatanseverlik duyguları coşuyor ve orduya yazılmaya karar veriyor adam; benzerini defalarca gördüğümüz sert ve küfürlü (yüceltilen “erkeklik” burada elbette) eğitim sahneleri savaşın çirkin değil, “elbette olması gereken sert yüzünü” göstermek için varlar hikâyede ve eğitimi yarıda bırakan bir askeri sadece diğer askerler değil, film de ayıplıyor o sahnedeki yaklaşımı ile; kahramanının “çünkü burası dünyanın en harika ülkesi ve onu korumak için elimden geleni yapıyorum” cümlesinin arkasında her karesinde duruyor film ve bir adamın neden kendi ülkesinden binlerce kilometre uzağa “düşman temizlemeye” gittiğini ne kendisi sorguluyor ne de seyircinin bunu yapmasına izin veriyor; adamın karşılaştığı yabancıların istisnasız hepsi ya kötü ya da çok kötü karakterlerken arkadaşları hep birer hikâyesi olan Amerikalı masum bireyler; film kitaptan da daha ileri gidip gerçekte olmamış bir “terörist çocuğu” vurma sahnesi de ekleyerek hikâyesine, bu keskin nişancının ülkesi (ya da ABD’nin tüm dünyanın jandarması olduğunu düşünürsek tüm dünya) için katlanmak zorunda kaldıklarını provokatif bir içerikle anlatmaktan çekinmiyor; kahramanımız (aslında filmin yaratıcıları) ABD halkının Irak’ta onlar için savaşanlara ilgisizliğinden söz edip bunu eleştirisinin konusu yapıyor ama öte yandan filmin sonundaki gerçek görüntülerle bu halkın kahramanlarına ne kadar saygılı olduğunu göstererek onların gönlünü hoş tutmayı da deniyor; küçük kardeşinin de sembolü olduğu bir şekilde savaşta tereddüt içinde olanların bu durumu ya yorgunluk ya da dehşete/korkuya kapılmakla açıklanıyor ve bir tekini bile neden bu savaşın içinde bulunduklarını sorgularken göstermiyor; ajitasyonu yeterli değilmiş gibi, yine gerçekte olmayan bir düşman keskin nişancı asker hikâyeye katılarak hem zorlama bir ikili mücadele duygusu yaratılmaya çalışılıyor hem de düşmanın “çirkinliği” vurgulanıyor; cenaze törenlerindeki askeri ritüeller gösterilirken anlatılan şey bir “kahramanın kaybı”, bir insanın ölmüş olması değil; Eastwood’un iddiasının aksine savaşın insanlara ne yaptığını değil, bir kahramanın savaşta ne yaptığını odağına alıyor film ve savaşın etkilerinin filmin en zayıf anlarını oluşturuyor olmalarının da gösterdiği gibi asla ön plana çıkmıyor bu travmalar; Suriyeli keskin nişancıyı (ki Irak’taki savaşta bir Suriyeli ile savaşılıyor olunması düşmanın yaygınlığının altını çizmek adına özellikle vurgulanıyor) öldüren kurşun kameranın kullanım şekli nedeni ile kutsanıyor adeta. Bu örneklerin çok daha fazlası var filmde kuşkusuz.

Baş karakterin babası çocuklarına insanların üç sınıfa ayrıldığını söylüyor ve kurt (düşman) veya koyun (korunmaya muhtaç, korkak, aciz vs.) değil, çoban köpeği olmalarını söylüyor. Hikâyenin ideolojisi de bu kadar basit işte ve kötülerin yaptıklarında “iyiler”in payına hiç değinmeme basitliği filmi, evet zaman zaman bir propaganda filmine dönüştürüyor. Açıkçası, Irak’ta başta ABD ve İngiltere’ninkiler olmak üzere yönetici sınıfın savaş suçlarına hiç değinmeyen, bugün Ortadoğu’da yaşanan vahşetin boyutunda bu savaş suçlarının payını yok sayan bir filmin dürüstlüğünden söz edilemez kesinlikle ve bu bağlamda değerlendirince çarpıtma, görmezden gelme ve kışkırtma dolu bir yapım karşımızdaki. Hem Michelle Obama’nın (bir Demokrat) hem de Sarah Palin’in (sonra daha da sağa kayan bir Cumhuriyetçi) filmi destekler konuşmaları ABD demokrasisindeki iki siyasi partinin aslında birbirlerinden pek de farklı olmadığını kanıtlarken, kahramanımızın eşinin bugün Amerikan muhafazakârlığının kalesi FOX’ta çalışıyor olması da hikâyesi anlatılan karakterlerin dünya görüşleri için iyi bir gösterge niteliği taşıyor. Gerçek bir kahramanı, ABD’nin dünya üzerinde neden olduklarını sorgulayıp bu politikaları üretenlere karşı savaşacak birini, görmeyi beklemiyoruz elbette ama bu denli bir propaganda da açıkçası Eastwood’a bile yakışmıyor. Hikâyesi anlatılan Chris Kyle’ın kitabının tüm gelirlerini savaş gazileri ile ilgili bir yardım kuruluşuna bıraktığı iddialarına karşılık sadece yüzde ikisini verdiğinin sonradan ortaya çıkmasını da demek istediğimizin bir başka göstergesi olarak anmakta yarar var.

İçeriği bir kenara bırakırsak, Eastwood’un aksiyonu anlatırken zaman zaman bir psikolojik dram anlatmaya soyunması veya daha doğru bir ifade ile bu iki türün arasında kalmasının filme zarar verdiğini söylemek gerekiyor ilk olarak. Savaş dışındaki sahneler, özellikle adam ile karısı arasında geçenler, diyalogları başta olmak üzere klişelerden kurtulamamış görünüyorlar. ABD sinemasının özellikle 1970’li yıllardaki kimi örneklerinin aksine savaşın travmasının sinemasal karşılığını da yeterince üretebilmiş görünmüyor film. Finaldeki trajik olaya seyirciyi –neden gerek duyulduğu anlaşılmayan bir şekilde- hazırlayan mizansen ise doğru bir tercih olmamış film adına. Peki tüm bu problemlerine ve hatta “suçlar”ına rağmen, filmi seyirlik kılan ne? Bunları da Bradley Cooper’ın oyunu, savaş sahnelerinin sadece aksiyona değil o aksiyon içindeki bireylere de değinmesi, başarılı bir ses çalışmasının dehşet anlarını çok iyi yansıtması, asıl niyeti o olmasa da ve nedenlerine hiç değinmese de savaşın yaşandığı coğrafyalardaki insanların çıkışsızlığını sergilemesi ve işte Amerikan sinemasının en sıradan örneklerinde bile göstermeyi başardığı hikâye anlatma becerisi olarak sıralamak mümkün. Filmin En İyi Film dalında Oscar’a aday olmasını ise Oscar’ı bir sanatsal gösterge olarak önemseyenlerin kötü bir şaka, Oscar’ın Amerika’nın kültürel ideolojisindeki yerini bilenlerin ise doğru bir tercih olarak göreceklerini ekleyelim son olarak. Görülebilir ve belki hatta görülmeli ama savunduğu ideolojiye karşı çok tetikte olunmalı.

(“Keskin Nişancı”)

A Perfect World – Clint Eastwood (1993)

A perfect world“Seninle çok ortak yanımız var, Phillip: İkimiz de yakışıklıyız, ikimiz de çok kola içiyoruz ve ikimizin de babası bir işe yaramaz”

Hapishaneden kaçan bir adam ile rehin aldığı bir çocuk arasında gelişen dostluğun hikâyesi.

John Lee Hancock’un orijinal senaryosundan Clint Eastwood’un çektiği, 1993 tarihli bir ABD yapımı. Bir suçluyu odağına almasına ve hikâye boyunca ölen üç kişiye rağmen rahatlıkla aileler için çekilmiş bir televizyon filmi sınıfına sokulabilecek bir film bu ve sinema sanatı açısından vaat ettiği pek bir şey olmasa da rahat seyredilen hikâyesi, finaldeki etkileyici duygusallığı, ünlü isimlerin varlığı ve onlara eşlik eden çocuk oyuncunun başarısı filmi görmeye değer kılıyor. 1960’larda geçen hikâyesinin Amerikalı seyirci için yaratacağı nostalji dışında döneme özgü unsurlara hemen hiç değinmeyen film ticarî sinemanın kalıplarından hiç ayrılmayan, eli yüzü düzgün anlatımı ve Kevin Costner – Client Eastwood ikilisi ile belli bir ilgiyi garanti eden bir çalışma.

Parlak bir güneş, onun önünde uçan bir kuş, etrafta uçuşan dolar banknotları ve yeşil çimende huzur içinde uzanmış görünen bir adam… Bu görüntülerle açılıyor film ve hikâye finalde işte bu sahneye geldiğinde görüntülerin aslında yanıltıcı olduğunu ve trajik bir son ile karşı karşıya kaldığımızı anlıyoruz. Hapisten kaçan bir suçlunun yol boyunca bir ailenin yanına sığınması veya onları rehin alması, bu sırada da ailedeki kadın ile (ki genellikle çocuklarını tek başına yetiştiren bir ebeveyndir bu) aşk yaşaması sinemada çeşitli varyasyonlarını gördüğümüz, tanıdık bir hikâye. Burada da benzer bir konu var ama adamın kadınla kısa süren bir teması dışında ilgi alanına başta zorunlu olarak, sonra da gönüllü olarak bir çocuk giriyor asıl olarak. Babası ortalarda olmadığı için bir baba özlemi içinde olan çocukla, benzer bir çocukluğu olan adamın dostluğunun oluşumu ve gelişimi -inandırıcılık problemleri bir yana- hikâyenin asıl odaklandığı alan ve çocuk oyuncu T.J. Lowther’ın başarılı performansının da katkısı ile film çekiciliğinin büyük bir kısmını buradan alıyor. Hikâyenin neden 1960’lı yıllarda geçmesinin tercih edildiğini açıklayamayan senaryo bu iki karakter arasındaki ilişkiyi açıklamakta hayli başarılı açıkçası ve bu da senaryonun dikkat çeken en önemli özelliği. Texas eyaletinde yaşanan hikâyenin, Kennedy’in yapacağı bir ziyaret ve suçlunun peşine düşen ekipte yer alan kadın kriminologun herhalde mesleğe yeni yeni giren kadınların karşılaştıklarının sembolü olarak erkek polisler tarafından kabullenilme sorunu ve taciz edilmesi bir kenara bırakılırsa, neden 1960’lara taşınarak yapım maliyetlerinin yükseltildiğini anlamak pek mümkün değil. Kaldı ki Laura Dern’in canlandırdığı ve oldukça yüzeysel çizilmiş karakterin hikâyede hiçbir önemi olmadığını ve tıpkı FBI ajanı gibi rahatlıkla hikâyeden tamamen çıkarılabileceğini de düşününce bu iki nedenden asıl olanı da geçerliliğini kaybediyor.

İyi bir yüreği olan, zekî ve “delikanlı” bir suçlu Costner’ın canlandırdığı karakter ve hikâye onun çocukluğunda içine düştüğü suç dünyasını ve onu bu dünyanın parçası kılan sistemi seyirciye rahatsız etmeyecek hafiflikte de olsa bir sistem eleştirisini de içererek anlatıyor bize. Gerek bu eleştiri gerekse valinin seçim dönemi hassasiyetleri ve adamın peşindeki ekip içinde oluşan ve benzerini binlerce film veya dizide gördüğümüz çekişmenin yeterince güçlü ve/veya orijinal olmaması kimi seyircinin -haklı olarak- burun kıvırmasına yol açacaktır olan bitene ama ortalama bir seyirci için bu tanışıklık aksine bir çekicilik kaynağı şüphesiz. Seyircinin kendini “evinde hissetmesini” ve karakterlerle özdeşleşmesini kolaylaştıran bu durum ticarî sinemanın sıklıkla tercih ettiği ve kuşkusuz sadece orijinal hikâye eksikliği ile açıklanamayacak bir tutum. Suçlunun peşine düşen ekibin başındaki Clint Eastwood’un takım arkadaşları ile olan diyalogları ve onun suçlu ile geçmişte bir bağının olduğunun ortaya çıkması da aynı şekilde hayli tanıdık unsurlar içeriyor ve bunların ikincisi sondaki trajedinin etkisini artırmaya yönelik zorlama bir içeriğe sahip üstelik.

Eastwood’un pek çok filminde değiştirmeden kullandığı mimikleri ile oynadığı ve “idare eder” oyunculuğu, Costner’ın karakterinin ağırlığını yeterince çarpıcı şekilde değerlendirememiş olsa da vasatın üzerinde seyreden performansı ve Dern’in senaryonun gazabına uğraması nedeni ile öne çıkamaması filmin çocuk oyuncusu ve o tarihte yedi yaşında olan T.J. Lowther’a yaramış görünüyor ve filmin asıl yıldızı olmuş görünüyor kendisi. Her ne kadar kendisi de bir erkek olsa da filmin fazlası ile erkeksi olan havasını da dengeliyor onun varlığı. Başta ve sonda karşılaştığımız acılı anne ve onca sahnesine rağmen hikâyeye herhangi bir katkısı olmayan kadın kriminologun geride kaldığı erkeksi bir film çünkü bu. Polislerin aralarında konuşurken başvurdukları bel altı espriler, baba olmanın sorumlulukları ve güzelliği, “penis” sohbetleri vs. filmi sadece erkeklerin dünyasını anlatan bir esere çeviriyor ve çocuğun hikâyedeki sorgulayıcılığı sayesinde bu erkek dünyası bir parça yumuşuyor neyse ki. Evet, çocuk yaşının sağladığı tüm masumiyeti ile sorguluyor sürekli olarak ve senaryo başarılı bir şekilde onun bu sorgulamalarını hemen hiç hissettirmeden ön planda tutuyor sürekli olarak. Neden Noel’i kutlayamadığını, neden insanların kötü olmayı tercih ettiğini, neden sevdiği dostunu yitirdiğini vs. bakışları ve doğrudan soru içermeyen sözleri ile sorguluyor çocuk ve hikâyenin yüzeysel bir aksiyon filmi olmanın ötesine geçmesini sağlıyor sık sık.

Fazla sert ve hızlı olmayan (ki doğru bir tercih bu) filmin sanki arada nefes almaya ihtiyacı varmış gibi senaryoya eklenmiş görünen ve kesinlikle gereksiz olan mizah bölümlerinin zarar verdiği hikâyeyi Eastwood özel bir sinemasal yaratıcılık içermeyen ama doğru bir tonda anlatmış. Ne gereğinden yavaş ne de gereğinden hızlı olan temposu, aksiyon ile duygusallığın dengelenmiş olması ve kimi sahnelerin (kaçak adamın bir mağaza içindeyken gerçek kimliğinin ortaya çıktığını anladığı sahne örneğin) akıllı bir mizansenle yönetilmiş olması, Eastwood’un kaçan ile kovalayanları sanki iki ayrı hikâyeymiş gibi anlatma yanlışına rağmen filme çekicilik sağlıyor. Özetle, yeni bir yanı olmasa da ve ticarî sinemanın kalıplarından milim ayrılmasa da görülebilecek bir Hollywood işi bu. Bir başka deyişle, görmekten bir zarar görmeyeceğiniz ve sizi değiştirmeye/zenginleştirmeye değil oyalamaya yönelik iyi bir seyirlik.

(“Kusursuz Dünya”)

White Hunter Black Heart – Clint Eastwood (1990)

“Biz Tanrıyız. Yarattığımız insanların hayatını kontrol eden küçük ve kötü tanrılar. Yaşamalarına veya ölmelerine karar veriyoruz”

Adı doğrudan belirtilmese de “The African Queen” filminin çekimleri sırasında yönetmen John Huston’ın çekimleri aksatan av tutkusunun hikâyesi.

Clint Eastwood’un klasik sinema anlayışını takip eden ve özellikle sinema tutkunlarını cezbetme ihtimali yüksek olan filmi kibire varan bir ukalalık, başına buyrukluk ve zekâ örneği bir yönetmenin hikâyesini anlatıyor. Sinemanın büyük yönetmenlerinden John Huston’ın filmde gösterilen ve bir romandan uyarlanan karakteri aslında ilk bakışta pek de bu yönetmene duyulan bir saygı/sevgi gösterisinin örneği değil gibi. Film daha çok onun tutkusunu, tutkusunun peşinden gitme kararlılığını, farklılığını ve sinemasal yetkinliğinden kaynaklanan gücünü arkasına alan cesaretini anlatıyor gibi. Hollywood gerçekleri ile kendi istediği sinemayı yapmak arasında elinden geldiğince ikincisinden yana tavır koyan, politik doğruculuğu dışlayan, söz ustası ve sık sık da Hemingway’i çağrıştıran bir profile sahip bir yönetmen bu filmde anlatılan. Dolayısı ile ilk bakıştaki izlenimin aksine karakterinin tutkulu ve özgür yaklaşımının yanında durduğu söylenebilir filmin.

Eastwood’un başrolü de üstlendiği film sanatçının en parlak oyunlarından birini vermesine fırsat verse da en az onun kadar başarılı bir isim senarist James Agee rolündeki Jeff Fahey olmuş. Diğer karakterlerin daha geride kaldığı film, Katharine Hepburn ve Humprey Bogart karakterlerini de canlandırarak sinemaseverler için gerçek bir nostalji duygusunun oluşmasına aracı oluyor.

Politik açıdan bakıldığında, yerli Afrikalılara ikinci sınıf insan muamelesi gösteren diğer beyazların aksine onlara daha yakın davranan bir karakter var karşımızda ama sonuçta bu yakınlık yine ve sadece “iyi bir beyazın” davranışın ötesine geçen bir tavır değil. Yerlilere daha iyi davranan bir karakterin varlığının asıl soruların sorulmasına engel olması mümkün değil çünkü. Beyaz efendi iyi olabilir ama ortada hizmet eden siyahlar ve hizmet edilen bir beyaz gerçeği var. Filmin bu konularla ilgili herhangi bir sorusu, derdi yok ve ırkçı kolonyalistlere karşı iyi bir kolonyalist kötünün iyisi gibi son tahlilde pek de bir farklılık içermeyen bir yaklaşım.

Görüntü yönetiminin zaman zaman “gün batımında Afrika” gibi klişelere sapan bir yaklaşımı olsa da genelde etkileyici olduğu film, anlattığı tutkuyu ve tutkunun sahibini gereği kadar iyi analiz etmemiş olsa da hem özellikle sinemaseverler için özel bir anlama sahip hem de kendisinin “sözcük, fikir ve melodi satan fahişelerden biri” olduğunun farkında olan ve bu nedenle seçtiği ayrıksı duruşu da ancak bir noktaya kadar götürebileceğini bilen karakteri ile ilgiyi hak ediyor.

(“Beyaz Avcı Kara Yürek”)