What’s New Pussycat – Clive Donner (1965)

“Senden daha mı güzel? Ben bile senden daha güzelim”

Evlenmek üzere olan ama bunun korkusu içindeki bir çapkın adamın hikâyesi.

Güzel kadın oyuncular ile dolu zengin bir kadro, ilk kez sinema için çalışan Woody Allen’ın senaryosu ve erotizme göz kırpan içeriği ile vasat bir komedi filmi. Fransa ve ABD ortak yapımı olan ve Paris’te çekilen film Allen’ın anlık kimi esprilerine rağmen bütünsel bir hikâyesi yok gibi görünen ve yeterince eğlendiremeyen bir çalışma.

Burt Bacharach ve Hal David ortaklığı ile üretilen şarkılarla bezeli ve Tom Jones tarafından seslendirilen ve film ile aynı ismi taşıyan şarkı ile açılan film bu vaatkâr girişinin gerisini getiremiyor. Oysa Peter Sellers’dan Peter O’Toole’a Woody Allen’dan Romy Schneider’e ve elbette konunun ihtiyacından dolayı kadroya giren güzel kadınlar Paula Prentiss, Capucine, Ursula Andress ve diğer pek çoğuna, film hayli yüksek bir potansiyele sahip olarak başlamış işe. Çekim öncesi ve sonrası senaryo üzerinde yaşanan tartışmalar sonucu Warren Beatty (ki filme adını veren cümle onun telefonda kız arkadaşlarına söylediği bir ifade imiş) yerini Peter O’Toole’a brakmış, Peter Sellers’ın meşhur tek kişilik gösteri çabaları Woody Allen’ın canını sıkmış vs. ama bunlar olmasaydı ne değişirdi ve Peter Sellers’ın tuhaf peruğu ve kırmızı kadife takımı, Paris kafesinde oturan Van Gogh gibi kulağı kesik bir adam ve tüm o seksapel patlaması yaratan kadro ile ortaya başka ne çıkabilirdi bilmiyorum ama sonuç pek parlak değil açıkçası.

Hüznün ve trajedinin gerçek hayatta da kraliçesi olan Romy Schneider bu filmden ne beklemiş bilinmez ama onun için bile cazip olamıyor film. Hatta finalde çok kısa bir sahnede görünen Françoise Hardy bile yetmiyor filme! Allen’ın kimi esprileri veya kendisinin canlandırdığı ve işi striptizci kızlara kıyafetleri giydirmek olan adam gibi kimi karakterleri komik ama sonuçta ortaya bütünsel bir hikâye çıkamamış bunlardan. Karakterlerin arasındaki ilişkiler, daha doğrusu filmin tüm karakterleri ilişkilendirmek için kurduğu bağlantıların zorlama görünmesi de bu bütünsellik eksikliğinin nedenlerinden biri gibi duruyor. Fellini’nin 1963 yapımı “Otto e Mezzo – Sekiz Buçuk” adlı filminden esinlenmiş görünen kadınlarla dolu düş sahnesi veya bir vodvil havası taşıyan ama trafiği yeterince iyi yönetilememiş görünen oteldeki hafta sonu bölümü de yönetmen Clive Donner adına parlak bir düzeyi işaret etmiyor. Yine de senaryosu bir yere gidiyor gibi görünmese de kimi gerçekten komik esprileri içermesi, tüm o kadınların güzellikleri ve eğer bir beklenti taşınmadan seyredilirse eğlendirebilecek bazı sahneleri ile ilgi çekebilir. Keşke daha derli toplu bir hikâyesi, dizginlenmiş bir Peter Sellers performansı ve elinden geleni yapan Peter O’Tool’a yardımcı olan bir senaryosu olsaymış diye hayıflanmamak elde değil. Bu filme orijinal ismi ile hiç ilgisi olmayan bir şekilde “Evlenmekten Korkuyorum” adını veren film ithalatçılarımızın Türkiye’de birkaç yıl sonra gösterilen Truffaut’nun “La Sirène du Mississipi” filmine de yine hayli ilgisiz bir tercih ile “Evlenmekten Korkmuyorum” adını takmasındaki ticari tutarlılığı da (!) tarihe not düşelim.

(“Evlenmekten Korkuyorum”)

Here We Go Round the Mulberry Bush – Clive Donner (1968)

“Tek isteğim Somerset Maugham’da olduğu gibi olgun bir kadının beni baştan çıkarması”

60’ların İngiltere’sinden bir gençlik hikâyesi.

1968 yapımı bu İngiliz filmi çekildiği dönemdeki hareketlenmenin siyasi ve toplumsal odaklarından uzakta ve o hareketlenmenin özgürlükler ile ilgili alanlarından sadece seks adını taşıyana odaklanmış bir eser. Herkes sevişirken sevişemeyen bir gencin bu hikâyesi, o dönemin tüm güzel İngiliz kadınlarına yer vermiş gibi görünen, kahramanımızın aralıksız ve sık sık da seyirciye yönelik olarak konuştuğu, yorum yaptığı ve başta kendisi olmak üzere herkesle ve özellikle kadınlarla dalga geçtiği bir filme kaynaklık ediyor. Hunter Davies’in romanından uyarlanan film dönemin “Swinging London” imajına uygun bir şekilde hareketli bir hayat, renkli görüntüler ve serbest kalmış bir gençlik imajı getiriyor karşımıza.

Filmin temel bir kusuru var; yaratmaya çalıştığı “alaycı, özgür ve hareketli” atmosferi güçlü bir şekilde destekleyecek bir yönetimden yoksun kalmış gibi görünüyor. Tüm o stil denemeleri, renkli filtrelerden geçirilmiş görüntüler bazen gerçekten ilginç olabilirken kimi zaman da seyredeni adeta yoruyor. Yeterince başarılı olamayan bir stil denemesinin en büyük riski olan görselliğin içeriği ezmesi bu filmde de zaman zaman ortaya çıkıyor. Benzer bir konuya odaklanmış olan “The Knack… and How to Get It” hatırlandığında aradaki farkın yönetmenden kaynaklandığı rahatça söylenebilir ve bu hikâye Richard Lester’ın eline geçseydi çok daha parlak bir sonuç alınırdı büyük bir ihtimal ile.

Kadın oyuncuların nerede ise tümünün oyun gücünden ziyade görselliğe katkıları için yer almış göründüğü filmin yıldızı baş roldeki Barry Evans elbette. Gerçek yaşından daha küçük birini canlandırsa da filme ihtiyaç duyduğu dinamizmi, sevimliliği ve cazibeyi fazlası ile katıyor. Film boyunca hemen tüm karelerde o var ve sonsuz enerjisi ile filmi sürekli besliyor gibi görünüyor.

68’de çekilse ve o dönemde geçse de o kuşağın asıl hassasiyetlerinden uzak duran ve başka bir hikâye anlatan bir film bu. Seks arayışı ile başlayıp aşkı bulma ile sona eren filmde yine de başta İngiliz toplumu, aileleri ve değişen tanımı ile çerçevesi genişleyen cinsel özgürlük ile ne yapacağını bilemeyip yoldan çıkan insanlar karşımıza getirilerek eleştirel bir boyut katılmış filme ama yönetmen Donner bazı seçimleri ile “tüm o güzelliklere” ticari bir bakış ile baktığını gizleyememiş görünüyor. Müziği ile ilgiyi toplayabilecek, Evans’ı seyretmek için bile zaman ayırmaya değebilecek, kimi anları ile yeterince eğlenceli olabilen ve sonuçta bir yarı başarıya sahip ama yine de eğlenceli bir film.

(“Dut Bahçesi”)