Fanny – Daniel Auteuil (2013)

“Tanrı aşkına, babası kim bu çocuğun? Ona hayat veren mi, onu büyüten mi?”

Gemilere ve denizciliğe tutkun sevgilisini özgür bırakmak için onu sevmediğini söyleyerek kendisini terk edip denize açılmasına neden olan bir genç kadının hikâyesi.

Fransız oyuncu/yönetmen Daniel Auteuil’in Marcel Pagnol’un Marsilya Üçlemesi başlığını taşıyan tiyatro oyunlarından yaptığı ikinci uyarlama. İlk film genç adamı, ikincisi genç kadını odağına alırken, serinin son filmi olacak olan ve henüz çekim hazırlıkları süren “César” ise genç adamın babasını anlatacak bize. Serinin ilki olan “Marius” filmindeki hikâyenin bittiği an başlayan filmde Auteuil yine hem oyuncu hem yönetmen ve senarist olarak görev yapmış. Ortaya çıkan sonuç sinema dili olarak çok güçlü olmayan ve hikâyenin trajikliğini gerektiği kadar aktaramayan bir film olmuş açıkçası. Ne var ki Auteuil Akdeniz güneşinin sarı renkleri ile pırıl pırıl parlayan görüntüler ile dolu filmini oyuncularının sıcaklığı, Alexandre Desplat’ın başarılı müziği ve oda tiyatrosunu arındıran hikâyesi ve mizansen anlayışı ile seyre değer kılmış yine de.

Pagnol’un daha önce de pek çok kez sinemaya uyarlanmış bu tiyatro oyunu üçlemesinin ikinci oyunu olan “Fanny” ilk kez oyunla aynı yıl, 1932’de Marc Allégret tarafından Pagnol’un kendi senaryosu ile aktarılmış sinemaya. Sahne müzikali olarak da sergilenmiş olan oyunda Auteuil’i çeken herhalde en çok hikâyenin Fransızlığı olmuş ve karşımıza da karakterleri, Marsilya yöresinden mekanları ve doğası ile sıcak bir sonuç koymuş. Güneşin tüm sıcaklığını yansıtan renkleri, mavi denizi, müthiş doğası, sokakları, evleri ve görkemli kilisesi ile kasabanın tüm güzelliği her biri doğal ve basit görünen karakterleri ile hikâye boyunca karşımıza gelirken seyirciyi de etkilemeyi başarıyor film. Ne var ki bu etkileme, hikâyenin dramı ile ters düşen ve zaman zaman fazla hafif olan havası ile birleşince genç kadının dramını yeterince hissettirebiliyor mu seyircisine, emin değilim. Kavga eden ama hemen barışan, trajik bir andan bir hafif komediye hemen kayıveren karakterlerin -oyundan gelen bir durum bu ve Auteuil de korumuş bu durumu- hikâyedeki varlığı ve egemenliği şöyle sıkı bir duygulanmanın da önüne geçiyor devamlı olarak. Yine de Pagnol’a nerede ise sonuna kadar sadık kalan hikâyenin, karakterlerini doğal ve gerçekçi kılabildiğini ve benzeri bir Amerikan filminin aksine kahramanlarını gerçeklerin ortasına bırakarak hafif havasının aynı zamanda yapay bir görüntüye bürünmesine kesinlikle engel olabildiğini söylemek gerek. Bu hali ile de bir oda tiyatrosu -açılış sahnesi örneğin adeta bir tiyatro sahnesinde “perde” diye bağırılarak oyunun başlamasını çağrıştırıyor- veya kısa bir hikâye olarak nitelenebilecek olan filmi Auteuil de bu nitelemeye uygun olarak yönetmeyi tercih etmiş.

Sinemasından çok atmosferi ve sıcaklığı ile öne çıkan filmde Auteuil yine de etkili birkaç sahne yaratmayı başarmış. Genç adamın babası ve serinin son filminin asıl kahramanı olacak olan César’ı canlandıran Auteuil ve genç kadına aşık yaşlı ve zengin adamı oynayan Jean-Pierre Darroussin’in karşılıklı tüm anları ve özellikle tartışma sahneleri hayli keyifli. Ayrılık sahnesi ise filmin dramının gerektiği gibi ve nihayet ağır bastığı havası ile etkileyici olmayı başarıyor. Kadının “kalbi ve beyni” arasında sıkışıp kaldığı, yaşlı adamın sahip olabileceği tek çocuk için savaştığı, genç adamın sevgisi ve sahip olma arzusu ile doğru olan arasında ikileme düştüğü ve babasının en doğru çözümü bulmaya çalıştığı bu sahne “Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti…” çağrışımı yapacaktır pek çok kişiye kuşkusuz. Auteuil ve Darroussin’in yanında filmin asıl yıldızı genç kadını oynayan Victoire Bélézy elbette. Duru güzelliğini yalın bir oyunculukla hikâyenin emrine vererek hikâyenin çekiciliğini ayağa kaldırıyor göründüğü her karede.

Usta oyuncu Auteuil ilk yönetmenliğinde yine Pagnol’ün “La Fille du Puisatier – Kuyucunun Kızı” romanını ele almıştı. Yazarın Marsilya üçlemesinden yaptığı bu ikinci uyarlamadan önce “Marius” adlı ilk filmi görmeli şüphesiz. Pagnol’ün Fransız toplumu için önemine ve “kutsallığına” halel getirmeyen ama sinemasal yönden yeterince güçlü olmayan film ne olursa olsun sadece Akdeniz sıcaklığı için bile görülmeyi hak ediyor.

Marius – Daniel Auteuil (2013)

“Git hadi Marius! Hayalinin peşinden git. Onun önüne geçemem”

Büyük bir aşk hissettiği genç kadın ile denizcilik tutkusunun arasında sıkışıp kalan genç bir erkeğin hikâyesi.

Usta Fransız oyuncu Daniel Auteuil 2011’de Marcel Pagnol’un aynı adlı romanından uyarladığı “La Fille du Puisatier – Kuyucunun Kızı” ile başladığı yönetmenlik hayatını yine aynı yazarın Marsilya Üçlemesi olarak bilinen üç tiyatro oyununu sinemaya uyarlayarak devam ediyor. Anlaşılan hemen her Fransız gibi Auteuil için de hayatında yazarın önemli bir yeri olmuş. Auteuil üçlemenin ilk filmi olan bu çalışmada diğer iki filmde de karşımıza gelecek olan karakterleri ilk kez tanıtıyor seyircisine; elbette Pagnol’un eserlerini okumamış ve daha önce yapılan pek çok uyarlamayı görmemişler için ilk kez demek gerekiyor. Serinin bu ilk filminde genç erkeğin (Marius), aşkı ile hayali arasında tutsak düşen erkeğin trajedisini merkezine alan ve diğer tüm karakterleri de onunla olan ilişkileri üzerinden ele alan bir hikâye var. Auteuil Marsilya’nın sıcaklığını ve güzelliğini, Alexandre Desplat‘ın etkileyici müziği ve Jean François Robin’in görüntülerinin sıcaklığı ile yakan renkleri ile karşımıza getirirken, klasik sinemanın izinden gitmeyi tercih eden bir anlatım tutturmuş. Oyunun sağlamlığından gelen etkili ve derin çizilmiş karakterler ve mekanların gerçek insan hayatlarından taşıdığı esintiler de filme ciddi bir katkıda bulunurken, temel bir soru yine de havada asılı kalıyor: Daha önce de beyaz perdeye aktarılmış olan bu oyunları yeniden sinemaya taşımaya gerek var mıydı?

Oyun/film Marius karakteri üzerine olunca doğal olarak Raphaël Personnaz’ın canlandırdığı genç adam da hikâyede öne çıkıyor. Personnaz ve ona eşlik eden hayli iyi bir kadro (babasını oynayan Daniel Auteuil, genç kadını oynayan Victoire Bélézy, kadına aşık yaşlı adam rolündeki Jean-Pierre Darroussin ve kadının annesini canlandıran Marie-Anne Chazel) filme üzerine gitmeyi seçtiği alandaki en büyük katkıyı yapıyorlar ve esere inanılmaz bir sıcaklık katıyorlar. Hikâye boyunca havada hiç eksik olmayan bir samimi sıcaklık filmi açıklayacak en iyi ifade sanırım. Bu sıcaklık temel olarak hikâyenin alışılmış bir içeriğe sahip olmasına ve sinema dilinin de oyuna sıkıca bağlı kalmanın sonucu olarak fazlası ile klasik kalmasına rağmen seyirciyi diri tutmaya yetiyor çoğunlukla. Liman, kasaba, deniz vb. görüntülerine mesafeli durmak mümkün değil filmin ve hikâyedeki tüm trajik yana rağmen keyifli bir nostalji duygusunun sizi sardığını hissediyorsunuz. Auteuil’in yönetmen olarak belki de en büyük katkısı kendisi dahil oyuncularından aldığı sıkı performans olmuş. Devamlı olarak çok iyi oynanan, canlı seyrettiğiniz bir tiyatro oyunu havasında ilerliyor hikâye. Örneğin Auteuil ve Personnaz’ın karşılıklı bir sahnesi var ki etkilenmemek için tüm duygulardan sıyrılmış olmak gerekir. Baba ve oğlunun hem dile dökülen hem tüm vücutlarına yansıyan sevgiyi ve saygıyı sıcaklığı ile ortalığa kıvılcımlar saçan bir başarı ile anlatmış filmimiz burada. Küçük bir rolde yılların sanatçısı Rufus’un da yer aldığı filmde her bir oyuncu göründüğü her anı sesi, hareketi ve bakışı ile doldurmayı başarıyor diyebiliriz kesinlikle.

Günümüz Fransa’sı için değil ama hikâyenin geçtiği 1920’li yılların Fransa’sı için -ikinci film olan “Fanny” adlı çalışmada detayı ortaya çıkacak olan- trajik boyutu olan olay örgüsünün anlatımında -yine oyunda da olduğu gibi- belki bir parça fazla görünen hafifliğe veya komediye başvurulmuş olması ise bu film özelinde ve “Fanny”nin aksine pek rahatsız etmiyor açıkçası. Hatta aksine karakterlerine karşı kendinizi bir arkadaş gibi hissetmenizi sağlıyor bu durum. Pagnol’un Fransız sanatındaki yerini kalıcı kılan özelliklerinden birinin de örneği bu aslında; onun hikâyelerinde bireyler hayatı gerçek hayatlar gibi yaşıyorlar, acı çekiyorlar, mutlu oluyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar ve umudu hiç eksik etmiyorlar yaşamlarından. Auteuil de anlaşılan Pagnol’un yarattığı karakterlere pek çok Fransız gibi aşık olmuş ve onları sinemada yeniden var etmek istemiş. Dolayısı ile bir yeniden çekime gerek var mıydı sorusunu da unutmak gerekiyor sanırım. Film Charles Trenet’in sesinden dinlediğimiz “La Mer – Deniz” adlı şarkı ile kapanırken devam filmini de görme ihtiyacı duyma ihtimalinizin yüksek olduğu bir film bu ve sinemasının o denli “yaratıcı” olmamasını ise unutturuyor bir süre sonra.

La Fille du Puisatier – Daniel Auteuil (2011)

“Seni buraya getiren aşk mı vicdan azabı mı?”

Çok sevdiği kızının bir adamla ilişkiye girip hamile kalması üzerine kendi onuru ile kızına duyduğu sevgi arasında kalan bir adamın hikâyesi.

Fransız yazar ve sinemacı Marcel Pagnol’ün 1940 yılında yazdığı ve yönettiği aynı isimli filmin bu çalışma ile yönetmenliğe de adım atan Fransız oyuncu Daniel Auteuil tarafından çekilen yeni versiyonu. Auteuil senaryoyu güncellerken kimi kritik anları göstermeyip bu anların karakterlerin ruh halleri ve davranışları üzerindeki etkisi üzerinden anlatmayı tercih etmiş hikâyeyi ama göstermeyi tercih ettikleri ile birlikte düşünülünce bu tercihi çok da doğru değil gibi duruyor. Müzik ve görüntü çalışması oldukça başarılı olan filmde Auteuil klasik bir sinema dili ile anlatıyor Birinci Dünya Savaşı sıralarında geçen hikâyesini ve toplumun değerlerine ters düşmenin ne tür bedelleri olabileceğini her anında yeterince etkili olamasa da hissettirmeyi başarıyor.

İzlenimci bir ressamın elinden çıkmış bir tabloyu andıran gelincik tarlası görüntüsü ile açılan film tüm hikâye boyunca çekimlerin yapıldığı güney Fransa’daki Bouches-du-Rhône bölgesinin müthiş doğal güzelliklerini seyircinin karşısına getiriyor ve bu tercihi ile de anlattığı trajik hikâyenin karşısına nerede ise öyle bir doğal güzellik koyuyor ki seyredenin gözünde bu trajedi yumuşuyor ve hatta zaman zaman kayboluyor. Bu yumuşamayı artıran bir başka unsur da Auteuil tarafından canlandırılan babanın olaylar karşısında verdiği tepkiler; Auteuil’in her zamanki gibi güçlü bir oyunculuk ile canlandırdığı babanın öfke ile sevgi arasında gidip gelen tepkileri işin içine sık sık küçük bir mizahın da katılması ile hani nerede ise bir Yeşilçam filmindeki Hulusi Kentmen tiplemesinin kopyasına dönüşüyor. Böyle olunca da filmin başından sonunu da tahmin edebiliyorsunuz ve hikâye ne o dönemin ahlâk anlayışının eleştirisine ne bireysel bir çıkmazın sergilenmesine yeterince izin veriyor. Belki amaç zaten “yumuşak” bir hikâye anlatmaktı ama ortaya çıkan sonuç seyirciyi yanına çekmek açısından yeterince tatmin edici olamıyor.

Zengin erkek ile yoksul kız arasındaki aşkın ve sonuçlarının hikâyesi Auetuil’in oyunu kadar kızını canlandıran Astrid Bergès-Frisbey ve onun aşık olduğu erkeği canlandıran Nicolas Duvauchelle’in gençlik ve güzelliklerine de yaslanmış görünüyor. Bergès-Frisbey filmdeki karakterinin meleksi yanına gayet uygun duru ve saf bir güzelliğe sahip ve karşılığının olmadığını düşündüğü aşkının gerektirdiği fedakârlığı gerçekçi kılmayı başarıyor. Duvauchelle ise kendisinden beklenen rolü, kadınların peşinde koştuğu yakışıklı ve zengin genç rolünü inandırıcı bir şekilde oynamayı başarıyor. Zaman Zaman Guy de Maupassant’ı hatırlatan olay örgüsündeki zengin erkek-fakir kız temasından karşılıksız aşk(lar)a ve aileler arası çekişmelere filmin hikâyesi orijinal bir yan taşımıyor ve yönetmen de bu klasik hikâyeyi düz bir anlatım ile getiriyor karşımıza ve birkaç cümle ile ifade edilerek gerisi getirilmeyen kimi konuların da atlanmasına neden oluyor. Genç kızın ilk tanıştıkları anda erkeğe söylediği “Ne ödemiş olursanız olun, bu topraklar sizin değil. Çünkü onu işlemiyorsunuz” cümlesindeki sınıf kavramı ve babanın sorunun çözümü için gittiği zengin evindeki çaresiz kabullenmişliği örneğin, zengin açılımlara uygun ama hikâyede üzerine gidilmeyen öğeler. Zengin anneyi oynayan Sabine Azéma’nın özellikle bir parça abartılmış oyununun da aralarında olduğu kimi mizah anları ise filmin trajedi ile komedi arasında gidip gelmesine neden oluyor ve bu da filme zarar veriyor kuşkusuz.

Yukarıda belirttiğim eksikliklerine karşın görülmesi gerekli bir film karşımızdaki. Auteuil’in rutin ama aksamayan anlatımı, yeterince derinleştirilmemiş olsa da karakterlerinin cana yakınlığı, çarpıcı görüntüleri ve keyifli müziği ile film günümüz sinemasının unuttuğunu, insanlara insanları anlattığını bilen çalışmalardan biri. Bir şekilde nostalji duygusu yaratan atmosferi ve yine çağdaş sinemanın geride bırakmayı tercih ettiği sıkı bir romantizmi gündemine alması ile de önemli bir çalışma. Girişte belirttiğim gibi Auteuil kimi dramatik anları özellikle göstermemeyi tercih ederek bir eksiklik hissine neden olmuş ama sadece babanın zengin evindeki yüzleşme sahnesi bile bir filme yetecek dramı içeriyor denebilir. Bu hümanist filmin, bittiğinde kendinizi iyi (sadece bireysel olarak değil, insana inanmak açısından da) hissedeceğiniz türden bir eser olduğunu da unutmayın.

(“The Well Digger’s Daughter” – “Kuyucunun Kızı”)