Triage – Danis Tanovic (2009)

triage“Ne için pişmanlık duyacağım, Mr. Walsh? Onları yaşatmak veya dayanılmaz acılarını hafifletmek için yapacak bir şeyim olmadığından, korkunç acılar çekecekleri birkaç günü onlardan esirgediğim için mi?”

1988 yılında Irak ordusu ile savaşan Kürtler’in mücadelesini fotoğraflamak için bölgeye giden biri İrlandalı, diğeri İskoçyalı iki gazeteciden birinin geri dön(e)memesinin hikâyesi.

ABD’li yazar ve gazeteci Scott Anderson’ın aynı adlı romanından, Bosna Hersekli yönetmen Danis Tanovic tarafından uyarlanan ve yönetilen film İrlanda, İspanya, Belçika ve Fransa ortak yapımı olarak çekilmiş. Rolü için hayli kilo veren Colin Farrell’in fiziksel yanı ağır basan başarılı performansı ile göz doldurduğu film, finali ile de etkilemeyi başarıyor. Savaşın travmasını doğrudan parçası olmayanların da yaşadığını, tanıklığın nasıl bir yük olabileceğini anlatmaya soyunan film, acılardan kurtulma üzerine bir terapi hikâyesi anlatıyor temel olarak. Gizemini yeterince önde tutamamasının sıkıntısını yaşayan çalışma, temel olarak bu nedenle seyirciyi trajik hikâyesine rağmen yeterince yakalayamıyor. Tanovic’in senaryosunun da gerektiği kadar güçlü olmamasınının payının olduğu bu problem filmi zaman zaman yüzeysel bir hale getirse de, özellikle ikinci yarısı ile ilgiyi hak eden, Farrell’ın oyununun başlı başına bir seyir nedeni olabileceği, bu yıl hayatını kaybeden Christopher Lee’nin varlığı ile önemli ve suçluluk duygusu, kötülüğe tanık olma ve acılarla barışmak üzerine söyledikleri ile düşündürtebilecek bir sinema eseri.

Filme adını veren ve hikâyede de dramatik dozu yüksek anların kaynağı olan “triage” terimi, tıpta durumlarının ciddiliğine göre hastalara müdahale etme önceliğinin belirlenmesi için kullanılan yöntemi ifade ediyor ve filmde olduğu gibi, koşulların yetersiz ve hastaların çok olduğu durumlarda bazen de müdahale etmeme sonucunu yaratabiliyor. Hikâyemiz hayli dramatik bir sahnede, müdahale etmemenin de ilerisine geçmek zorunda kalan bir doktoru getiriyor karşımıza ve savaşın lanetini hatırlatıyor bir kez daha. Film hikâyesinin geçtiği yeri Kürdistan olarak adlandırıyor ve olaylar ilerledikçe kastedilen bölgenin Irak’ın kuzeyindeki bölge olduğunu anlıyoruz. Kürdistan ifadesi, IMDB’deki forum sayfasında, tahmin edilebileceği gibi yoğun bir tartışmaya yol açmış ve PKK’den Osmanlı’ya, Ermeni “soykırım”ından Türkiye’nin demokratikliğine kadar uzanan başlıklar üzerinden Türkler’in başlattığı uzun bir atışmanın nedeni olmuş görünüyor. Filmde çatışmalarda yaralanan peşmergeler ile ilgilenen doktorun ifadesi ile iki yüzyıldır savaşan (ikisi Türkler, üçü İran ve diğer üçü Irak ile olmak üzere sekiz savaştan söz ediyor doktor) halkın trajedisi değil filmin asıl konusu oysa ki ve sadece bir isimlendirmenin yarattığı tartışmanın büyüklüğünü düşününce, bu sorunun çözümü için umudun Kaf dağının arkasında olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.

Evet, filmin derdi Kürt sorunu değil. Travmayı yaşayan fotoğrafçının hatırladığı anıları arasında Lübnan’da ve hayli trajik bir öyküsü olan Afrika’da geçenler de yer alıyor. Tanovic tanık olunan dehşet anlarının yarattığı travmayı ve acılarla baş etmeyi/edememeyi odağına alıyor daha çok. Burada, bu trajedilerin sadece bir araç olarak kullanıldığı sonucu çıkmamalı. Aksine, konu edindiği üç farklı bölgedeki trajediye de saygı ile yaklaşıyor ve dramatik kareler getiriyor karşımıza Tanovic. Yine de belki şu eleştiri yapılabilir film için: Sonuçta odak noktası Ortadoğulu veya Afrikalı bir karakter değil; hikâyesine ve acısına ortak olmamız istenen bir Avrupalı gazeteci. Bu eleştirinin dozu ise epey hafif tutulmalı çünkü birincisi, kameranın arkasındaki isim kendisi savaşın ve katliamın kurbanı olmuş bir toplumun üyesi olan Tanovic ve ikincisi, film hiçbir anında gerçek kurbanları bir sömürü malzemesi yapmıyor ve saygıyı/empatiyi hiç eksik etmiyor üzerlerinden.

İki İspanyol karakterin aralarında İngilizce konuşması gibi anlamsızlığı bir kenara koyarsak, Platon’un “savaşın sonunu sadece ölüler görür” sözü ile biten filmin başka sıkıntıları var asıl olarak. Tanovic’in yazdığı diyaloglar ve kimi sahnelerin gelişimi fazlası ile tahmin edilebilir bir içeriğe sahip, öncelikle. Sezilebilir olsa da etkileyici olan son bölümün dramatik dozu ve mizansen anlayışı, filmin ilk yarısındaki tersi yöndeki tercihlerle bir çelişki yaratıyor zaman zaman ve terapi de gereğinden fazla kolay ilerlemesi ile inandırıcılık sıkıntısı hissettiriyor seyredene. Neyse ki bu sıkıntıları çoğunlukla unutturan Farrell var ve oyuncu senaryo her zaman kendisine güçlü bir malzeme sağlamasa da sağlam oyunu ile ilgiyi hep ayakta tutuyor ve inandırıcılık sorununu da aşıyor çoğu zaman. Filmin en az onun kadar ilginç olan ve aslında bir başka filmin “kahramanı” olmayı hak eden bir hikâyeye sahip, Branko Djuric’in canlandırdığı doktor karakteri ile ilginçliği artan bu film, ABD’de gösterime giremeden doğudan DVD piyasasına gitmiş olsa da, ilgiyi hak eden bir çalışma. “Yaşama devam edebilmek için, ölüleri “gömmek” zorundayız” ve bunu söylerken dürüstlüğünden hiç kuşku duyurmayan bir filmin görülmesi gerekir, bir başka deyiş ile.

(“Büyük Gizem”)

Epizoda u Životu Berača Željeza – Danis Tanovic (2013)

“Yapabileceğim bir şey yok; müdür para yoksa ameliyat da yok dedi”

Hurda toplayıcılığı ile geçinen Bosna Hersek’li bir Roman ailenin “sıradan” günlerinin hikâyesi.

Adını asıl olarak, 2001 yılında aralarında Yabancı Dilde Film dalında Oscar’ın da olduğu pek çok ödül kazanan “Ničija Zemlja – Tarafsız Bölge” ile duyuran Bosna’lı yönetmen Danis Tanovic’in bu filmi 2013 yılında Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü ve kendi hayatını oynayan amatör oyuncu Nazif Mujic ile Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazanmıştı. İlkine çok daha yakın olmak üzere belgesel ile kurgu arasında bir film olan çalışma, amatör oyuncuları ile tıpkı adının ifade ettiği gibi bir hurdacının hayatından bir bölümü anlatıyor. Anlatılan birkaç gün filmin de bize ifade ettiği gibi o ailenin ve tüm benzerlerinin hayatının herhangi bir günü ve yaşananlar da onların her günkü gerçeklikleri. Bir refah ülkesi olmayan Bosna’da etnik bir azınlık olarak ayrıca zorlu koşulları olan yoksul hayatları süren insanların bu “hiç müdahele edilmeden” karşımıza getirilmiş görünen görüntüleri sinemada heyecan veya başı sonu olan bir hikâye arayanlara göre değil kesinlikle. Buna karşılık doğallığı ve yalınlığı o denli güçlü ki gönüllü olan sinemaseverleri içine çekip alacak bir film karşımızdaki.

Dijital bir kamera ile dokuz günde çekilen ve bütçesi 23 Bin Dolar olan bu ekonomik film karşımıza getirdiği ailenin birkaç gününü anlatırken belgesel tarzından hemen hiç ayrılmadan dile getiriyor hikâyesini. Anlatılan hikâye gerçekten yaşanananlar üzerinden yazılan bir senaryo ama hem yönetmenin mizansen tercihleri hem de oyuncuların zaten o hayatları süren insanlar olması, seyirciye yönetmenin nerede ise hiç müdahele etmediği ve çok gerekmedikçe kurguya da başvurmamış gibi göründüğü bir tecrübeye tanık olduğunu hissettiriyor. “Yakacak odunumuz yok”, “Bugün bu kadar kazanabildim” veya “Ben bu parayı nasıl bulurum?” benzeri cümlelerin ayrılmaz bir parçası olduğu yoksul hayatlar tanık olduğumuz ve Avrupa’nın orta yerinde yaşanan bir sosyal adaletsizlik ile çarpıcı biçimde yüzleşmesini sağlıyor seyircisinin. En temel sağlık haklarından bile yoksun olan insanların hayatlarının sistemler ve düzen açısından nasıl da önemsiz olabildiğini kanıtlayan film bu sosyal duyarlılığı yalın ve gerçekçi ama buna rağmen dokunaklı olmayı da başararak anlatıyor bize. Tanovic herhangi bir sinemasal oyuna girişmeden ne varsa ve ne oluyorsa aynen aktarıyor ve örneğin evdeki iki küçük kızın dolap kapısını gıcırdatma veya sehpayı sallama gibi oyunlarla kendilerini eğlendirdiği sahnede olduğu gibi tam bir belgesel bakışına kayıyor zaman zaman. Kurgulanmış hayatların peşinde olmadığının altını çizmek için de olsa gerek, küçük oyuncuların gözlerinin kameraya kaydığı bir iki sahneyi veya sonlarda bir adamın taşıdığı merdivenin kameraya çarptığı anı dahi filmden çıkarmamış Tanovic.

Müziğin olmadığı, Erol Zubcevic’in kamerasının oyuncuları ve mekanları tüm doğallıkları ile ve dış sahnelerde hep atıştıran hafif bir kar eşliğinde görüntülediği filmi çekici kılan yanlarından biri de tümü amatör olan oyuncuları. Karı kocayı oynayan ve gerçek hayatta da evli olan Nazif Mujic ve Senada Alimanovic’in performansları (ilk sahnelerdeki tedirginlikleri dışında) “doğal” kelimesi aklınıza ne getiriyorsa tümünü içeriyor ve özellikle Mujic adeta hayatını tüm çıplaklığı ile seyircinin gözü önüne seriyor film boyunca. Tanovic senaryoyu 2011 yılında okuduğu ve ailenin yaşadıklarını anlatan bir gazete haberinden sonra aile ile de görüşerek yazmış ve yaşadıkları adaletsizlikleri, yoksulluğu, sıkışmışlığı ve tüm bunlara rağmen yaratmayı başarmış oldukları sevgi dolu “yuvalarını” yüreğe dokunan bir gerçekçilik ile yansıtabilmiş perdeye. Hayatını çöplüklerden topladığı metal eşyaları parçalayıp satmakla kazanan adamın finalde karısının ilaçlarının parasını sağlayabilmek için parçalayabileceği son şeyi parçalarken gördüğümüzde, “peki bundan sonra ne olacak” diye sormaktan kendinizi almanız mümkün değil. Buna rağmen Tanovic filmde gösterdiği dayanışma ve sevgi ile ayakta kalabilmemiz için ihtiyaç duyduğumuz umudun varlığını da hissettiriyor bize ama bunu asla bir yapaylığa başvurmadan yapıyor. Sonuçta tanık olduğumuz sosyal dram tüm açıklığı ile karşımızda duruyor ve dünyadaki tüm adaletsizlikler için de bir sembol oluyor adeta.

Bir kardeşini Bosna savaşında kaybetmiş ve kendisi de savaşmış olan ama şimdi devletten hiçbir sosyal destek alamayan adamın ailesini ayakta tutabilmek için her gün ve her anında vermek zorunda olduğu mücadeleyi anlatan hikâye yukarıda da belirttiğim gibi sinemanın klasik heyecanının peşine düşenler için değil kesinlikle. Film günümüz dünyasının her yerinde var olan ama parçası olmayanların görmezden geldiği sosyal dramlardan birini doğal ve samimi kelimelerini sonuna kadar hak eden bir biçim ve içerikle karşımıza getiren bir çalışma ve görülmesi gerekli bir sinema eseri.

(“An Episode in the Life of an Iron Picker” – “Bir Hurdacının Hayatı”)

Film Ekimi 2010

Güzel Bir Hayat Düşlerken (Cirkus Colombia) – Danis Tanovic : Umut veren bir başlangıçtan sonra süratle vasatlığa kayan bir film. Balkanlar, çatışma, aşk, rejim değişikliği, dönüşüm, arkadaşlık üzerine hem bunların tümünü kapsayan hem de her birini ele alan çok daha iyi filmler var. “No Man’s Land” filminin yönetmeninden bir hayal kırıklığı. Hikâye tahmin edilebilir, oyunculuklar sıradan…

İnsanlar ve Tanrılar (Des Hommes et des Dieux – Of Gods and Men) – Xavier Beauvois : Günümüz (ya da yakın bir geleceğin) Türkiye’si düşünülerek seyredilince ayrıca bir tat verecek “ağırbaşlı” bir film. Karşımıza getirdiği durumun altını çizmeyen, yalınlıktan taviz vermeyen, fanatizmin ve radikalizmin elde tutulabilir/yönetilebilir bir kavram olmadığını gösteren bir sinema eseri. Kuğu Gölü’nün müziği eşliğinde sergilenen ve klasik tablolardan esinlenmişe benzeyen rahip yüzleri sahnesi çok etkileyici. Hristiyanlık terminolojisini ve ideolojisini bir parça bilmekte yarar var. Ölüm sislere karışıp gitmek mi?

Mutluyum, Devam Et (HappyThankYouMorePlease) – Josh Radnor : Amerikan bağımsız sinemasından bir yeni örnek. Mutluluk arayışındaki farklı karakterler ve aralarındaki ilişkiler, büyük şehirde yolunu kaybedenler, kendisi ile dalga geçmek başta olmak üzere hınzır bir mizah, bol konuşma. Keyifli ve sıcak. Yeni bir şey yok ama sinemanın genç Woody Allen’lar tarafından hep dolu tutulması gereken alanından çekici bir örnek.

Hırsız (Der Räuber – The Robber) – Benjamin Heisenberg : Gerçek hayattan alınan konusu ilginç, anlatım profesyonel ama hemen tüm Alman/Avusturya filmleri gibi “soğuk”. Duyguların nerede ise izi yok bu filmde. Belki biraz fazla mekanik ama yine de çekici. Gerilimi, heyecanı dozunda ve oyunculuklar hayli başarılı. Finali hüzünlü ve bazı sahneleri özellikle de “soğuk” anlatımı ile hayli etkileyici.

Ağaç (The Tree) – Julie Bertucelli : Görüntü çalışması ve özellikle küçük oyuncusunun başarısı ile dikkat çeken, bir “kayıp” ile baş etme hikâyesi. Hüznün içindeki mizahı da çekip gösterebilen, metaforu bol, mücadelenin içindeki karakterlerinin umutsuzluktan umuda değişen ruh hallerini başarı ile yansıtan bir film. Amerikan sinemasının ustası olduğu “aile dramı” filmlerinin izinden giden ve kalıcılığı tartışmalı ama etkileyici bir çalışma.

Mezara Kadar (Get Low) – Aaron Schneider : Üst düzey oyunculukları en başarılı yanı. Her birinin ve özellikle Bill Murray’nin performansı kayda değer. Gizemli yanı belki yeterince gizemli değil veya çabucak filmin kendi de unutuyor bunu ama geçmişteki bir acıyı ve bunun sorumluluğunu taşımanın yükünü başarı ile aktaran ve klasik sinema bakışı ile çekilmiş bir film. Festivalden çok vizyona yakışıyor.

Gümmm (Kaboom) – Gregg Araki : Araki her alanda aşırıya gitmiş ve ortaya bir film ne derece kötü olabilir sorusunu sorduran bir film çıkmış. Renk skalasındaki her bir rengin en parlak halleri ile yer aldığı film, saçmalık seviyesinde ama maalesef saçmalığın o gizemli gücünü taşımadan. “O kadar kötü ki güleceksiniz” düzeyinde bile değil.

Aslı Gibidir (Copie Conforme – Certified Copy) – Abbas Kiarostami : Fatih Özgüven’in dediği gibi Kiarostami Avrupa’ya gelince Rohmer olmuş ve bence çok da iyi olmuş. Muhteşem bir Binoche, entelektüel derinlikten karı-koca diyaloglarına uzanan geniş bir içerik aralığındaki diyaloglar, küçük bir mizah, rol oynamalar ve olağanüstü Toskana. Sanat eserlerinin taklitlerinden taklit hayatlara, bir eseri beğenmemizi sağlayan şeylerin ne olduğu üzerine bir dolu soruyu karşımıza getiren o “sanatçı” filmlerinden.