127 Hours – Danny Boyle (2010)

127-hours“Bu kaya… Bu kaya tüm hayatım boyunca beni bekliyordu. Tüm hayatı boyunca, uzayda bir meteorit olduğu milyonlarca, milyarlarca yıl öncesinden beri bekliyordu beni. Tam burada. Tüm hayatım boyunca ben de ona doğru ilerledim. Doğduğum andan beri, aldığım her nefes, yaptığım her hareket beni yeryüzündeki bu yarığa sürükledi”

Tek başına yaptığı bir doğa gezisi sırasında düştüğü bir yarıkta, eli bir kayanın altında sıkışmış olarak kalan bir adamın hayatta kalma mücadelesi.

2003 yılında yaşanan gerçek bir olayı konu alan ve olayın kahramanı Aron Ralston’un “Between a Rock and a Hard Place” kitabından Danny Boyle ve Simon Beaufoy tarafından sinemaya uyarlanıp, Boyle tarafından yönetilen bir ABD – İngiltere ortak yapımı. Hikâyesinin büyük bir kısmında, baş karakteri canlandıran James Franco’yu tek başına gösteren film, yönetmen Boyle’un dinamik anlatımı ve görüntü ve kurgunun dinamizmi hemen hiç monotonluğa düşmeden, gerçek bir hayatta kalma mücadelesini hayli gerçekçi sahnelerle getiriyor karşımıza. Sıkı bir soundtrack eşliğinde anlatılan hikâye için Boyle’un benimsediği mizansen anlayışı “tek başına bir adamın hikâyesi”nin neden olabileceği durağanlığı kesinlikle ortadan kaldırıyor ama öte yandan filme nerede ise bir MTV reality programı havası vererek hikâyenin gerçekliğini zaman zaman bir sanal gerçekçiliğe dönüştürüyor.

Bir buçuk saatlik bir hikâyenin büyük bir kısmında, hayatta kalmaya çalışan bir adamı tek başına gösteren bir filmi çekici kılmak için sanırım birkaç temel şeye ihtiyaç var: Karakterin kişisel çekiciliği, karakterin yaşam mücadelesinin çekiciliği, oyuncunun performansı ve durağanlığı kıracak bir yönetmenlik becerisi. Filmin genel olarak bu unsurların tümünde sınıfı geçmeyi başardığını söylemek gerekiyor öncelikle. Giriş sahneleri karakterimizin çılgın, hareketli, esprili ve zeki bir insan olduğunu gösterirken, senaryo hikâyenin sonunu bilenler için bile merak duygusunu hep canlı tutacak biçimde oluşturulduğu için, şimdi ne olacak sorusunu size sürekli sorduruyor film. Kahramanımızı canlandıran James Franco (kendisi de hiperaktif kariyeri olan birisi olarak) çarpıcı bir performans veriyor ve Boyle’un o hiç dur durak bilmeyen kamerasının karşısında ancak o olabilirdi dedirten bir oyun sunuyor bize hikâye boyunca. Boyle da hem görsel hem işitsel öğeleri ustaca kullanarak ne baş karakterine ne de seyircisine bir an bile düşünme/nefes alma fırsatı veriyor ve sonuçta filmin çekiciliğinin en büyük kaynaklarından biri oluyor. Kısacası tüm bunlar, hikâyenin gerçek olduğunu bildiğinizde dozu artan çekici bir gerilim yaratıyor ve Boyle’un bu zor hikâyenin altından başarı ile kalktığını rahatça söyleyebilmemizi sağlıyor.

Filme olumlu katkısı olan ve yukarıda sıraladığım tüm öğeler ve özellikle Boyle’un yönetmenlik tercihleri, bir yandan da filme MTV gerçekçiliği diye anlandırılabilecek bir sanal gerçekçilik havası veriyor ki benim için filmin eleştiriyi hak eden temel tercihi de bu. Açılıştan itibaren hayli dinamik ve sıkı bir soundtrack, zaman zaman müzik videosuna yakışır bir görsellik, kıpır kıpır bir kamera ve özellikle de James Franco’nun monologları MTV’de bir “Survivor” programı seyrettiğiniz izlenimine kapılmanıza neden oluyor; bir başka deyişle gerçek ama MTV kadar gerçek bir hikâye diye düşünebiliyorsunuz ki bu da filme bir parça zarar veriyor. Ya da, “The Blair Witch Project – Blair Cadısı” kadar gerçek olarak algılıyorsunuz seyrettiğinizi ki gerçekten yaşanmış bir hikâye için pek de doğru görünmüyor bu bana. Klasik ama güçlü bir sinema dili ile anlatılsaydı aynı hikâye, ortaya çıkacak sonuç Boyle’un filmi ile kıyaslandığında ne olurdu bilmiyorum ama sonuçta bu sanal havanın rahatsız edici olduğunu belirtmek gerekiyor. Ek olarak, müziğin kimi anlarda gereğinden fazla yumuşak bir hava alarak bu sanallığı desteklediğini de söylemek gerekiyor.

Açılış sahnesinden kaza sahnesine, gün ışığının tadını çıkarmaktan “kurtuluş” sahnesine Boyle çarpıcılığı tartışılmaz pek çok an yaratmış filmde. Örneğin gün ışığının değerini anlatan o kısacık anlar veya gerçekliğini sonunu görene kadar sizin de bilemediğiniz kurtuluş sahnesi çok ama çok başarılı. Enrique Chediak ve Anthony Dod Mantle ikilisine ait olan görüntülerden de ustaca yararlanıyor film (zaman zaman müzik videosu havası taşısa da kimi görsel tercihler) ve Utah’ın kanyonlarının müthiş görüntülerini gözlerinizi alamayacağınız biçimde sergilerken, “sel” sahnesindeki gibi sizi koltuğunuzda diken üstünde oturtabiliyor da. Filmdeki şarkıların yanısıra, A.R. Rahman’ın müziği de Boyle’un (olumlu ve olumsuz sonuç veren) tercihlerine gösterdiği uyum ile dikkat çeken bir başarıya sahip. İkinci yarısında zaman zaman ufak sarkmalar gösterse de, temposu genel olarak aksamayan film elbette James Franco’dan da büyük bir destek alıyor. Filme nerede ise belgsel havası verecek kadar gerçekçi, ayrıca dinamik ve duygusal bir oyun veriyor Franco ve filmin de en büyük kozlarından biri oluyor. Seyri zor ama etkileyiciliği tartışılmaz birkaç sahnesi de olan ve halüsinasyon sahnelerini bir parça dozu kaçmış gibi olsa da başarı ile kullanan bu “hayatta kalma” filminin tuhaf bir biçimde yaşam sevinci hissettirdiğini, yaşamın değerini hatırlattığını da söylemek gerekir ki gerçekten önemli bir başarı bu. Boyle’un kendi görsel ustalığının cazibesine hayran kalan bir havası da olsa, görülmesi gerekli bir film, özet olarak.

(“127 Saat”)

Trance – Danny Boyle (2013)

“Seçim senin. Hatırlamak mı istiyorsun, unutmak mı?”

Bir tablonun çalınmasına karışan bir müzayedecinin tablonun yerini bulmak için hipnoz seanslarına başlaması ile gelişen olayların hikâyesi.

“Slumdog Millionaire – Milyoner” filmi ile Oscar kazanan, 2012 Londra Olimpiyatları’nın açılış ve kapanış törenlerinin yönetmeni Danny Boyle’dan gizem ve bir parça da mistizm de barındıran bir suç filmi. Bir bilmece havasındaki filmin senaryosunu Joe Ahearne’in orijinal hikâyesinden Ahearne ve John Hodge birlikte yazmışlar. Bu bilmece havası filmin hem güçlü hem de zaman zaman ortada bir bilmece olduğunu yeterince etkileyici biçimde hissettiremediği için zayıf yanını oluşturuyor. İngiltere, ABD ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen filmde James McAvoy, Rosario Dawson ve Vincent Cassel başrollerde yer alıyorlar. Zekâya hitap eden (dolayısı ile seyirciyi de zorlayan) bir film olmakla ticari sinemanın gerekleri (seyirciyi fazla zorlamamak) arasında sıkışmış görünen film müzik bandındaki sıkı şarkılardan aldığı destek, sağlam tekniği ve ilginç konusu ile yine de ilgiyi hak eden bir çalışma. Bilinçaltı, hipnoz, bilmece, gizem vs. derken arada “gerçekçilikten” uzaklaşmak gibi bir kusuru da olan hikâyenin seyri çekici olabilir çoğu sinemasever için.

Danny Boyle’un filmini hem tekniği hem de hikâyesi açısından aynı ifadelerle beğenmek/eleştirmek mümkün. Farklı kamera açıları, arada siyah ve beyaz görüntüler ve etkileyici müzik kullanımı gibi unsurlarla seyirciyi teknik açıdan filme bağlamayı biliyor Boyle ve tempolu ve yağ gibi kayan bir anlatımla karşımıza getirdiği açılıştaki soygun sahnesi gibi anlarla da seyircinin ilgisini hep üzerinde tutmayı başarıyor. Hipnoz seanslarındaki görsellik de benzer şekilde ve dozunda tutulmuş rüya havaları ile çekici kesinlikle. Ne var ki film bu teknik öğelerin arasında zaman zaman bir kaosa da düşmüyor değil. Boyle’un ustalığı bu kaosun kafa karıştırıcı ve gereğinden fazla göz boyayıcı olmasını engelliyor neyse ki. Aynı şekilde, filmin hikâyesi de bilmece havası ile hem etkiliyor hem de bir parça inandırıcılığını sorgulatıyor. Gerçeğin ne olduğu hikâye boyunca genellikle akıllıca değişirken, seyirci ortada bir bilmece olduğunu gerçekler değişmeye başlayınca fark ediyor ve bu da bir yandan sürprizlerin gücünü artırırken öte yandan seyirciyi bir karakterin filmde söylediği gibi “ideal bir dünyada…… vaktimi boşa harcamazdım” cümlesini söylemeye teşvik ediyor yarattığı gereksiz kaos ve karmaşa ile.

Odağında Goya’nın “Havadaki Cadılar” tablosunun olduğu film aralarında Rembrandt’ın “Taberiye Gölü’nde Fırtına” ve yine Goya’nın “Çıplak Maya” adlı tablolarının da bulunduğu başka klasik resimleri de hikâyesinin parçasını yaparak ilgi topluyor. Özellikle “Çıplak Maya” tablosu filmde hayli önemli bir sahnenin de anahtarı konumunda ve hikâyenin bu klasik sanat eserlerini seyircinin ilgisini çekecek şekilde gündemine almasını takdir etmek gerekiyor. Keşke hikâye bu başarısını trans halinin sinemasal karşılığı olmayı hedeflediğinde de gösterseymiş diye de eklemek gerekiyor burada. Filmde o kadar çok trans (hipnozun sonucu olarak) sahnesi var ki bir süre sonra monotonluğa düşülüyor ister istemez. Özellikle “kötü adamlara” hipnoz yapılan bir sahne var ki Boyle bizden gülmemizi mi bekliyor (James McAvoy’un canlandırdığı karakterin yaptığı gibi), yoksa ciddiye alınmayı mı bekliyor, anlamak güç. Finale doğru taşlar yerine oturunca anlıyorsunuz ne olup bittiğini ama o zamana kadar hipnoz seanslarını yapan kadının gücünün zekâsından mı, bilimsel bilgisinden mi geldiğini, yoksa bir takım mistik güçlere mi sahip olduğunu anlamakta zorlanıyorsunuz ki bu da filmin lehine olan bir durum değil kuşkusuz.

Filmin erotizm ve tutku konularında da sıkıntısı var. Kadın terapist (Rosario Dawson) ile Vincent Cassel’in oynadığı “kötü adam” arasındaki aşk, tutku ve şehvet gerçekçiliğin o kadar uzağında ki hikâyeye zorlama bir erotizmin çekiciliğini katmaktan başka amacı yokmuş gibi görüyor bu unsurun. Neyse ki gerek bu sahneleri gerekse filmin pek çok anını parlatan oyuncuları durumu kurtarıyor. Özellikle McAvoy ve Dawson performansları ile filmin kaosa dönmeye yüz tuttuğu ve gerçeklikten kopmaya başladığı anları varlıkları ile canlı ve çekici tutmayı başarıyorlar. Vincent Cassel senaryodaki en zayıf diyalogların sahibi olarak belki de daha zor bir işin altından kalkıyor ve en azından aksamayan bir oyunculuk sunuyor. Danny Boyle’un kendisinin ise usta bir görsellik yönetmeni olmasından kaynaklanan ve hiper-aktifliğin (hem fiziksel hem düşünsel olarak) usta bir sunucusu olmasının sonucu olarak filme çekicilik kattığı kimi tercihleri var. Örneğin James McAvoy’un kameraya (seyirciye) konuştuğu kareler gereksiz bir sanatsal özentinin sonucu gibi görünmeyip, aksine seyirciyi doğrudan filmin içine alma aracı olan bir oyun olarak gösteriyor kendini.

Hitchcock “Spellbound – Öldüren Hatıralar” filminde hafızasını kaybedip kendisini başka birisi zanneden bir adamın hikâyesini anlatırken filmdeki düş sahneleri (ki yapımcı Selznik tarafından acımasızca kısaltılmış sahnelerdir bunlar) için gerçeküstücü ressam Dali’den yararlanmıştı. Burada ise Boyle klasik dönemin ustalarının tablolarını hikâyesinin bir parçası yaparak “entelektüel” seyircinin gönlünü almayı başarıyor. Boyle’un enerjisini seyirciye geçirmeyi başardığı film, ilgiyi hak eden ve sevaplarının günahlarına ağır bastığı bir film, özet olarak.

(“Trans”)