The Old Man & the Gun – David Lowery (2018)

“Bir zamanlar ona “Forrest, senin durumundaki birisi için yaşamını kazanmanın daha kolay bir yolu mutlaka vardır” dediğimde, bana baktı ve şöyle dedi: “Dostum, benim sözünü ettiğim yaşamını kazanmak değil, yaşamak””

Kendi ifadesine göre yaşamı boyunca 18’i başarılı, 12’si başarısız toplam 30 kez cezaevinden kaçma girişimi olan ve ilerleyen yaşına rağmen iki arkadaşı ile banka soygunculuğuna devam eden Forrest Tucker’ın hikâyesi.

Amerikalı gazeteci David Grann’in 2003’te The New Yorker dergisinde yayımlanan makalesinden (Makale daha sonra Grann’in “The Devil and Sherlock Holmes” adlı derlemesinde de yer almış) esinlenen senaryosunu yazan David Lowery’nin yönetmenliğini de yaptığı bir ABD yapımı. Başrol oyuncularından Robert Redford’un son oyunculuğu olduğunu belirttiği film en az hikâyenin kahramanı kadar Redford’a da adanmış görünen bir çalışma. Redford’a Casey Affleck, Sissy Spacek, Dany Glover ve Tom Waits’in eşlik ettiği zengin kadrolu film bir suçlunun hikâyesini esprili, sakin ve hafif bir havada anlatırken; aksiyondan ve onun hız, kaos, gürültü ve heyecan gibi olmazsa olmaz unsurlarından hemen tamamen uzak duruyor. Yaşlı adamın peşine düşen dedektifin sözleri ile, “Eskiden genç olan yaşlı bir adam ve sadece banka soymayı seviyor” diye tanımlanabilecek adamın 1981’deki birkaç ayına odaklanan hikâye başta Redford’unkiler olmak üzere bazı sinema eserlerine göndermeleri ile de dikkat çeken, bir karakteri olduğu gibi ve yargılamadan anlatması ile de dikkat çeken eğlenceli bir yapıt.

Öylesine olup bitiveren ve başta bankada yapılan sıradan bir işlem olduğunu düşündüğünüz bir banka soygunu sahnesi ile açılıyor film. Tucker (Robert Redford) takma bıyığını çıkarıp, silahını arabasının torpido gözüne koyduğunda ve ardından onun kulaklığı aracılığı ile bize de ulaşan polis telsizi konuşmalarından sonra aslında bir soyguna tanık olduğumuzu anlıyoruz. Silahı olsa da kendi iddiasına göre bunu hiç kullanmamış olan, oldukça centilmen görünüşlü ve tavırlı ve soyulan bir bankanın çalışanlarından birinin şaşkınlıkla ifade ettiği gibi mutlu bir havası olan bir adamdır Tucker. Çocukluğundan beri soygunculuk yapmaktadır ve kendisi ile aynı yaşlardaki iki arkadaşı olan Teddy (Dany Glover) ve Waller (Tom Waits) ile birlikte son iki yılda 5 farklı eyalette 93 ayrı banka kurbanları olmuştur. Tucker açılışta gördüğümüz soygunun ardından polis takibinden kaçarken Jewel (Sissy Spacek) adında bir kadınla karşılaşır ve ona gerçek adını olmasa da, yaptığı işi itiraf ederek arkadaşı olur (Gerçek hikâyede kadının çok uzun bir süre adamın bir banka soyguncusu olduğundan habersiz olduğunu belirtelim). Hunt adındaki bir dedektif (Casey Affleck) peş peşe gelen soygunların failinin aynı kişi(ler) olduğunu anlar ve peşlerine düşer.

Hayli ilginç bir karakter Tucker; kibarlığı hiç elden bırakmayan, kendisi ve yaptığı iş ile mutlu görünen, banka soymayı asıl olarak sevdiği için yapan bir adamdır ve yaşlılığını da eklediğinizde tüm bu özelliklerine, sinemanın ilginç soyguncularından biri olarak çıkıyor karşımıza. David Lowery gerçeklere elbette ekleme ve çıkarmalar yaparak sevimli bir hırsız olarak çizmiş onu ve hayatını kazanmak için değil, bir yaşama şekli olarak banka soyan adamı Redford’un olgun ve sade performansı ile hayli çekici kılmış seyirci için. Lowery’nin sıkça birlikte çalıştığı (“Ain’t Them Bodies Saints – Ölümsüz Aşk”, “A Ghost Story – Bir Hayalet Hikâyesi” vs.) Daniel Hart’ın caz havalı ve uçarı notaları olan müzikleri ilk bakışta bir suç hikâyesine uygun değil gibi görünse de, gerek inceliği ve akıcı havası ile karakterin yaşam tarzının tam bir karşılığı olması, gerekse özellikle kapanış jeneriğinde duyduğumuz güçlü melodisi ile filme ek bir keyif katmış. Senaryoya kaynaklık eden makalenin yazarı Grann’in, gerçek Tucker’ın saksofon ve klarnet çalan iyi bir caz müzisyeni olduğunu söylediğini hatırlamakta da fayda var. Benzer bir biçimde, görüntü yönetmeni Joe Anderson’un çalışması da sadeliği ve “temiz”liği ile göz dolduruyor. Makaleden yola çıkan hikâyesinin kısalığını Lowery’nin senaryosunun doğal bir şekilde uzatabilmesinde Anderson’un görsel çalışmasının da önemli bir katkısı olmuş. Lowery’in hikâyeye ekledikleri, başta karakterleri daha iyi anlamamızı sağlamak yolu ile başardıkları olmak üzere filmi zenginleştirirken, en sıradan sahnede bile Anderson’ın kamerası kişileri ve mekânları daha çekici ve ilginç kılmayı başarıyor. Tom Waits’in önerisi ile senaryoya eklenen ve sanatçının kendi gençliği ile ilgili gerçek bir hikâyeyi anlattığı türden bölümler veya Tucker’ın gün batımına karşı evinin kapısında ayakta durduğu an gibi kareler hikâyenin süresini uzatmanın iyi tasarlanmış örnekleri arasında yer alıyor.

Affleck’in mırıl mırıl bir sesle konuşan ve bir eylem adamından çok hüzünlü bir adama yakışan vücut dili ile ilginç kıldığı dedektif karakteri hikâyenin çekici unsurlarından biri. Tıpkı filmin kendisi gibi, bu karakter de aksiyondan uzak, sakin ve sıradan bir aile babası olarak çıkıyor karşımıza hikâyenin başından sonuna kadar. 1980’lerin başlarında Texas gibi cumhuriyetçi muhafazakârların egemen olduğu bir yerde siyah bir kadınla evli bir beyaz polis olması aslında tek başına bile ilginç bir durum ama Lowery’nin senaryosu hiç gündeme getirmiyor bu durumu. Aslında hikâyedeki bu tür seçimler ortalama bir seyirci için, eğer hazırlıklı değilse, bir parça hayal kırıklığı da yaratabilir; sonuçta ne heyecan ne bilinen bağlamda bir aksiyon var filmde ve ne de mizahı kahkaha attıracak türden. Lowery daha çok gerçek bir hikâyeyi kurguya özenli ve saygılı bir biçimde yaklaştırmayı deneyen, Redford’un karizmasına dayanan, hafif bir öykü anlatmayı seçmiş ve başarmış da bunu.

Redford’un oyunculuk yaptığı son filmi olduğunu belirttiği çalışma bir bakıma ona da saygı gösterileri ile dolu ve bir sinemasever için bu göndermeleri keşfetmek ayrı bir keyif kaynağı olabilir. Açılış cümlesi (“Bu çoğunlukla gerçek bir hikâyedir”) Redford’un klasiklerinden biri olan George Roy Hill’in 1969 tarihli “Butch Cassidy and the Sundance Kid” (Sonsuz Ölüm) adlı filminin açılış cümlesinden (“Önemi olduğundan değil ama, seyredeceklerinizin çoğu gerçektir”) esinlenerek yazılmış. Dedektifin Tucker ile olan bir sahnesinde parmağını burnunun kenarında sürtmesi ise bir başka Redford klasiği olan ve yine Hill’in yönettiği “The Sting” (Belalılar) filminde Redford ve Paul Newman’ın karakterleri arasındaki gizli mesajlaşma yönteminden alınmış. Filmde daha doğrudan bir gönderme de var: Tucker’ın cezaevlerinden tüm kaçışlarının kronolojik sırada ve hayli eğlenceli bir biçimde peş peşe gösterildiği sahnede, Redford’un 1966’da oynadığı Arthur Penn filmi “The Chase”deki (Kaçaklar) cezaevinden kaçışından kısa bir bölüm de kullanılmış. Böylece Redford kendi gençliğini 52 yıl önceki hâli ile canlandırmış bir bakıma. Sinema meraklıları için son bir not olarak da Redford ve Spacek’in canlandırdığı karakterlerin sinemada seyrettikleri filmin, Amerikan sinemasının değeri yeterince bilinmemiş yönetmeni Monte Hellman’ın 1971 yapımı “Two-Lane Blacktop” olduğunu söyleyelim.

Lowery sevmediği ilk denemelerinden sonra senaryonun son hâlini Forrest Tucker’ın görmek isteyeceği filmi hayal ederek yazdığını söylemiş. Gerçekten de bu hikâye, 2004 yılında ve 83 yaşındayken hayatını cezaevinde kaybeden Tucker’ın izlemekten mutlu olacağı bir içeriğe sahip. Lowery’in uçarı mizanseni, başta Redford, Affleck ve Spacek olmak üzere tüm kadronun sağlam ve yalın performansları ile filmin, ortalama bir aksiyon ya da polisiye meraklısını tatmin etmesi zor ama seyircinin belki de kendisini Tucker’ın yerine koyarak izlemesi gerekiyor bu yapıtı. Sonuçta ortada bildiğimiz anlamda ya da başka bir şekilde söylersek, Hollywood’un seyirciyi alıştırdığı anlamda bir hikâye yok; bu nedenle filmi bir kariyerin (Tucker’ın ve/veya Redford’unki) hafif, samimi ve sevecen bir öyküsü olarak görmekte fayda var.

(“İhtiyar Adam ve Silah”)

The Green Knight – David Lowery (2021)

“Size yeni bir hikâye anlatayım. Onu bana anlatıldığı şekliyle anlatacağım size. Mektupları yazıldı, tarihi basıldı bu cesur ve cüretkâr maceranın. Taşlara kazındı, eskinin bütün büyük efsaneleri gibi. ”

Kral Arthur’un yeğeni Gawain’in bir cesaret gösterisi olarak çıktığı ve sonunda Yeşil Şövalye ile yüzleşeceği yolculuğun hikâyesi.

David Lowery’nin yazdığı ve yönettiği bir ABD, Kanada ve İrlanda ortak yapımı. On dördüncü yüzyılda yazılan ve şairi bilinmeyen bir şiirden yola çıkılarak çekilen film bir fantezi ve aksiyon karışımı. Bu türün popüler ve ticari örneklerinin aksine aksiyonu ve fantezi yanı dizginlenmiş, neredeyse gerçekçi denebilecek bir masal anlatan yapıt yine o örneklerin aksine “yetişkinin içindeki ergen”den çok, “yetişkinin içindeki yetişken”e hitap etmesi ile de farklılaşıyor. Kaynak şiirin aksine belirsiz (İngilizce bir kelime oyunu ile, iki farklı anlama da çekilebilecek) bir sona sahip olan film saf aksiyon meraklılarını tatmin etmeyebilir (bütçesini ancak aşabilen gişe geliri de doğruluyor bunu) ama cesaret, dürüstlük, hak ve bir hikâyesi olmak üzerine ilgiyi hak eden bir öykü anlatan ve Andrew Droz Palermo’nun başarılı görüntü çalışması ile ilginç bir yapıt bu.

Bir Noel zamanı açılıyor film. Kral Arthur’un (Sean Harris) kız kardeşinin (Sarita Choudhury) oğlu olan Gawain’i (Dev Patel) bir genelevde geçirdiği geceden sonra evine dönerken görüyoruz. Kendisi henüz bir şövalye olmadığı için Arthur’un ünlü Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nden biri de değildir doğal olarak. Noel şenliği için yanına gittiği kral ve kraliçe ondan bir hikâye anlatmasını istediklerinde “bir hikâyem yok” der ve film bu genç adamın bir hikâyeye nasıl sahip olduğunu anlatmaya başlar. Şenliğe gelen gizemli Yeşil Şövalye’nin meydan okumasına sadece o cevap verir: Buna göre kendisi bu şövalye ile hemen orada çarpışacaktır ve ona her ne yapmayı (örneğin kılıcı ile yaralamak gibi) başarırsa, tam bir yıl sonra yanına gideceği şövalye de aynısını ona yapacaktır. Dövüş başlar ama şövalye silahını yere bırakır ve Gawain kısa bir tereddütten sonra başını vücudundan ayırır onun. Başsız kalan adam ise başını alır ve terk eder şenliği.

Gawain rolünde Hint asıllı bir oyuncu olan Dev Patel’i tercih etmiş Lowery ve Anglo-Saxon kültürünün tipik beyaz karakterlerinden birini canlandırma görevini ona vererek cüretkâr bir seçim yapmış. Patel de performansı ile -ilk bakışta tuhaf görünebilecek- bu seçimin doğruluğunu kanıtlamış hikâye boyunca; hem gerektiği kadar bir aksiyon kahramanı hem bir âşık ama en önemlisi de oynadığı oyunun bedeli ile yüzleşmesi gereken bir dram karakteri olarak başarılı bir oyunculuk sunmuş Patel. Şövalyeliğin beş erdemi (inançlı olmak, iffetli olmak, nezaket, cömertlik ve dostluk) hakkında hikâye boyunca sınava giren ve tümünde başarısız olan bir karakter olan Gawain rolünün hakkını vermiş oyuncu kesinlikle ve bu karakteri bir aksiyon kahramanı olmanın ötesine taşımayı başarmış. Evet, tüm sınavlarında başarısız olan ve bu nedenle bir şövalye olmayı hak eder görünmeyen bu karakterin Yeşil Şövalye ile yüzleştiğinde alacağı (ya da almayacağı) karar onun kaderini de belirleyecektir. Lowery finali Türkçe’de karşılığı tam anlamı ile verilemeyecek bir replik ile yaparak Gawain’in kaderinin ne olacağını belirsiz bırakmış; Yeşil Şövalye’nin ağzından duyduğumuz bu son cümle çok zıt iki anlama birden geliyor. Bu seçimi Lowery’nin, sınavın sonucundan çok, sınavın kendisi ve o sınav ile yüzleşme cesareti gösterip gösterilmeyeceğine odaklanması ile açıklayabiliriz. Bir başka şekilde söylersek, film Gawain’in bir şövalye olmayı hak edip etmediğini sorgulamamızı istiyor ve bu bağlamda bakıldığında, akıbetinin ne olacağı o kadar da önem taşımıyor. Kahramanımızın kız arkadaşı Essel’in (Alicia Vikander) “Şan nedir? İyi olmak neden yetmiyor” sorusu ise gerçek şövalyeliğin şan üzerinden değil, iyilik üzerinden inşa edilebileceğini söylüyor.

Andrew Droz Palermo’nun kamerası ile iç mekânlarda doğal (en azından öyle görünen) ışık kullanımını tercih etmiş Lowery. Bu nedenle bazı sahnelerde oluşan nerede ise yarı-karanlık görüntü, “aksiyonu da eksik” olan filmi parlak ışıklı görüntülere alışık seyirciden biraz daha uzaklaştırabilir. Benzer şekilde, bir efekt bombardımanı da yok filmde ve tüm bu tercihler hikâyenin hayli gerçekçi bir fantezi filmine dönüşmesini sağlamış. Daniel Hart’ın müziklerinin gizemli ve sanatsal bir hava kattığını da eklersek filme, Lowery’in kesinlikle farklı bir yol seçtiğini ve hedefine ulaştığını söylemek mümkün.

Kaynak şiir daha önce iki kez daha uyarlanmış sinemaya. Her ikisini de Stephen Weeks’in yönettiği bu filmler 1973 yapımı “Gawain and the Green Knight” ve 1984 tarihli “Sword of the Valiant: The Legend of Sir Gawain and the Green Knight”. Lowery’nin sinema değeri açısından bu öncekilerden hayli önde olan filmi başta açılıştaki kar tanelerinin savrulduğu sahne olmak üzere üst düzey bir görselliğe sahip olması ile de öne çıkıyor. Fizikselden çok, ruhani olarak da okunabilecek bu yolculuk hikâyesi baş karakterini bir kahraman olarak değil; sorgulayan, düşünen ve tereddüt eden bir insan olarak çizerek de doğru bir iş yapmış. “Başarı”nın getireceği güç, şan ve iktidarı elde eden bir şövalyeyi değil; varoluşunu sorgulayan, bekleyen ve anlamaya çalışan bir adamı anlatmakla ve bunu yaparken de “yeşil”in (doğanın) eninde sonunda her şeye egemen olacağını hatırlatması ve bu ezelî ve ebedî gerçeğin karşısında tüm insanlık tarihinin “şövalyelik” üzerinden yücelttiği dünyevî değerlerin boşunalığını göstermesi ile değer kazanan bir film çekmiş Lowery. Sakinliği ve aksiyonsuzluğu tipik bir aksiyon fantezisi beklentisi olanları rahatsız edebilir ama ilgiyi hak eden bir sinema yapıtı bu. Evet, çok derinlere inen bir içeriği yok ama bir aksiyondan daha fazlasını beklemek de anlamsız olsa gerek.

(“Yeşil Şövalye”)

A Ghost Story – David Lowery (2017)

“Geride bıraktıklarımızı tek tek hazırlarız ve bizi ister bütün dünya isterse sadece birkaç kişi hatırlayacak bile olsa, yok olduktan sonra da burada varlığımızı sürdürebilmek için yapabileceğimiz her şeyi yaparız”

Trafik kazasında hayatını kaybeden bir adamın hayaletinin dünya üzerinde devam eden hayatının ve yalnızlığının hikâyesi.

David Lowery’nin yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. ABDli yazar Kathryn Schulz’un 2015 yılında New Yorker dergisinde yayımlanan “The Really Big One” başlıklı makalesini okuduktan sonra yazdığını söylemiş filmin senaryosunu Lowey. Schulz’un “Kuzeybatı sahilinin önemli bir bölümü bir depremde yok olacak. Asıl soru bunun ne zaman olacağı” alt başlıklı makalesinde depremlerin kaçınılmazlığı ve yıkıcılığı ele alınırken, Lowery’in senaryosu bu yazıya doğrudan veya dolaylı bir gönderme içermiyor; buna karşılık ölümün kaçınılmazlığı, geride kalan sevenler için yıkıcılığı ve daha da önemli olarak ölümün ölen için yıkıcılığını anlatıyor müthiş bir etkileyiciliği olan hüzünlü atmosferi ile. “Beyaz çarşaf ve hayalet” gibi klişe bir komedi malzemesi çiftini bu denli cüretkârca kullanıp, bırakın en küçük bir komedi çağrışımı yaratmayı, aksine bu malzemeleri olağanüstü tanımlamasını hak edecek bir hüznün aracı yapmayı becermesi ile bile takdiri hak eden bir film bu.

Film Virginia Woolf’un “A Haunted House” adlı öyküsünden bir cümle ile açılıyor: “Hangi saatte uyansanız, bir kapı kapanırdı”. Lowery’nin hikâyesi de beklenmedik ölümü sonucu sevdiği her şey ile, yaşam ile arasındaki kapı kapanan bir adamın trajedisini anlatıyor bize. Kapılar bazen geçmişe bazen de geleceğe açılıyor ama hiçbir zaman onu kaybettiği yaşama geri döndürmüyor bu hikâyede. Sinemada pek çok kayıp hikâyesi anlatılmıştır ve bunların hemen tamamı da gidenin değil, geride kalanın hüznünü ve kayıpla başa çıkmaya çalışırken sürdürdüğü yaşamına odaklanır. Oysa burada Lowery bu kayıp duygusunu asıl olarak geride kalanın değil, gitmek zorunda kalanın hissettiğini söylüyor bize ve bunu yaparken de hayaletli evlerde kendiliğinden açılıp kapanan kapıların, kaynağı belli olmayan seslerin, kendi kendilerine ortalığa saçılıveren eşyaların da bir açıklamasını sunuyor: Öfke. Bir insanın başına gelebilecek en korkunç şeylerden biri, sevdiğini kaybetmek kadar, sevdiğini sürekli olarak görüp onun tarafından hiç görülmemek, dokunamamak ve dokunulamamak, varlığının hiç fark edilmemesi de olsa gerek. Hayaletlerin de trajedisi bu diyor hikâye ve onların korkunç ve umutsuz bir bekleyiş içinde nasıl yok olup gittiğini anlatıyor. Filmde üç ayrı yok oluş var: İlkinde adamı kazanın hemen sonrasında arabanın içinde ölü olarak görüyoruz; diğer ikisi ise iki ayrı hayaletin sonsuza kadar yok olmalarını gösteriyor ki açıkçası bu son ikisinin etkisinden kolay kolay sıyrılmak mümkün değil. Bir hastane odasında “ölümünün kabullenilmesini kabullenemeyen” adamın bir hayalet olarak hikâyesi ile Lowery çarpıcı bir sonuç yakalamayı başarıyor kesinlikle.

Sinemada pek sık kullanılmayan 4:3 görüntü formatının seçimi ile cesur bir tercih yapmış film ve bu format özellikle hayaletin tek başına tüm görüntüde olduğu sahnelerde onun üçgensel şekli ile çekici bir zıtlık oluşturmuş ve sıkışıp kalmasının sembolü olmuş. 7. Dakikada ekrana gelen filmin adı dışında herhangi bir açılış jeneriği olmayan filmde görsel efektlerin doğal ve az kullanımı, özellikle de bu tür bir hikâyenin “kaçınılmaz” unsuru olan CGI’dan uzak durulması çok doğru bir tercih olmuş; çünkü Lowery’nin filmi hikâyesinin tüm doğaüstü içeriğine rağmen gücünü doğallığından ve insanî olana hep yakın durmasından alıyor. Sabit kamera ile oluşturulan çekimler, sessiz anlar ve çoğunluğu kesintisiz tek çekimle oluşturulmuş sahnelerden de çekinmemiş Lowery ve sessizlik ve sadelikten etkileyici bir zarafet üretmeyi başarmış. Uzun olmayan süresine rağmen uzun sahneler içeren ve popüler sinemanın atlayacağı “önemsiz” anları anlatmayı tercih eden filmi Lowery’in başarı hanesine ekleyebiliriz rahatlıkla.

Sadece görüntüsü bile kaba bir komedi malzemesi olabilecek beyaz çarşafı (sadece gözler için iki delik var üzerinde) gülmeyi ve komediyi hiç akla getirmeyecek bir şekilde kullanabilmesi ile de dikkat çeken bir film bu ve aldığı riski tamamen yok edebiliyor. Kaba bir güldürü klişesinin burada hüzünle özdeşleşecek bir unsura dönüşebilmesi ve bu dönüşümün doğal ve doğru görünmesi Lowery’nin filminin samimiyetinin önemli göstergelerinden biri olsa gerek. Zamanın -hızlı- değişimi ve aynı evin uzun yıllar önceki ve gelecekteki sahiplerinin yaşamlarına tanıklık eden hayaletin sessiz hâli, “I Get Overwhelmed” şarkısının kullanıldığı sahnede geçmiş ile şimdiki zamanın bir araya gelmesi (filmin müziklerini de hazırlayan Daniel Hart bestesini grubu Dark Rooms ile birlikte seslendirmiş ve hikâyenin atmosferine uygun bir “trans” atmosferi yaratmış), bir parti sahnesindeki “iz bırakmak, hatırlanmak, unutulmaya mahkûm olmak ve her şeyin yok olacak olması” konuşması ve tam bu sahnenin sonunda hayaletin yuvasının fiziksel olarak yok edilmeye başlanması gibi önemli anları olan filme damgasını vuran hayaletin hüznü ve öfkesi oluyor kuşkusuz. “Geleceklerini sanmıyorum” diyen ve kimi beklediğini de artık hatırlamayan hayaletin kalıcı yok oluşu ve zamanın geçişini zarif bir biçimde anlatan hayaletin yürüyüşü sahnesini de görsel başarısının örnekleri arasında anabileceğimiz film o küçük ama çarpıcı eserlerden biri. Aynı anda aşkın, ret etmenin, kabullenememenin, öfke ve terk edilmenin hikâyesi olabilen bu çalışma “ölümden sonra hayat yoksa” sorusunun korkunç “Hayır, yok” cevabı ile de yüzleştiriyor bizi. Duygusunu seyirciye empoze etmeye çalışmayan, sadeliğin içindeki gerçekliği ve vuruculuğu yakalayan film bir başyapıt değil ama içtenliği ve kırılganlğı ile hep hatırlanacak ve görülmesi gereken bir çalışma. Yalnız kalmak yok olmaktır belki de, kim bilir…

(“Bir Hayalet Hikâyesi”)

Ain’t Them Bodies Saints – David Lowery (2013)

“Sevgili Ruth, bu mektuba nasıl başlayacağımı bilmiyorum; ama aklımda milyonlarca şey var ve onları söylemeliyim. Dışarı çıktığımı bildiğini biliyorum. Seni almaya geldiğimi de biliyorsundur. Hep söylediğim gibi, hep geleceğimi söylediğim gibi, seni almaya geliyorum. Keşke yanında durmuş, kulağına fısıldıyor olabilseydim ama şimdi şartlar farklı. Ayakkabılarım olmadan dağları ve ormanları aştım. Çok uzun yollar katettim ve artık yakınındayım. O kadar yakınındayım ki uzansam yanağına dokunacağım neredeyse”

Silahlı soygun nedeni ile atıldığı cezaevinden kaçan bir adamın, soygundan sonraki çatışma sırasında bir polisi yaralayan ama suçunu adamın üstlenmesi ile ceza almaktan kurtulan karısına ve çocuğuna kavuşma çabasının hikâyesi.

David Lowery’nin yazdığı ve yönettiği bir Amerikan yapımı. Herhangi bir anlamı olmayan orijinal ismini, Lowery’nin bir şarkının yanlış anladığı sözlerinden ilham alarak belirlediği film bir tutkulu aşk hikâyesini “zarif bir melankoli” olarak tanımlayabileceğimiz bir dil ile anlatırken, Bradford Young’un izlenimci denebilecek görüntüleri sayesinde görselliği ile de yakalıyor seyirciyi. Karakterlerine uygun oyunculuklarla göz dolduran kadronun da dikkat çektiği film, hikâyesi 1970’lerde geçmesine rağmen belli bir döneme ait değilmiş ve adeta herhangi bir yerde ama özellikle Amerika’da geçebilirmiş havasını yakalaması da ciddi bir başarı olarak görünüyor. Zaman zaman sadece duygulara ve izlenimlere üstelik fazlası ile odaklanması ve asıl çekici olanın hikâyesinden çok atmosferi olması gibi kusur olarak görülebilecek yanları da var ama filmin başarısını engellemiyor bu sorunlar.

Bir “iç ses filmi” diyebiliriz sanırım bu çalışmaya: Lowery’nin diyalogları ve oyuncuların onların dile getiriş şekli konuşmaları bize bir iç ses biçiminde yansıtıyor adeta ve sanki tüm hikâye bir anlatıcının ağzından dile getiriliyor gibi. Bu hissi yaratan ise filmin melankolik havasını gerçekçi bir biçimde üretmeyi başarması ve sık sık kendimizi karakterlere -özellikle kadına- onlarla birlikte düşünüyor ve hissediyormuşuz gibi yakın bir yerde bulmamız. Lowery’nin belki de en büyük başarısı bu; filmin her karesi nerede ise mistik denecek bir havaya sahip ve oyuncuların -kısıtlı- aksiyon sahnelerinde bile bu havaya uygun haraket etmesi hikâyeye bir sağlamlık ve tutarlılık kazandırıyor. Bu da önemli; önemli çünkü hikâye ve kimi gelişmeler belki klişe kelimesini hak etmiyor ama çok da orijinal görünmüyor aslında.

Daniel Hart’ın, Lowery’nin görsel ve biçimsel tercihlerine hayli uygun düşen müziği eşliğinde anlatılan hikâyede karakterlerin iyiliği veya kötülüğünden çok arzuları ve zayıflıkları ile ilgileniliyor ve bu da filme ek bir değer katıyor açıkçası. Tam da bu nedenle bu küçük hikâye kendine özgü bir hava yakalayabiliyor ve seyirci için de çekici hâle geliyor. Casey Affleck’in canlandırdığı “romantik suçlu” karakterinin veya Rooney Mara’nın oynadığı kadın karakterin içine düştüğü ikilemin bu denli gerçekçi görünmesi ve aslında sinemada defalarca benzerini gördüğümüz bu ikilinin buna rağmen hayli orijinal durmalarıi hep Lowery’nin başarı hanesine yazılması gereken unsurlar. Kadına aşık olan polis rolündeki Ben Foster da ilginç karakterini (o da bir tutkunun esiri bir bakıma) hak ettiği bir düzeyde oyunculukla karşımıza getirirken, Affleck ve Mara’dan geri kalmıyor ve onların karakterlerinin melankolisine ve hayalciliklerinin karşısına koyduğu gerçekçi bir alternatifle hikâyeye ek bir boyut kazandırıyor.

Lowery’nin bir diğer başarısı bir başka filmde klişe görünebilecek bazı anları ustalıkla farklı kılabilmesi. Adam ile kadının yakalandıktan sonra polislerin arasında ve kelepçelenmiş bir şekilde yürürken birbirlerine sığındıkları andaki aşk kareleri veya finalde aynı ikilinin “vedalaşma”sı örneğin, bir zorlama duygusallık tuzağından ustaca kurtarılmış anlar. Sonuçta sertliğinin üzeri örtülmüş olsa da kendisini zaman zaman hissettirdiği bu “şiirli film”, ilgiyi hak eden bir çalışma ve bir yan roldeki Keith Carradine’in varlığı ile de ayrıca önemli. Sonuçta büyük bir film değil, atmosferi sık sık hikâyenin önüne geçiyor ama yine de görülmesi gerekli bir sinema eseri bu.

(“Ölümsüz Aşk”)