Leave No Trace – Debra Granik (2018)

“Senin! Senin, benim değil. Sana yanlış gelen şey, benim için yanlış değil”

Bir millî parkın içinde kendilerine toplumdan soyutlanmış bir hayat kuran bir baba ile on üç yaşındaki kızının, varlıklarının yetkililer tarafından keşfedilmesi ile değişen yaşamlarının hikâyesi.

Amerikalı yazar Peter Rock’ın 2009 tarihli “My Abondonment” adlı romanından (roman da bir gazete haberinden esinlenmiş) uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Debra Granik ve Anne Rosellini’nin yazdığı filmin yönetmenliğini, özellikle 2010’da çektiği “Winter’s Bone” (Gerçeğin Parçaları) ile büyük bir ilgi toplayan Granik üstlenmiş. Amerikan bağımsız sineması tadında bir film bu ve bir yandan travması olan ruhu yaralı bir adam ile kızının ilişkisi üzerinden bir ebeveyn ile çocuğu arasındaki bağlılığı ele alırken, öte yandan toplumun dışında kalmayı seçenlerin hikâyelerine odaklanıyor. Zarif dili, karakterlerini yargılamayıp onları anlama çalışan yaklaşımı ve iki başrol oyuncusunun performansları ile ortaya ilgiyi hak eden bir sinema eseri koymuş Granik ve çağdaş Amerikan toplumunun ruhundaki yaraları net bir şekilde göstermiş.

Film bizde orijinal adının Türkçe karşılığı ile, “İz Bırakma” ismi ile gösterilmişti. Bu isim baba ve kızının yasaya aykırı olan yaşam biçimlerini sürdürebilmek için kimseye görünmemeleri ve ormandaki küçük yaşam alanları dışında olduklarında da peşlerinde iz bırakmama gerekliliğine işaret ediyor ama filmin doğa ve şehir karşıtlığını da gündemine aldığını düşünürsek, ABD’deki millî parkların ziyaretçilerine yapılan bir uyarıya göndermede bulunulduğunu da düşünebiliriz. Doğaya saygı göstermeyi ve korumayı amaçlayan bu uyarı ziyaretçilere geride hiçbir iz bırakmamalarını, doğanın düzenini bozmadan onu buldukları gibi bırakmalarını söylüyor. Filmimizdeki baba (Ben Foster) ve kızı da (Thomasin McKenzie) tam bu prensibe uygun bir yaşam sürüyorlar doğanın içinde. İlk sahneden başlayarak film onların bulundukları ortamın bir parçası olduklarını ve oradaki düzene uygun bir yaşam sürdürdüklerini gösteriyor özenle. Yağmur suyunu basit bir düzenekte biriktirip içmelerinden ateş yakmak için doğal araçları kullanmaya veya yedikleri yumurtaların kabuklarını değerlendirmekten minimum eşyaya sahip olmaya pek çok örnek verilebilir yaşamlarının doğallığı ile ilgili olarak. Ne var ki yasanın gözünde evsizdir bu ikili ve benzeri yaşam süren birkaç kişiye daha olduğu gibi, yetkililer onlara yasanın tüm soğuk gerçekliği ile müdahale etmektedirler yakaladıklarında. Ufak bir tedbirsizlik yakalanmalarına neden olur iki kahramanımızın ve bundan sonrası düzenin koruyucularının onları uygar yaşamın parçası yapma sürecinde baba ile kız arasında yavaş yavaş oluşmaya başlayan farklılaşmanın hikâyesi olur.

İki karakterin geçmişleri hakkında uzun bir süre birkaç cümleden başka şey söylemiyor bize film ve bunun yerine adamdaki izole yaşam tutkusunun şiddetinin ve bunun sonuçlarının yavaş yavaş seyirci tarafından anlaşılmasına çalışıyor ve başarıyor da bunu. Anne hakkında tek bildiğimiz, kızının onu hiç hatırlamadığı; baba kızı okula göndermemiş ve kendisi eğitmiştir. Yakalandıklarında yapılan testlerde kız hem psikolojik açıdan hem de eğitimi açısından iyi bir düzeyde görülür ama yine de babası ile sürdürdükleri hayat bir evsizin hayatıdır ve bu da yasa dışıdır. Granik’in filmi bekleneceğinin aksine bir doğal yaşam ile “normal” yaşam çatışmasına soyunmuyor; bunun yerine kızın büyüdükçe ortaya çıkan toplumsallaşma gereksinimi ile babanın tercihlerinin farklılaşmasının neden olduğu sonuçlar üzerine gitmeyi seçiyor doğru bir şekilde. Babanın bir süre çalıştığı ve yılbaşı için çam ağaçları yetiştirilen yerde ağaçların doğal görünümlerinin, satışlarını artırmak için simetrik bir estetik uğruna değiştirilmesi gibi şehir hayatının yapaylığına bir eleştiri var ama filmin temel meselesi değil bu konu. Bu sahne ağaçlarla birlikte yaşayan bir adamın ağaçların bir meta olduğu dünyaya uyum sağlamasının imkânsızlığına işaret ediyor ama sonuçta baba travmalı bir adamdır ve sığındığı orman onun yapaylıktan değil, yaralarını hatırlatan bir toplumdan kaçış çabasının sonucu gibi görünüyor.

Başta kapanış jeneriği boyunca dinlediğimiz ve Kendra Smith ve Magician’s Orkestrası’nın seslendirdiği “Moon Boat” şarkısı olmak üzere hikâyeye ve karakterlerine yakışan bir soundtrack’i olan filmde Dickon Hinchliffe’nin orijinal müzik çalışması da filmin dilinin ince hüznüne yakışan melodileri ile takdiri hak ediyor. İki başrol oyuncusunun performansı ise dört dörtlük; baba rolündeki Ben Foster travmalı bir karakteri düşülebilecek abartı tuzaklarından ustaca uzak durarak sessiz ve zarif bir şekilde oynuyor ve içindeki fırtınaları yalın bir şekilde yansıttığı beden dili ile etkiliyor seyirciyi. Genç oyuncu Thomasin McKenzie ise babasına olan bağlılığı (ve sevgisi) ile artık yetişkin olmaya doğru ilerleyen bir birey olarak yaptığı tercihleri arasında sıkışan karakterde hayli parlak bir oyunculuk sergiliyor ve izleyiciyi kaderine ve iç çatışmalarına ortak ediyor yine doğal bir oyunculuk örneği vererek.

Dünyanın dört bir yanına “demokrasi ve barış getirmek” adına askerlerini gönderen bir ülkenin bu eylemlerinin sonucunun travmalar ve yaralanmış ruhlarla dolu bir nesil olacağı açık elbette. Hayal kırıklığından korkuların tetiklediği bir paranoyaya, öldürmek ve ölmemek çabasının neden olduğu sürekli tedirginliğin egemen olduğu bir yaşamdan etrafına hep bir “düşman” görmek amacı ile bakmaya kuşkusuz zor bir hayata mahkûm oluyor bu genç insanlar. Onların bir misyon uğruna gönderildikleri yerlerde neden oldukları çok daha önemli ve çoğu bir insanlık suçu oralarda işledikleri; ama silah geri tepip onu tutanı da vuruyor işte.

Hikâye boyunca farklı sahnelerde karşımıza çıkan denizatı işte tüm bu travmaların sembolü aslında. Travma sonrası stres bozukluğundan (PTSD) muzdarip olan insanlarda beyindeki hipokampus bölgesinin işlevini sağlıklı bir biçimde yerine getiremediği biliniyor ve şekli bir denizatını andıran bu bölgenin İngilizce adı (“Hippocampus”) edebî metinlerde özellikle eski dönemlerde denizatı için kullanılan bir sözcük. Aynı anda gerçekçi ve şiirsel olmayı başaran bir dili olan film başrol oyuncusu Ben Foster’a göre bir ebeveyn ile çocuğunun birbirlerine zamanı geldiğinde veda edebilmesi ve sevdiğiniz birinin gitmesine gerektiğinde izin verebilmeniz hakkında bir yapıt. Doğru bir okuma bu ama PTSD ve ormanda inziva gibi hikâyenin hayli göbeğinde olan temalar bir parça üzerini örtüyor bu meselenin. Görüntü yönetmeni Michael McDonough’un özellikle doğa içindeki görüntülerinin ve yakaladığı detayların güzelliği ile dikkat çeken film, finalinde ağaca asılan yiyecek dolu torbanın verdiği umut duygusunun yanında günümüz ABDsinin zayıflıklarını göstermesi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma. Hikâye boyunca baba ve kızının karşılaştığı tüm karakterlerin kibar ve iyi insanlar olması ise ülkenin probleminin insanları değil, o insanları yaralayan düzeni ve o düzenin tepesindekiler olduğunu gösteriyor bize.

(“İz Bırakma”)

Winter’s Bone – Debra Granik (2010)

“Bakmam gereken iki çocuk ve bir de annem var. Babamı bulmam gerek!”

Ağır bir depresyon içindeki annesi ile iki küçük kardeşine bakmaya çalışan genç bir kadının ailesini ayakta tutabilmek için, uyuşturucu işine bulaşmış babasını bulmaya çalışmasının hikâyesi.

Daniel Woodrell’in aynı adlı romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Debra Granik ve Anne Rosellini’nin yazdığı filmin yönetmenliğini de Granik üstlenmiş. Uyarlama Senaryo, Kadın Oyuncu ve Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında 4 Oscar ödülüne aday olan film Sundance’te de büyük ödülü kazanmıştı. Bunların ve diğer pek çok ödül ve adaylığın yanında filmin bir diğer özelliği de 1983 tarihli “The Dresser – Kostümcü” filminden sonra, Oscar’a aday gösterilen en düşük gişe gelirli yapım olması. Başroldeki Jennifer Lawrence’ın parlak performansına rağmen hikâyesi ve temposunun ticarî sinemanın gerekliliklerinden uzak olmasının neden olduğu bu düşük gelire rağmen film aslında hayli kazanç sağlamış yapımcılarına; yaklaşık 2 Milyon Dolar büyüklüğünde bir bütçe ile çekilen filmin gişe geliri 16 Milyon Dolar’ı aşmış çünkü. Woodrell’in eserlerinin çoğu gibi Missouri’nin Ozark bölgesinde geçen film bu yönü ile bir “derin Amerika” hikâyesi anlatıyor bize ve şehir hayatından (ve belki de “uygarlık”tan) uzak yaşayan insanları getiriyor karşımıza. Genç bir kadının bir sosyal düzene karşı tek başına direnmesini anlatan film, kadın karakterine odaklanması ve onun mücadelesini övmesi ile bir feminist eser olarak da görülebilir. Alışılan Amerikan filmlerinden biri değil bu ve gerçekçi hikâyesi ve karakterleri ile görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

Marideth Sisco’nun seslendirdiği bir folk şarkısının eşlik ettiği görüntüler ile açılıyor film. Sisco filmin çekildiği tarihte altmış yaşını aşmış ve emekli hayatı süren bir eski gazeteci ve “part-time” müzisyen olarak tesadüfen keşfedilmiş çekimler için lokasyon arayan yapımcılar tarafından ve onu o kadar beğenmişler ki oynayacağı özel bir sahne yazılmış onun için. Açılışta “Missouri Waltz” şarkısını seslendiren Sisco kendisinin de yer aldığı sahne dışında kapanış jeneriklerine de eşlik ediyor sesi ile. Onun varlığı, sesi ve şarkıları sadece kendi çekicilikleri nedeni ile değil, aynı zamanda filmi farklı kılan atmosferinin iyi birer örneği nedeni ile de önem taşıyorlar. “Yerel” bir hikâye anlatan filmin bu yerelliği bir marjinal unsur olarak değil de, bir gerçekliğin doğal bir unsuru olarak kullanması çok doğru bir tercih olmuş. Oyuncuların bir kısmının çekimlerin yaşadığı yerde yaşayan insanlardan seçilmesinin de desteklediği bu tercih filme anlatım biçimi olarak değil ama içerik olarak bir belgesel gerçekliği kazandırmış.

Film dünya ile ilişkisini kesmiş annesine ve biri 6, diğeri 12 yaşında olan iki kardeşine bakmaya çalışan 17 yaşındaki bir genç kadının oturdukları evi ve araziyi kaybetmemek için, kefaletle serbest bırakılan ama duruşmasına gitmeyen babasını bulmaya çalışmasını anlatıyor. Hem baba hem de etrafta oturan yakın ve uzak akrabalar çeşitli suçlara ve uyuşturucuya bulaşmış; kaba, sert ve asosyal görünen bireyler bunlar ve genç kadına bu arayışında yardımcı olmak yerine onun hayatını zorlaştırıyorlar genelde. Senaryo babaya ne olduğu ile ilgili gizemi yavaş yavaş açarken bu gizem öğesini o denli doğal kılıyor ki fark etmeden geriliyorsunuz ve filmin çok beğenilen sandal sahnesinde doruğa çıkan bir şekilde etkileniyorsunuz seyrettiklerinizden. Filmin belki de ana başarılarından biri anlattığı hikâyenin sertliğine rağmen bir karamsarlığın içinde kaybolmaması; bunu sağlayan ise hem genç kadının sadece abla değil, aynı zamanda anne ve baba rolünü de üstlendiği kendi mücadelesi hem de hikâyeye akıllıca ve kendi hayatları da olacak şekilde yerleştirilmiş “iyi” karakterler. En sertinden bir hayatın içinde bile bir dayanışma ruhunun ve yardımlaşmanın yaşayabileceğini göstermesi ile umut da veren bir film bu.

Adını ABD’nin doğusundaki Appalachia bölgesinde kullanılan ve asla pes etmeden arayışını sürdüren birisini ifade eden bir sözden alıyor film. Genç kadının işte bu asla vazgeçmediği arayışını anlatan hikâyenin görüntü yönetmenliğini üstlenen ve yönetmen Debra Granik’in tüm filmlerinde çalışmış olan Michael McDonough’un soluk renkli görüntüleri hikâyeye yakışan bir yarı-karanlık yaratırken, her türlü süsten ve “çekici” karelerden özenle uzak duruyor. Bu yarı-karanlığı aydınlatan iki oyunculuk gösterisi var filmde: Genç kadını oynayan Jennifer Lawrence ve amcası rolündeki John Hawkes. Her iki oyuncu da filmin hedefini çok iyi anlamışlar ve her türlü süsten arınmış, karakterlerinin tüm ruh hallerini ve duygularını içselleştirmiş ve gerçekliğinden bir an bile kuşku duymayacağınız performanslar sunuyorlar hikâye boyunca.

Yoksulluğun hüküm sürdüğü ve insanların çıkışsızlık içinde hissettikleri bir toplumu gösteriyor bize film ve bu bağlamda gerçek bir askerin rol aldığı askerlik başvurusu sahnesi, gençlerin ordudan veya hikâyedeki yetişkin karakterlerin yolundan giderek suça bulaşmaktan başka bir yolları olmadığını söylüyor. “Olumlu” finali, genç kadının yetiştireceği iki kardeşinin geleceği konusunda düşündüğünüzde bir parça kararıyor ve bu dürüst filmin anlattığı hikâyeyi daha da gerçekçi kılıyor. Kolayca bir aksiyona, altı kalın bir şekilde çizilen bir gerilim hikâyesine dönüşebilecek filmi yönetmen Debra Granik tüm bu tuzaklardan sıyrılarak bir gerçekçi “yolculuk ve arayış” hikâyesine dönüştürmeyi başarıyor.

(“Gerçeğin Parçaları”)