Fences – Denzel Washington (2016)

“Ben de seninle duruyordum. Tam burada, yanındaydım. Benim de bir hayatım var ve seninle aynı yerde durmak için hayatımın on sekiz yılını verdim. Ben hiç başka şeyler istemedim mi sence? Hayallerim, umutlarım yok muydu? Benim hayatım ne olacak, ben ne olacağım? Başka erkekleri tanımak benim hiç aklımdan geçmedi mi? Bir yerlerde uzanıp, sorumluluklarımı unutmak istemedim mi? Birileri beni güldürüp, mutlu etsin istemedim mi? İstekleri ve ihtiyaçları olan yalnız sen değilsin. Ama ben sana tutundum, Troy. Bütün hislerimi, isteklerimi, ihtiyaçlarımı, hayallerimi senin için içime gömdüm. İçine bir tohum ektim ve onun için dua edip, açmasını bekledim ama tohumun, toprak çok sert ve kurak olduğu için açmayacağını anlamam on sekiz yılımı almadı. Ben sana tutundum, Troy, daha da tutundum. Sen benim kocamdın. Sahip olduğum her şeyi sana borçluyum. Her bir parçamı sana verdim. Yukarıda odamızda karanlık çökerken dünyadaki en iyi erkek olmadığın şüphesini kafamdan atmak, sen nereye gidersen hep yanında olabilmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Çünkü sen benim kocamdın, çünkü karın olarak yaşayabilmenin tek yolu buydu. Hep verdiklerinden ve vermek zorunda olmadıklarından söz ediyorsun. Ama sen de alıyorsun, Troy. Alıyorsun ve vermiyorsun. Kimin ne verdiğinden haberin bile yok”

1950’li yıllarda Pittsburgh’da, bir yandan ailesini geçindirmeye çalışırken diğer yandan kendi arzuları ve hayal kırıklıkları ile yüzleşen bir adamın hikâyesi.

August Wilson’ın aynı adlı tiyatro oyunundan yine kendisi tarafından sinemaya uyarlanan ve Denzel Washington’ın yönettiği bir Amerikan yapımı. Yazarın “The Pittsburgh Cycle” adı ile bilinen ve her biri farklı bir on yılda geçen on oyunundan beşincisi olan eser 1950’li yıllarda Pittsburgh’daki bir siyah işçi ailesini anlatıyor ve aralarında prestijli Pulitzer ve Tony’nin de bulunduğu pek çok tiyatro ödülünü kazandı. Güçlü diyalogları ile dikkat çeken oyunu sinemaya aktaran Denzel Washington 2010 yılında Broadway’de sahnelenen oyunda bu filmde de kendisi ile başrolleri paylaşan Viola Davis ile birlikte yer almış ve o çok beğendiği oyunu sinemaya taşımaya karar vermiş. Bunu yaparken de, daha ilk dakikalarda fark edileceği gibi, oyuna tamamen sadık kalmış ve özellikle bir sinema havası yaratmama tercihinde bulunmuş. Sağlam oyunculuklar ve oyunun metninden kaynaklanan gücü, filmi kesinlikle ilgiye değer kılıyor ve Washington’ın mizanseni de baştan yaptığı tercihe uygun olarak ilerleyerek şaşırtmıyor. Bu yanlarına karşılık, finalindeki mistik havanın çağrıştırdığı ve hatta altını çizdiği bir içerik problemi var ki hikâyenin mesajını savunmayı (ya da en azından anlamaya çalışmayı) hayli zor kılıyor ve açıkçası bir eleştiriyi de hak ediyor.

Hikâyenin başlarında 1950’li yılların ABD’sindeki ırk ayrımcılığının izlerini taşıyan diyaloglar sık sık çalınıyor kulağımıza ve bunların en önemli olanı da temizlik işlerinde çalışan siyahların hep çöpleri toplaması, beyazlarınsa çöp kamyonlarını sürmelerini vurgulayanı. Ailenin babası da en yakın arkadaşı ile birlikte çöpleri toplayanlardan biri ama hikâyenin bir aşamasında sürücülüğe de terfi ediyor. Belki ülkede değişmekte (veya en azından görünürde yumuşamakta olan) ayrımcılığın bir sembolü bu rol değişimi ama bir yandan da hikâyenin zaten kısıtlı olan politik yanını yumuşatıyor. Oyunun yazarı August Wilson’ın anlattığı karakterleri ve yaşadıkları hayatı çok yakından gözlediği ve çok iyi bildiğini devamlı hissettiren bu hikâyeyi sinemaya tiyatro havasını dağıtmadan ama -yeterli olduğu tartışmaya açık- bir şekilde sinema havası katarak aktarmış beyazperdeye Wilson ve Washington ikilisi. Bu tercihin en büyük artısı karakterlerin sözlerinin ve o sözlerin arkasındaki duyguların çok güçlü bir biçimde yansıması oluyor bize. Ne var ki bu artı öte yandan beraberinde iki soru getiriyor önümüze. Bu derece “büyük” konuşmalar sinemasal gerçekçilik açısından doğru mu ve bu derece “çenesi düşük” bir hikâyeyi konsantrasyonu yitirmeden takip etmek mümkün mü? Her iki sorunun da evet ve hayır yönünde taraftarları olacaktır kuşkusuz ve açıkçası bu tarafların her ikisi de haklı olacaktır verdikleri cevaplarda.

Çok çalışan, çok çekmiş ve temel olarak iyi bir insan olarak resmediliyor, Washington’ın kendisinin canlandırdığı baba karakteri. Biri önceki evliliğinden olan, diğeri halen evli olduğu eşinden iki erkek çocuğu kendi inançları ve değerleri doğrultusunda yetiştirmiş ve onların (özellikle küçük olanının) hayatlarını kendi istediği gibi şekillendirmekte kararlı. Onun aile “reis”liğini geleneksel olarak nitelendirmek ve anlayışla karşılamak mümkün diyor sanırım film bize ama finalde “gökyüzünden gelen mesaj” ile bunu bir adım daha ileri götürüyor ve bizi “yüce bir bağışlama”nın ortakları arasına sokmaya çalışıyor. Elbette filmin bu adamı sadece sert eleştirinin konusu yapmayı beklememeliyiz ama iki saati aşan sürenin sonunda bir parça daha fazla eleştiri görmeyi istemek de hakkımız olsa gerek. Sonuçta bir belgesel değil bu ve “gerçekler”i sadece gösterip, tarafsız bir konumda durma hakkı yok. Filme adını veren çitlerin, sembolizm anlayışının örnekleri olarak, günümüz sinemasından çok tam da hikâyenin geçtiği yılların tiyatro anlayışının izlerini taşıdığını da söylemek gerekiyor. Bu çitleri aileyi dışarıya karşı korumanın ve işte tam da bu bağlamda, onları kendi iktidarı altında tutmaya çalışan bir anlayışın sembolü olarak görebiliriz herhalde. Dolayısı ile dışarıdan gelenleri içeriye sokmamak kadar, içeridekileri dışarıya çıkarmamanın da aracı bu çitler. Annenin kendisini yıkaan bir haberden sonra evden dışarı koşarak çıktığında kendisini çitlerin önünde bulmasını ve onlara yaslanarak durmasını da (onlar tarafından dışarı çıkmasının engellenmesini bir başka ifade ile) bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor.

Çok kısa anları dışında tamamen evin içinde ve özellikle de bahçesinde geçen hikâyede konuşmaların yoğunluğunu, nadir de olsa sessiz bir ana denk geldiğinizde anlıyorsunuz; çünkü bu anlarda hem siz hem film nefes alıyor ki aynı durum kamera evden her uzaklaştığında da hissettiriyor kendisini. Anlatılan erkeğin değil, kadının hikâyesi olsaydı asıl olarak bunu da filmin sembollerinin arasına koyabilirdik belki ama hikâyenin asıl kahramanı erkek karakter. Açıkçası kadının -yeterince- anlatılmayan hikâyesi, en az erkeğin anlatılan hikâyesi kadar ilginç olabilirmiş diye düşündürten bu filmde oyunculuklara ise diyecek söz yok. Ağlayarak isyanını dile getirdiği sahnedeki performansının en iyi kanıtı olduğu oyunculuğu ile Viola Davis başta olmak üzere tüm oyuncular çok başarılı ve yoğun diyalogların ve duygusal iniş çıkışların üstesinden ustalıkla geliyorlar.

Başrolde olan Davis’in Oscar’da kazanma ihtimalini arttırmak için kendi tercihi ile yardımcı oyuncu dalında ödüle aday olmasının (bu ödülü aldığını da not edelim) ve August Wilson’ın henüz senaryoyu tamamlamadan hayatını kaybetmesi nedeni ile onun çalışmasını sürdüren Tony Kushner’ın senarist olarak değil, yapımcı olarak gösterilmesinin ve aynı çalışmaya katkı sağlayan Washington ve Spike Lee’nin adlarının ise hiç anılmamasının dikkat çektiği film, işçi sınıfından bir aileyi odağına alması açısından önem taşıyor kuşkusuz. Her ne kadar bu sınıf meselesini çok dar tutsa da ve dönemin koşulları içinde bir yere yerleştirmese de takdir etmek gerekiyor bu tercihi. Oyuna oldukça sadık kalsa da hiçbir anında durgun görünmemeyi başarması ve Washington ile görüntü yönetmeni Charlotte Bruus Christensen’in görsel tercihlerinin başarısı (ki bu tercihler filmi görüntüye alınmış bir oyun olmaktan uzak tutuyor) filmin diğer olumlu yönleri olarak gösterilebilir. Fazlası ile yoğun olsa da, bu “şiirsel gerçekçi” bir havası olan filmi görmekte yarar var. Finaldeki “bağışlayın” mesajına ise temkinli yaklaşmalı; bağışlama bazen yeniden başlamayı mümkün kılar ama bazen de bağışlanan suçu normal ve görünmez kılar çünkü.

(“Çitler”)