Oh Olsun – Ertem Eğilmez (1973)

“Aferin çocuklar. Şunu unutmayın: Sizler Fehmi Haznedar’ın oğullarısınız. Fehmi Haznedar’ın oğulları örnek çocuklardır. Başkalarına benzemezler; karı kız peşinde koşmazlar, içki içmezler, sigara içmez… Bu da ne? Yanıyorsun ulan! Nedir bu? Nedir, nedir bu?”

Bir fabrikatörün üç haylaz oğlunu adam olmaları için kendi fabrikasına işçi olarak yerleştirmesi ile başlayan ve tarafları iki farklı sınıftan olan aşkın neden olduklarının hikâyesi.

Sadık Şendil’in senaryosundan Ertem Eğilmez’in çektiği bir Türkiye yapımı. Eğilmez’in 1970’lerin Türkiye sinemasına damgasını vuran Arzu Film komedilerinden biri olan çalışma o filmlerin, halkın beğenisini hiç kaybolmayan ve bugün de etkisini aynen sürdürecek şekilde yakalayan formüllerine uygun, yıldızlarla dolu zengin kadrosu ile baştan belli bir çekiciliği garantileyen, döneminin havasına uygun ve bir Yeşilçam komedisinin olabileceği kadarı ile politik, güldüren ve hemen her zaman da sıcak duygular uyandırmayı başaran bir çalışma. Bugünün kaba komedileri ve onlardaki karakterleri düşününce, Eğilmez’in filmlerinin sadece neden nostaljik bir öge olarak değil, ondan da fazla samimiyeti hatırlatması ile hâlâ çekici olabildiğini anlamak çok kolay. Sinemamızın bir daha yakalayamayacağı ve zaten Türkiye’nin de bir ülke olarak bir daha içinde olamayacağı o sıcak havayı özleyenler için ideal örneklerden biri olan film çeşitli senaryo problemlerine ve Şendil’in diyaloglarının her zaman çok güçlü olmamasına rağmen keyifle seyredilebilecek bir Yeşilçam örneği.

Sinema filmleri için yazılan şarkılar vardır, bir de Yeşilçam’ın özellikle 1970 ve 80’lerde bolca yaptığı gibi şarkıların popülaritesinden yararlanmak için çekilen filmler. Arabeskin hâkim olduğu yıllarda Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur ve diğerleri acılı şarkılarla dolu her albümleri için ve çoğunlukla onlarla aynı adı taşıyan filmler çekerken, şarkılar ile hikâyelerin uyumuna çok da önem vermiyorlardı ve açıkçası buna pek gerek de duymuyorlardı; çünkü bu filmlerin alıcıları için hem senaryonun hem de eşlik eden şarkıların acı dolu bir arabeskliğe sahip olması yeterliydi bir uyumdan söz etmek için. Buna karşılık pop şarkılarından yola çıkılarak çekilen filmlerde (“Oh Olsun” da bunlardan biri), şarkının popülerliğine dayanan ama o şarkıda dile getirilenlerle pek de uyumu olmayan hikâyeler ağırlıktaydı. Füsun Önal’ın 1973 tarihli ve çok popüler olmuş şarkısı da (müzik dünyasında Tuğrul Dağcı adı ile bilinen Oktay Yurdatapan’ın eseri) işte böyle bir filme ilham vermiş, daha doğrusu o şarkının rüzgârını arkasına alarak bir film çekilmesine yol açmış. Önal’ın şarkısı, bir kadının ağzından bir erkeğe söylenen sözleri ile, adamın başına gelen kötü şeylerden duyulan mutluluğu anlatılıyor; daha önce kadına yaptıklarının sonucu olan bu duygu dolayısı ile bir çeşit intikam hikâyesine yol açıyor: “Oyununa gelmemiş / Sana hiç yüz vermemiş / Oh olsun / Herkesle dalga geçtin / Oh olsun /
Ektiklerini biçtin / Oh olsun / Ah, az mı çektirdin bana / Kül oldum yаnа yаnа / Sırа Geliyor Sаnа / Oh Olsun”. Kadın adamın kendisine yaptığının şimdi ona yapılmasından duyduğu keyifle söylüyor bu sözleri eğlenceli bir şekilde. Peki filmde böyle bir hikâye, bırakın ana hikâyeyi, yan hikâye olarak bile var mı? Yok elbette. Kısa süren bir yanlış anlama dışında erkekle kadın arasındaki ilişki dört dörtlük ve hiç kimse bir diğerinin başına gelenden dolayı mutluluk duymuyor ve intikamın adı bile geçmiyor.

Önal’ın şarkısının dışında Neşe Karaböcek’in yorumu ile “Madem Küstün Dargındın” ve Zeki Müren’den “Hayat Kumarı” gibi şarkıların da müziğin popülaritesinden yararlanmak için kullanıldığı filmde herhangi bir orijinal müzik yer almıyor ama sınıf farkını göstermek için -elbette telif gibi dertlerle hiç uğraşılmadan- müzikten bolca yararlanıyor Eğilmez. Paralel olarak gösterilen iki yılbaşı kutlamasında, bir tarafta yerli şarkılar ve oyun havaları, diğer tarafta ise aralarında The Yardbirds’ün “Stroll On” şarkısının da yer aldığı Batılı müzikler geliyor kulağımıza. Gereğinden fazla uzatılan bu sahne bir kültürel farkın göstergesi olarak yer alıyor filmde ama arkası getirilmiyor, zaten bir Yeşilçam komedisinden de beklemenin yanlış olacağı gibi. Ailelerden birinin işçi sınıfını, diğerinin sermayeyi temsil etmesi ile 1970’lerin hayli politize olmuş Türkiyesi’ne uygun karakterler içeren hikâye finaldeki naif çözüm ile bu iki sınıfı uzlaştırıyor bir bakıma. Evet, kolay ve gerçekçi olmayan bir çözüm ama bugünün yerli komedilerinde hiç de düşünülebilecek bir tavır değil sınıf farkını hikâyenin ana temalarından birini yapmak.

Yönetmen Ertem Eğilmez, senarist Sadık Şendil ve oyuncular Tarık Akan, Hale Soygazi, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Hulusi Kentmen, Münir Özkul, Adile Naşit, Mürüvvet Sim ve Metin Akpınar dense ve hikâye çok kısaca özetlense, hangi oyuncunun hangi rolde olduğunu, hikâyenin nasıl başlayıp ilerleyeceğini ve sona ereceğini kolayca tahmin edebilir ortalama bir yerli seyirci. Bu aşinalık, bu ne olacağını ve nasıl olacağını önceden bilebilme durumu beklenenin aksine bu filmlere seyircinin gözünde her zaman bir çekicilik kazandırdı ilginç bir şekilde. Samimi havayı “yanıltılmayacağınıza emin olma” duygusuna ekleyince, işte ortaya bugün bile hâlâ sıcaklığını koruyan ve ilgi görmeye devam eden filmler çıkıyor.

Senaryo Sandık Şendil’in ve Arzu Film’in en parlak örnekleri arasında değil ve bir komedi olması ile açıklanamayacak boşlukları ve gerçekçilik problemleri var. Halit Akçatepe ve Kemal Sunal’dan daha fazla yararlanmak fırsatının kaçırılmış olduğunu da belirtmek gerekiyor kesinlikle. Çapkın oğlanın esas kızı görür görmez “Öbür kızlar gibi değil” yorumunu yapması teşhisin hızı nedeni ile gerçekçi olmadığı gibi, o zamana kadar “isimsiz kızlar”ı bir cinsellik objesi olarak gören filmin “asıl kız”ı “namuslu” konumuna oturtması da Yeşilçam’ın yanlış bakışının tipik bir örneği. Genç kadın tüm yemeği kendi başına hazırlarken genç adamın sadece seyretmesi ve ardından gelen, “Bu akşam bu evin babası sensin / Bu akşam bu evin annesi de sensin” sözleri de benzer geleneksel anlayışın ürünü. Zengin bir fabrikatörün en küçüğü liseye giden üç erkek çocuğunun aynı odada yatması hikâyedeki yetersiz açıklamanın aksine, ancak senaryonun tembelliği ile izah edilebilir; Akan, Sunal ve Akçatepe’nin aynı odada olmaları gereken sahneye başka bir çözüm bulma gereği duyulmamış çünkü. Başka örnekler de verilebilir hikâyedeki tutarsızlıklar için (kadının adamla yalnız kalabilmek için ailesine yalan söylemesini özellikle gösterirken film, adamın (üstelik çok daha sert bir babaya sahip kendisi) yalnız kalmayı nasıl başardığını bilemiyoruz örneğin) ama şunu da kabul etmek gerek ki bunun o kadar da önemi yok belki de: Sonuçta sıcak bir film ve sıcak karakterler eğlenme ve hoş vakit için yeterince malzeme sağlayabiliyor seyirciye.

Oğullarının “fabrika köşelerine atılması”ndan mutsuz olan anneye babanın “Orada çalışanların canı yok mu?” cevabını vermesi, grev ve işçi hakları konuşmaları (İhsan Yüce’nin bu sahnelerin bir parçası olduğunu görmek hiç şaşırtıcı değil) ve ustabaşının kendisine hakaret eden ve nankörlükle suçlayan fabrika sahibine “Karnım doymuyor, sayende yarı aç; ama kazandığımı alnımın teri ile kazanıyorum. Asıl biz senin işkembeni doyuruyoruz. Fabrikan da paran da malın da hepsi senin olsun” cevabı bugün yıldız oyuncuların olduğu bir yerli komedide görmemizin mümkün olmadığı yanları olarak filmi değerli kılıyor. Greve giden işçileri eleştiren patronu eşinin “Alemler aya gidiyor, işçiler greve gitmiş çok mu? Acaba ne dertleri var diye sordun mu hiç?” sözleri ile terslemesi (Naşit’in tüm o sevecenliği ile hayal edin bu konuşmayı) gibi hem doğru hem eğlenceli olmayı başararak hikâyenin düzeyini yükselten sahneleri olan filme müziğin hoyrat bir şekilde kurgulanmış olmasının yakışmadığını da söyleyelim. Sahnenin uzunluğu ile müziğin uzunluğunun örtüşmesi için en ufak bir çaba harcanmamış ve sahne bittiğinde şarkılar en olmayacak bir şekilde aniden kesilivermişler.

Çoğu Yeşilçam’a özgü kusurları olsa da, yıldızlarla dolu kadrosu ve bir Arzu Film güldürüsü olarak keyifli bir film bu. Belki de en önemlisi, Türkiye’nin bir zamanlar nasıl olduğunu hatırlamak (bazıları için keşfetmek) ve bir daha asla tekrar öyle olamayacağını (ve neden olmayacağını) anlamak için görülmesi şart olan filmlerden biri bu.

Yalancı Yarim – Ertem Eğilmez (1973)

“Bana bak, Nuri; sende sarı saçlı, mavi gözlü, uzun boylu bir nişanlı bulunur mu?”

Zengin bir ailenin çapkın oğlu ile onun abisini kandırmak için nişanlısı rolünü oynamasını istediği ve zaten ona âşık olan yoksul bir kızın hikâyesi.

Sadık Şendil’in senaryosundan Ertem Eğilmez’in çektiği bir Yeşilçam filmi. Emel Sayın ve Tarık Akan’ın başrollerini paylaştığı film ikilinin birlikte oynadıkları ikinci çalışma (diğerleri Orhan Elmas’ın 1972 yapımı “Feryat” ve yine Ertem Eğilmez’in yönettiği 1974 yapımı “Mavi Boncuk”). Romantik komedi türündeki film Yeşilçam’ın benzer filmlerinden çok farklılaşmayan (ve zaten böyle bir derdi de olmayan) ve Emel Sayın’ın varlığının doğuracağı beklentiyi karşılayan şekilde bol müzikli bir çalışma. Buna karşılık ve kimi sahnelerde şarkı söylese de hikâye Sayın’ı bir şarkıcı kimliğinde kullanmayarak doğru bir tercih yapıyor ve Eğilmez’den bekleneceği gibi zengin oyuncu kadrosu ve mahalle kültürünü yücelten içeriği ile ilgi topluyor. Kimyaları tutan iki oyuncusu ile Yeşilçamseverleri mutlu edecek bir romantik komedi.

Filme adını veren “Yalancı Yarim”, “Senden Başka”, “Sakın Bir Söz Söyleme”, “Sevil de Sevme, Ağlama Ağlat”, “Elbet Bir Gün Buluşacağız” ve “Taç Olsan Başıma Takmayacağım (Tövbeler Tövbesi)” şarkılarını sıkça duyduğumuz film Emel Sayın’ın varlığı nedeni ile müzikli bir çalışma bekleneceği gibi. Sanatçı da güzel sesini ve şarkılarını hikâyenin emrine vermiş ve filme önemli bir katklı sağlamış. Sayın’ın katkısı bununla sınırlı değil ama; oyuncu bir aktris olarak da hiç aksamıyor ve hatta pek de rolünü sindirmişe benzemeyen (ya da benzer rolleri defalarca canlandırmış olmanın neden olduğu bir otomatik oyunculuk sergileyen) Tarık Akan’ın yanında hiç aksamıyor. Sanatçının bir şarkıcı rolünde kullanılmaması ve şarkı söylediği sahnelerin hikâyenin akışına uygun kurulmuş olması da destek veriyor Sayın’ın oyuncu profiline ve o da fırsatı iyi değerlendiriyor kesinlikle. İkiliye eşlik eden kadro da bir Arzu Film yapımı olmasının sonucu olarak hayli zengin: Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe, Kemal Sunal, Hulusi Kentmen, kısa bir sinema kariyeri olan Suzan Ustan, Mürüvvet Sim ve Nubar Terziyan’ın da aralarında yer aldığı oyuncular adeta bir düşler takımı oluşturuyor ve filmin eğlencesine -ve bugün seyrettiğimizde oluşan- nostaljisine önemli bir katkı sağlıyorlar. Bu zengin kadronun tümüne olmasa bile en azından bir kısmına (örneğin Sunal’ın ve Alasya’nın karakterleri) özel bir özen gösterilip, karakterlerin özgün ve elle tutulur kılınması da filmin lehine olmuş. Dönemin alışkanlıkları gereği sessiz çekilen filmde Alasya gibi tiyatro kökenli bir oyuncuya Pekcan Koşar’ın dublaj yapması ise açıkçası tuhaf bir seçim.

1970’li yıllarda kimi sağcı yazarlar Yeşilçam’ı “servet düşmanlığı” yapmakla eleştirirlerdi ve bu suçlamanın temel gerekçeleri de -herhalde- hep bir dayanışma içinde olan yoksulların hemen hep iyi, zenginlerin ise hemen hep kötü karakterler olmak çizilmesiydi. Burada bu derece sert bir ayrım yok ama yine de hikâyenin başından sonuna kadar yoksullar hep iyi olarak çizilirken, Hulusi Kentmen’in karakterinin dışındaki zenginler ancak sonradan olumlu insanlara dönüşüyorlar. Bu dönüşümü sağlayan ise yoksulların “iç güzelliği”, tüm maddî imkânsızlıklarına rağmen dayanışma ruhu ile zorlukların üstesinden gelmeleri ve onurlarını korumaları; bu açıdan bakıldığında da burada olduğu gibi diğer örneklerde de Yeşilçam’ın bir servet düşmanlığı yapmak şöyle dursun, servet farkını normal kılan ve bu farkın zararlarının asgarîye inmesi için zenginleri iyi ve yardımsever olmaya çağıran bir tutum içinde olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Hikâye boyunca mahalleli dayanışması o kadar yoğun bir biçimde öne çıkarılıyor ki bu açıdan filmi Yeşilçam’ın bu alandaki en çarpıcı örneklerinden biri olarak gösterebiliriz rahatlıkla. Hızını alamayan film hayli uzun tuttuğu piknik sahnesinde mahallelileri eğlenirken göstermekle o kadar meşgul oluyor ki erkeğin kadına burada âşık olması gibi önemli bir unsuru görünmez kılıyor ne yazık ki.

Şarkıcı Alaaddin Şensoy’un da bir kadınlar matinesi sahnesinde misafir oyuncu olarak yer aldığı filmde Şendil’in senaryosundaki sözlü espriler yeterince güçlü ve komik görünmezken hikâye mizahını asıl olarak durum komedisininin başarısından ve oyuncularının performansından alıyor. Bir yanlış anlamanın (veya durumu açıklamak için uydurulan bir açıklamanın) yol açtığı komik durumlar zincirini de genellikle (sahte mektup numarası gibi anlamsız kalan bölümler hariç) doğal bir biçimde kurmayı beceren filmin finalinin de başarı ile oluşturulduğunu vurgulamak gerek. “Elden ele atılarak taşınan karpuz” sahnesi hikâyenin mesajına ve içeriğine çok uygun düşerken, iki baş karakterin denizin içinde buluşması da Yeşilçam standartlarının üzerinde olması ile dikkat çekiyor. Şarkıların enstrümantal versiyonlarının veya -kısa süreli de olsalar- filme özel şarkı kayıtlarının hazırlanmasını da filmin olumlu yanları arasına ekleyelim. Haberdar olunmayan bir nişanlıya hediye alınmış olması gibi senaryo problemleri olsa da eğlenceli Yeşilçam komedilerinden biri bu ve görülmeyi hak ediyor.

Tatlı Dillim – Ertem Eğilmez (1972)

“Senin için her şeyi yaparım. Davar güderim, çift sürerim. Ne bileyim, ırgat olurum istersen. Yeter ki senin yanında olayım. Hadi, evet de bana!”

Şehirli, zengin, sporcu, yakışıklı ve şımarık bir genç adamla, köyde yaşayan idealist, çalışkan ve iyi yürekli güzel bir kadın öğretmenin aşklarının hikâyesi.

Sadık Şendil’in senaryosundan Ertem Eğilmez’in çektiği bir Arzu Film yapımı. Sinemamızın özellikle 1970’li yılların komedilerinde çokca işlediği bir konunun Eğilmez’in becerikli elleri sayesinde yine de “özgün” bir şekilde işlendiği film başrollerde yer alan Tarık Akan ve Filiz Akın’ın gençlikleri, güzellikleri ve sıcak oyunları, irili ufaklı rollerde Yeşilçam’ın pek çok oyuncusunun rol aldığı zengin kadrosu ve Şendil’in -gerçekçiliğe çok da aldırış etmeyen- eğlenceli senaryosu ile kendisini keyifli bir biçimde izletmeyi başarıyor kendisini. Selda Bağcan’nın 1971 tarihli “Tatlı Dillim” şarkısından adını alan ve bu şarkının bolca kullanıldığı film Yeşilçam’ın sıcak ve doğal örneklerinden biri olarak görülmeyi hak ediyor.

Arzu Film komedilerinin karakteristik özelliklerinden biri olarak hayli zengin bir kadrosu var filmin. Tarık Akan ve Filiz Akın’a eşlik eden kadroda nerede ise en ufak bir rolde bile Yeşilçam’ın ünlü bir ismi çıkıyor karşımıza. Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe, Hulusi Kentmen, Münir Özkul, Nedret Güvenç, Suna Keskin, çok küçük bir rolde Aytaç Arman (1971 yılında Ses Dergisi’nin yarışmasında Tarık Akan’ın arkasından ikinci olan ve henüz bir yıldız olma yolunda ilerleyen genç bir oyuncu o sırada Arman) ve Kemal Sunal bu kadronun ünlüleri. Sunal için bu filmin ayrıca bir önemi var: Alasya ve Akpınar ile birlikte Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda çalışan Sunal’ı tiyatroda izleyen Eğilmez onun doğal yeteneğinin ve Akan’ın basketbolcu arkadaşını canlandırmaya uygun uzun boyunun farkına varınca sinemadaki ilk rolünü vermiş ona. Seyircinin, kısa rolüne rağmen Sunal’a gösterdiği ilgi oyuncunun bir yıldız olmaya giden yola adım atmasını sağlamış böylece.

Film Selda Bağcan’ın seslendirdiği “Yalan Dünya” şarkısının eşlik ettiği görüntüler ile başlıyor. Gerek bu şarkı gerekse yine Bağcan’ın seslendirdiği “Çemberimde Gül Oya” ve “Tatlı Dillim” şarkılarını bolca dinlediğimiz hikâye iki baş karakterini tanıtarak başlıyor. Önce Filiz Akın’ı “mutlu bir köy” ortamında izliyoruz ve onun öğrencilerine fırlattığı top Tarık Akan’ın basket potasına attığı topa dönüşürken hikâye bu kez de bize Akan’ın canlandırdığı karakteri anlatıyor. Akın toplum için ne kadar olumlu bir karakterse, Akan tam tersi yönde bireyselliği ile öne çıkan bir adam. Adam tıp fakültesini bitirdiği halde doktorluk yapmak için en ufak bir niyet bile taşımazken, Akın yaşadığı köyde, hiçbir tıp eğitimi olmadığı halde, kısıtlı bilgisi ile köylülere sağlık hizmeti sunuyor örneğin. Bu iki karakteri tanıdıktan sonra hikâyenin nasıl süreceğini ve sona ereceğini kolaylıkla tahmin edebiliyorsunuz. Yeşilçam’ın romantik komedilerinin kalıplarına uygun olarak çatışma – yumuşama – aşk – kısa bir mutluluk – ayrılık – gerçekleri görme/gösterme – mutlu son formülü ile ilerliyor film tam da beklendiği şekilde. Bu açıdan bakıldığında filmin herhangi bir orijinal yanı yok kuşkusuz; ama Ertem Eğilmez keyifli ve tempolu bir biçimde anlatıyor bu hikâyeyi. Oyuncularının da keyif aldığını ve eğlendiğini hissettiğinizde sizin de keyif aldığınız ve eğlendiğiniz filmlerden biri bu.

Finalinde alçak gönüllü de olsa “toplumsal bir mesaj”ı da olan film okuldaki bir sınıfta geçen sahnede olduğu gibi iki başrol oyuncusunun sevimli oyunculuğundan başarı ile yararlanıyor. Akın’ın sinemamızın en batılı görünümlü yıldızlarından biri olmasına rağmen -diğer pek çok örneğin aksine- köyde yaşayan bir kadın rolünde bu kez pek sırıtmamasının da dikkat çektiği film iki yıldızının uyumlu oyunundan, birlikte yarattığı “kimya”dan ve güzelliklerinden akıllıca ve eğlenceli bir biçimde yararlanıyor hikâye boyunca ve özellikle romantik sahnelerin seyirci için epeyce çekici olmasını sağlıyor. Evet, Filiz Akın biraz çok kıyafet değiştiriyor ve bir parça da şık giyiniyor yaşadığı ortam için ama hem bu karakterin -yeterince detaylandırılmasa da ve ikna edicilikten uzak olsa da- geçmişi kurtarıyor durumu hem de filmin sıcaklığı ve samimiyeti yardımcı oluyor bu problemi çok da dert etmemeye. Filiz Akın’ın şehirli makyajını koruduğu ama en azından iki atla birlikte saban sürme sahnesini çekmeye cesaret ettiği filmde Yeşilçam’ın genel olarak çok da dert etmediği gerçekçilik ve devamlılık problemleri mevcut. Okulun son günü dendikten sonraki başka bir günde karakterlerin tekrar sınıf içinde geçen bir sahnelerinin olması, avukatla ilgili tesadüf, sarhoş etme numarası başlar başlamaz sarhoş olan kurban, küçük çocukların yanında sarmaş dolaş olunması veya adamın evlendiğini sadece ailesine değil, bunu gizlemesi için hiçbir nedeninin olmadığı arkadaşlarına da duyurma ihtiyacı duymaması gibi problemleri var hikâyenin ama asıl problem başka bir yerde. Kadının erkekten intikam alma hikâyesinin aslında “kadının sabrı ve erkeği yola getirmesi” gibi Yeşilçam’ın bolca benimsediği ve sonuçta “erkektir, yapar” anlayışını destekleyen bir yaklaşıma sahip olması önemli bir problem. Adamın terk ettiği karısının ikizine aşık olmasının karmaşıklığının ise üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Finaldeki açıklamanın (“Sana benzediği, seni hatırlattığı için…”) saçmalığı bir yana, intikamın kadının kocasını başkasına âşık etme yolu ile alınmasındaki tuhaflık da hiç umursanmıyor film tarafından. Dolayısı ile ne açıklamanın doğal olarak neden olacağı sorunun farkında senaryo ne de çarpık bir ilişkiyi aslında normal gösterdiğinin.

Erdoğan Engin’in özellikle romantik sahnelerdeki başarılı görüntülerinin veya “Filiz Akın’ın hayali”nin yavaş çekimle gösterildiği sahnede olduğu gibi ufak oyunların zenginleştirdiği filmde tüm oyuncu kadrosu da rollerinin hakkını vererek ve keyif alarak oynuyorlar. Özetle, sinemamızın 1970’li yıllardan gelen eğlenceli ve hatta parlak komedilerinden biri bu film.

Boş Çerçeve – Ertem Eğilmez (1969)

“Artık hiç kimseyi sevmeyeceğim, hiç! Hiç kimseye inanmayacağım. Bundan sonra hayatım bomboş geçecek. Kalbim bomboş olacak. Tıpkı bu boş çerçeve gibi… tıpkı bu boş çerçeve gibi!”

Ablasının yerine geçerek yazıştığı kişiye aşık olan bir kadının ve sevdiği adamın hikâyesi.

Bülent Oran’ın senaryosundan Ertem Eğilmez’in çektiği bir Yeşilçam yapımı. Bir parça abartılı bir komedi gibi başlayan, sonra romantizme kayan ve melankolik bir trajedi olarak sona eren film, Yeşilçam’ın tipik tüm özelliklerini bünyesinde barındıran bir yapım. Özellikle son yarım saatinde bir abartıdan diğerine salınıp duran film senaryosunun sorunlu kelimesinin hafif kalacağı problemlerine rağmen, başta Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet’in varlığı olmak üzere, kimi öğeleri ile özellikle nostalji tutkunlarının hoşlanacağı bir çalışma. Film ile aynı ismi taşıyan ve Belkıs Özener’in seslendirdiği şarkı ve Ertem Eğilmez’in aksamayan özenli anlatımı da filmi seyretmek için geçerli gerekçeler olabilir.

İsmet Nedim’in şarkısı hem jenerikte hem de filmin kilit bir sahnesinde kullanıldığı gibi, enstrümantal melodiler de filmin her sessiz anını dolduruyor bir Yeşilçam geleneği olarak; öyle ki filmde sessiz bir âna rastlamak epey zor. Koçyiğit piyano başında -Özener’in sesi ile- şarkıyı söylerken neyse ki pek bir senkronizasyon problemi yok (şarkının sonu hariç) ama bu sahne maddi imkânlar gibi gerekçelerle açıklanamayacak tipik yerli film özensizliklerinden (veya saçmalıklarından birini) getiriyor karşımıza ki bu örnek hikâyenin ikinci yarısında ve özellikle de son yarım saatinde üzerimize boca edilen saçmalıklardan biri olarak üzerinde durulmayı hak ediyor. Şarkı söyleyen Hülya ve onu dinleyen dört kişi: Sevdiği ama kendisini terk eden adam, annesi, babası ve ablası. Epey uzun süren şarkı boyunca Hülya, Kartal Tibet’ten gözünü hiç ayırmıyor çünkü seyirciyi kışkırtma amacı var burada. Hadi buna katlanalım ama o ana tanıklık eden diğer üç kişinin hiçbir şeyden kuşkulanmamasını ve aralarında bir şey olduğunu anlamamasını ne yapalım? Anlamaması gerekiyor filmin yaratıcılarına göre; çünkü amaç şarkının sözlerine (“Bırakma ellerimi / Bırakma yalnız beni / Son defa seyredeyim / O yaşlı gözlerini” veya “Artık bülbül ötmüyor / Gül dolu penceremde / Yalnız hatıran kaldı ahh / Boş kalan çerçevede”) uygun bir sahne çekmek. Sadece piyanonun çalındığı (çalınması gerektiği sahnede) saz ekibinin enstrümanlarından çıkan seslerini duymamız sahnenin bir diğer tuhaflığı; şarkıyı bir piyaniste çaldırıp onu kullanmak herhalde maliyetli bir iş olmasa gerek ama ne Yeşilçam’ın bu “özen”i göstermeye niyeti (ve vakti) olmuş ne de seyircinin böyle bir beklentisi anlaşılan.

Film Münir Özkul’un canlandırdığı bir karakterin pınardan su içen genç bir çifte kendisinin tanığı olduğu hikâyeyi anlatması ile başlıyor. Buradan su içen sevgililerin hiç ayrılmayacağı yolunda bir inanış var ve kahramanlarının Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet olduğu bizim hikâyede de çiftimiz “ayrılmıyor”. Hikâyenin sonunun “acı” olduğunu baştan söyleyerek cesur bir tercihte bulunmuş film ve dolayısı ile biz de bu acının ne olduğunu ve nasıl olduğunu izlemeye koyuluyoruz. Kabaca her biri yarım saat süren üç bölüme ayrılabilir bu hikâye: İlk yarım saatinde özellikle Tibet’in abartılı oynadığı ve Oran’ın pek de komik olmayan ve tanıdık gelen mizahı var (sonu acılı olan bir hikâyeye uygunsuzluğu ayrı bir problem bu mizahın). ikinci yarım saate ise diğer iki bölüme göre düzeyi daha yüksek olan romantizm hâkim oluyor. Tipik Yeşilçam belki bu bölüm ama mizahın dozunun mimuma düşmesi, iki başoyuncunun keyifli ve sıcak oyunları ve tanıdık olsa da samimi havası ile filmi ayakta tutuyor. Son bölüm ise melankoliden trajediye gidip gelen ve adeta Bülent Oran’ın elinin ayarını kaçırarak hayal edebildiği ne kadar trajik olay varsa hepsini içine tıkıştırdığı sahnelerle dolu. İki ölüm, bir intihar girişimi, bir hastalık, bir aldatma, iki yalan, bir fedakârlık ve daha niceleri. Seyircinin gözünden birkaç damla yaş alabilmek uğruna inandırıcılığın bu derece uzağına gidip, bir abartıdan diğerine savrulmak filme büyük bir zarar vermiş sonuç olarak.

Evet, gerçekçi hikâye anlatmak zorunda değil ille de bir film ama saçmalığı normal olarak almasını kabul etmemiz de gerekmiyor. “Çirkin, kör, topal, çarpık” gibi kelimelerle fiziksel özürlerle dalga geçilmesini ve Tibet’in bir ağaca oyduğu kalp resminin içine isim yazmak gibi doğa düşmanlığını bir yana koyalım ama şunlara ne diyeceğiz?: Sırılsıklam âşık olduğu kadının sesini tanımayan adam, zatürre olan hastasının yanında sigara içen doktor, “insan ne zaman öleceğine kendi karar veremez ama nerede öleceğine verir” saçmalığı, sevdiğine iyilik olsun diye onun bir yakınını kötü bir oyuna alet etmek, bir kadının odasındaki komodinin üzerinde sevdiğinin çerçeve içindeki fotoğrafı durduğu halde ne ebeveynlerinin ne de canciğer olduğu kardeşinin bu aşktan haberinin oluşu, ağlayarak şarkı söyleyen kızlarını yüzlerinde bir gülümseme ile izleyen anne ve baba, gelinlikle yapılan seyahat ve Oran’ın kaleminden çıkan şu tuhaf cümle: “Sen bensiz ölebildin ama ben sensiz yaşayamam”. Sinemamızın rekortmen senaristi Bülent Oran’a bir dur diyen olmaması ve üstelik de yönetmeninin Ertem Eğilmez olduğu bir filmde bu garipliklerle karşı karşıya kalmamamız tuhaf.

“Peki, tüm bu Yeşilçam ortalamasını da aşan yanlışlara rağmen filmi seyre değer kılan bir şeyler var mı” sorusunun cevabı yine de evet neyse ki. Öncelikle filmin özellikle ikinci bölümü Yeşilçam’ın o sıcak havasını iki oyuncusunun da ciddi katkısı ile önümüze koyuyor ki karşı koymak kolay değil, özellikle de bu sıcaklıktan hoşlananlar için geçerli bu durum. Filmin şarkısı da hem güzelliği hem de yaratacağı nostalji havası ile epey keyif katıyor seyir tecrübesine. Farklı kayıtlarda görüntü yönetmeni olarak Cahit Engin’in veya Kriton İlyadis’in, bazen ikisinin birden adı yer alsa da jenerikte sadece Ilyadis’in adının (Kamera: Kriton Ilyadis ifadesi ile) geçtiği filmin görüntü çalışmasının Yeşilçam ortalamasının üzerinde olduğunu ve Ertem Eğilmez’in dinamik ve aksamayan bir anlatım ile hikâyenin kimi aksaklıklarının üzerini örttüğünü de belirtelim ve filmi öncelikle yerli sinema meraklılarına önerelim.