Senede Bir Gün – Ertem Eğilmez (1966)

“Kurşunların ikincisi yüreğimde; o da aşkım gibi çıkmadı içimden”

Osmanlının Balkan savaşlarını kaybettiği ve orada kalan Türklerin acılar çektiği dönemde yaşanan bir aşkın hikâyesi.

Türkiye sinemasının klasiklerinden biri. İhsan İpekçi’nin romanından uyarlanan film, bu romanı çok seven Yeşilçam’ın yaptığı üç sinema uyarlamasından ikincisi. Romandan aldığı güçle ortalama bir Yeşilçam senaryosundan hayli yukarılarda bir kalitesi olan ve Sadık Şendil’in yazdığı hikâyeyi Ertem Eğilmez aksiyonu, romantizmi ve dramı dozunda ve bir arada tutmayı başararak aksamayan bir sinema dili ile anlatıyor. Kimi diyaloglarda kendisini gösteren zorlamalar bir yana, baş rolde Selda Alkor’a eşlik eden Kartal Tibet’in (arada aksasa da) keyifli oyunu, zengin yan kadrosunun başta Münir Özkul olmak üzere başarısı ve becerilmiş temposu ile bu film vasatın hayli üzerine çıkmayı başaran bir çalışma.

İhsan İpekçi’nin romanı ilk kez 1946’da İpekçi’nin senaryosu, Ferdi Tayfur’un yönetmenliği ve Cahide Sonku ve Suavi Tedü’nün oyunculukları ile uyarlanmış sinemaya. 20 yıl sonra çekilen bu ikinci ve ilki gibi siyah-beyaz olan uyarlamanın ardından, 1971’de Ertem Eğilmez tekrar el atmış konuya ve yine Sadık Şendil’in senaryosu eşliğinde ve bu kez Kartal Tibet’in yanına Hülya Koçyiğit’İ koyarak renkli olarak çekmiş üçüncü uyarlamayı. Kısa bir geçmiş – kısa bir günümüz – uzun bir geçmiş – kısa bir günümüz olarak özetlenebilecek bir akışı olan film birbirini ölesiye seven iki insanın neden kavuşamadığını anlatıyor uzun geri dönüşü sırasında. Filmin de en başarılı (belki tek başarılı demek daha doğru) bölümü olan bu geri dönüş dışındaki diğer bölümler Türk sinemasının hemen tüm hastalıklarını taşıması ile dikkat çekiyor; açılış örneğin, jenerikle birlikte ve o denli paldır küldür bir girişe neden oluyor ki rahatsız olmamak mümkün değil. Diğer kısa bölümler de diyalogların zorlanması ve abartının dozunun kaçması ile dikkat çekiyor. Yine de bu bölümlerde bile bir sinema duygusu yaratmayı başarmış Eğilmez. Kapanıştaki “karanlığa karışma” örneğin kesinlikle etkileyici. Filmin başarısı ise temel olarak uzun geri dönüş bölümüne dayanıyor. Sadık Şendil’in sözlerini yazdığı ve Şekip Ayhan Özışık’ın bestelediği “Senede Bir Gün” adlı meşhur şarkının bolca eşlik ettiği film bu bölümde aksiyonun heyecanını ihmal etmeden hem güldürmeyi hem ağlatmayı başarması ile dikkat çekiyor.

Aşıkların ağaçlara isimlerini kazıması gibi kötü alışkanlıkların olduğu, gerçekçiliği sorgulamaya hayli açık olan bir şekilde aşıkların pek de çekinmeden ortalıkta el ele, hatta sarmaş dolaş gezip dolaşabildiği bir dönemde ve yerde birbirlerine aşık olan iki insanın yıllara yayılan ölümsüz aşkını çekici kılan ilginç bir şekilde en az asıl hikâyenin trajikliği kadar erkek karakterin “zalim Bulgarların” elinde hapishanede geçirdiği bölümlerin gerçekçiliği oluşturuyor. Gardiyanların Kara Murat filmlerindeki Bizans hapishanelerinden fırlamış gibi görünen kıyafetleri ve abartılı oyunları bir kenara bırakılırsa, bu bölümler hem filme sıkı bir aksiyon duygusu kazandırıyor hem de Münir Özkul’un da aralarında bulunduğu mahkum arkadaşların “acılı esprileri” ile seyredeni eğlendiriyor. Taş ocağında acımasız koşullar altında çalıştırılan mahkumların görüntülerine beklenenden çok daha fazla yer veriyor Eğilmez ve adeta hikâyeyi bir kenara bırakıp Sovyet döneminden bir politik filmin üslubuna bürünerek sömürülen işçilerin hikâyesini anlatmaya soyunuyor. Kamera bir tepede sıra ile ve zincirlere bağlı olarak yürüyen bu adamları gösterirken veya onların bedenlerinde ve yüzlerindeki acılara odaklanırken o dönem Yeşilçam sinemasından beklenmeyecek bir iş yapıyor açıkçası.

Uzun geri dönüşün finalindeki seyircinin göz yaşlarını sonuna kadar talep eden yüzleşme ve sondaki sonsuzluğa karışma sahnesi ile melodramını, dublör kullanımını gerekli kılmış aksiyon sahneleri ile heyecanını, “Biz Türkler zora gelmekten hoşlanmayız” gibi diyalogları ile milliyetçi ruhlara seslenmeyi ve “Kendi haline bırakalım; öteki dünyanın yolunu kendisi de bulur” gibi diyaloglar ile esprisini eksik etmeyen film temel olarak çok farklı bir hikâye anlatmıyor (sonuçta kavuşamayan aşıklar var hikâyede sadece) ama yine de kendisini seyirlik kılmayı başarıyor. Türk ailenin Bulgar subayın işlediği cinayeti öğrendikleri sahne gibi açıkça kötü çekilmiş anları olsa da Eğilmez filmini vasatın üzerine çıkarmyı başarmış özetle. Filmi seyrettikten sonra Zeki Müren’in sesinden filmle aynı adı taşıyan ve taş ocağı sahnesinde mahkumların direnişinin sembolü de olan şarkıyı dinlemek keyifli olabilir ve tavsiye edilir.

İngiliz Kemal – Ertem Eğilmez (1968)

“Bugün Ankara’dan haber geldi. Büyük taarruz başlamak üzere. Muvaffak olursak, silahlarla biz de onlara katılacağız. Allah yardımcımız olsun!”

İşgal altındaki İstanbul’da İngiliz ordusunun içine sızmayı başaran bir Türk askerinin hikâyesi.

Tarihimizde İngiliz Kemal lakabı ile tanınan Ahmet Esat Tomruk’un anılarından ilham alan bir Kurtuluş Savaşı filmi. İlk kez 1952’de Ayhan Işık’ın oyunculuğunda, senaryosunu Osman Seden’in yazdığı ve Lütfi Akad’ın yönettiği “İngiliz Kemal Lawrense Karşı” adlı filmle sinemamızla buluşan bu gerçek karaktere Yeşilçam’ın ikinci el atışı bu film. İşin ilginç tarafı bu filmle aynı yılda, yine 1968’de Osman Seden’in yönettiği ve senaryosunu yazdığı “İngiliz Kemal’in Oğlu” adlı bir film daha çekilmiş ve oğul rolünü de Fikret Hakan canlandırmış. Telif hakkı vs.nin adının bile geçmediği Yeşilçam yılları için gayet sıradan bir durum bu ve bir gerçek karakteri fiktif oğlu ile aynı yıl sinemada buluşturmuş kısacası. Yıllar sonra televizyonumuz da el atmış bu kahramana ve 2011’de Kenan İmirzalıoğlu İngilliz Kemal olmuştu.

Burhan Bolan’ın elinden çıkan senaryosu, Ertem Eğilmez’in yönetmenliği ve Kartal Tibet’in filmin en sorunlu anları olan romantik sahneler dışında aksamayan oyunu ile sinemamızın eli yüzü düzgün fimlerinden biri karşımızdaki. Gerçek hikâyenin nerede ise sadece “İngiliz ordusuna sızan Türk” kısmını alıp bambaşka bir hikâye anlatsa da, başta giriş sahnesindeki olmak üzere yabancı filmlerden aşırılmış müzikleri olsa da ve senaryo kimi anlarında inandırıcılıktan uzaklaşsa da filmimiz kendisini seyrettirmeyi başaran, Eğilmez’in doğru bir tempo tutturduğu ve Türk sinemasında çok sık rastlanmayacak bir şekilde hikâyenin akıp gittiği bir eser bu. Senaryosunun kimi kusurları ise tipik denecek kadar Yeşilçam kokuyor: Lola adlı şarkıcı kadına aşık olan Türk direnişçisi adamın, bu tutkusunun neden olduğu sıkıntıların karşısında senaryo elbette kendisine son bir kahramanlık fırsatı verecek ama şehvete kapılıp vatanseverliğin gereklerini yerine getirmedeki eksikliği nedeni ile öldürecektir onu örneğin. Kahramanımızın yerine geçtiği İngiliz subayın akıbetinin İngiltere’deki ailesi tarafından günlerce hiç merak edilmemesi gibi kusurları ve elbette seyircinin milliyetçilik duygularını kabartacak şekilde, İngiliz subaylarını hep ret etmiş güzel İngiliz kızının casusumuza neredeyse görür görmez aşık olmasını da bu örneğe ekleyebiliriz.

Aksiyonu ve gerilimi aksamadan kotarmayı mütevazi ölçüler içinde de olsa başaran ve örneğin başta yer alan mezarlıktaki çatışma sahnesini ya da sonda köprü üzerindeki esir takası sahnesini ilgi çekici kılabilen filmimiz romantik sahnelerde ise içinde biriktirdiği tüm Yeşilçam alışkanlıklarını üzerimize boca ediyor; aşıkların karşılıklı göz süzmeleri ve sıradan hatta kötü diyaloglar bu sahneleri sanki başkaları yaratmış havası verecek kadar farklı filmin genelinden. Metin Erksan’ın unutulmaz filmi “Sevmek Zamanı” ile kalbimize yerleşen Sema Özcan’a sanki yönetmenimiz sürekli gülmesini söylemiş ve o da bunu yerine getiriyor gibi görünüyor bu sahnelerde. Oysa aynı sahnelerde onun gibi aksayan Kartal Tibet, diğer gerilim ve dram sahnelerinde işini hayli iyi yapıyor ve örneğin sinemamız için pek sık rastlanmayacak bir başarı ile çekilmiş boks maçı sahnesinde öne çıkıyor oyunu ile. Bu sahnenin hikâyenin içeriğindeki yeri ile Alfred Hitchcock’un “Strangers on a Train – Trendeki Yabancılar” filmindeki tenis maçını akla getirdiğini de hatırlatalım bu arada.

Sonuçta sinemamızda çok fazla örneği olmayan Kurtuluş Savaşı filmlerinin vasatın altına düşmeyen bir örneği “İngiliz Kemal. Tibet ve Özcan’a ilave olarak sinemamızın emektar pek çok karakter oyuncusunun da yer aldığı film görülmeyi hak ediyor özet olarak.

Sürtük – Ertem Eğilmez (1965)

“Gidersin ama benden kurtulamazsın. İsmin, şöhretin, güzelliğin, evet güzelliğin, hepsi benim eserim”

Güçlü bir gazinolar kralı, ünlü bir şarkıcı ve bir yoksul piyanist arasındaki aşk üçgeninin hikâyesi.

Ertem Eğilmez’in Sadık Şendil’in Mahmut Yesari’nin aynı adlı eserinden uyarladığı senaryosundan çektiği bir film. Hikâye daha sonra benzerleri ile Türk sinemasında defalarca tekrarlanan bir “Pygmalion” hikâyesi. Eğilmez siyah beyaz çektiği bu senaryoyu sadece beş yıl sonra farklı bir kadro ve renkli olarak tekrar uyarlamış sinemaya. Aslında sadece bununla da yetinmemiş; 1965 tarihli bu filmin gördüğü ilgi üzerine sadece 2 yıl sonra “Sürtüğün Kızı” adıyla ve senaryosunu yine Sadık Şendil’in yazdığı bir film daha çekmiş. 1965 tarihli “Sürtük” filmi ise hikâye olarak veya sinemasal olarak özel bir başarı göstermese de kimi özellikleri ile kendisini nispeten olsa farklı kılıyor.

Şarkıcımızı Türkan Şoray, acımasız gazino kralını Ekrem Bora ve genç piyanisti ise sinemada o dönemde yeni bir yüz olan Cüneyt Arkın canlandırıyor. 1970’teki renkli versiyonda ise bu rolleri sırası ile Hülya Koçyiğit, yine Ekrem Bora ve Göksel Arsoy üstlenmişlerdi. Güzelliğinin doruğundaki Türkan Şoray filmin komedi ağırlıkklı ilk yarısında bir parça abartılı ve fazlası ile gösterişçi bir oyun verirken, dram ağırlıklı ikinci yarıda daha dengeli bir oyun tutturmuş görünüyor. Ekrem Bora Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi oyuncu ödülünü kazanan performansı ile hayli başarılı. Cüneyt Arkın ise henüz sinemaya ısınmaya çalışan bir havada bir parça donuk oynuyor film boyunca.

Yeşilçam’ın geleneksel olarak bir türlü tutturamadığı senkron ayarının damgasını vurduğu ve ses ile ağız hareketlerinin tutmadığı bir şarkı sahnesi ile başlıyor film. Neyse ki Şoray o kadar “dinamik” oynuyor ki bu sahnede bu senkron bozukluğunu farketmeyebilirsiniz bir süre sonra. Gazino kralının şımarık assolistine kızgınlığı ile giriştiği yeni bir assolist yaratma hikâyesi beraberinde tüm klişeleri ile birlikte alışveriş, kuaför, görgü ve dans dersleri sahnelerini de getiriyor. Acımasız patronun şarkıcıya aşık olması ve bu arada şarkıcı ile piyanist arasında da aşkın gelişmesi ile aşk üçgenimiz oluşuyor. Bundan sonrası tıpkı bu ana kadar yaşananlar gibi bir klişeler geçidi halinde ilerliyor. Yine de Cüneyt Arkın’ın sonradan intikamını alacak olsa da dayak yediği bir filmin bu bakımdan bir parça ayrıştığını da söylemek gerek ama filmi asıl farklı kılan kesinlikle finali. “Kötü” karakterimizin finaldeki kararı ve özellikle filmin popüler sinemanın yapacağının aksine hayli başarılı çekilmiş ve Ekrem Bora’nın da çok iyi oynadığı (sinemamızdaki en iyi ağlama sahnelerinden biri olsa gerek) bir sahne ile ve kötü karakterimizin görüntüsü ile kapanmayı tercih etmesi filme çarpıcı bir son kazandırmış. Ekrem Bora karanlığa karışıp muhtemelen ebedi yalnızlığına doğru yürürken film de seyirciye parlak bir veda gösterisinde bulunuyor.

Senaryodaki kimi problemlerin de (örneğin ilk sahnede şarkıcının yanında olan adam ve çocuğun, özellikle adamın ebeveynlerinin ölmesi nedeni ile şarkıcıyı yetişiren kişi olduğu düşünülürse, finale kadar ortadan kaybolması filmin şarkıcı için çizdiği karaktere hiç uygun bir davranış değil) dikkat çektiği film Eğilmez’in dinamik anlatımı, üç ünlü oyuncusunun varlığı ve başarılı finali ile bir göz atılmayı hak ediyor.