Don’t Breathe – Fede Alvarez (2016)

“Tanrı’nın var olmadığı gerçeğini kabul eden bir insanın yapamayacağı bir şey yoktur”

Görme engelli bir adamın evini soymaya karar veren üç kişinin hikâyesi.

Senaryosunu Fede Alvarez ve Rodo Sayagues’in birlikte yazdıkları ve Alvarez’in yönettiği bir ABD ve Macaristan ortak yapımı. İlk uzun metrajlı filmi olarak, bir korku klasiği olan Sam Raimi’nin 1981 tarihli “The Evil Dead – Şeytanın Ölüsü”nü Raimi’nin yapımcılığında “Evil Dead – Kötü Ruh”adı ile yeniden çeken Uruguaylı yönetmen Alvarez bu ikinci filminde de korkudan çok gerilimi ağır basan ama yine benzer türde bir hikâyeyi tercih etmiş. Önemli bir kısmı bir evin içinde geçen ve beş ana karakteri olan hikâyede ilk filmindeki kadar olmasa da hayli sert sahneler yer alıyor yine. Kimi sürprizleri ile, seyircinin yanında olacağı iyi karakterleri yok eden hikâyenin içeriği ve seyircisini ürkütme, hatta rahatsız etme becerisi dikkat çekiyor. Bir ara “Ava giden avlanır” sözünü doğrulayan bir içeriğe bürünse de süprizleri ile bunu da terk eden film sert gerilimlerden hoşlananların seveceği ama zaman zaman da ucuz bir aksiyona dönüşen bir çalışma.

Dış çekimleri ABD’de Detroit’te, iç çekimleri ise Macaristan’da gerçekleştirilen filmin başında bir adamı bir kadını saçından tutarak ıssız bir caddede sürüklerken görüyoruz. Sonraki sahne bu ilkinin bir final olduğunu ima ediyor bize ama filmin sürprizlerinden sadece biri bu. İki erkek ve bir kadından oluşan hırsızlar çetesi yeni bir iş planlamaktadır ve daha önce özenle sakındıkları bir şeyin, nakit paranın peşindedirler bu kez. Parayı evinde saklayan ise bir gazidir ve para da kızına arabası ile çarparak ölümüne neden olan birisinden aldığı “kan bedeli”dir. Çetedeki erkeklerden biri ile kadın sevgilidir, diğer erkek de kadına hayrandır ve karşılıksız aşkın sahibi olan genç adam hırsızlıkları için gerekli olan anahtarları babasının çalıştığı güvenlik şirketi üzerinden kolayca elde etmektedir. Bu üç karakterden kadın olanın diğerlerine nazaran bir hikâyesi var sayılabilir, ama erkeklerden biri ile ilgili hiçbir bilgi vermeyen ve onu bir tip olmanın ötesine taşımak için çaba göstermeyen film diğer erkek için de çok sınırlı bilgi sağlıyor bize. Bu konuda o kadar kaygısız ki film, kadının bir sahnede travmatik geçmişini anlatması oldukça yapay duruyor ve yönetmenin “farklı” bir film çekme iddiasına rağmen hayli klişe bir sahneye kaynaklık ediyor bu anlatım. Kısacası senaryo bize “karakterleri boş verin, gerilime odaklanın sadece” diyor ve bu çağrıya uyanlar için de sıkılmayacakları, bir buçuk saatlik bir gerilim sunuyor.

Karakterlerini iyi veya kötü olarak sınıflamaması doğru bir tercihi olmuş filmin; seyirci için özdeşleşme ve rahatlama kolaylığını ortadan kaldıran bu seçim gerilimin iki taraflı olarak sürekli canlı kalmasını sağlıyor kesinlikle. “Bir âmâyı soymak berbat bir şey değil mi?” sorusu ile ona cevap olarak gelen “Sadece âmâ olması onu bir aziz yapmaz” karşılığı kötülere karşı bir diğer kötünün mücadelesini seyredeceğimizi ima ediyor bize ama taraflardan birinin tüm motivasyonu para, diğerinin ise ciddi travmaları var (belki de diğerlerinin de var “gerekçe”leri ama senayo kadınınkine bile yüzeysel değinirken, iki erkeği tanı(t)maya hiç uğraşmadığından bu olasılığı ciddiye almak pek mümkün değil): Âmâ adam Irak’ta savaşmış, bu savaşta gözlerini kaybetmiş ve ardından tek çocuğunu da bir sürücü arabası ile çarparak öldürmüştür; ayrıca koca ve berbat durumdaki bir evde tek başına yaşamaktadır ve mahallesi de terk edilmiş evlerle doludur. Filmin adamın bu durumunu onu saf bir kurban olarak göstermek için kullanmaması, aksine asker geçmişi ve kaslı vücudu ile adeta bir “âmâ Rambo” olarak göstererek kurbanın kimliği ile sürekli oynaması filmin en eğlenceli taraflarından biri. Adamın parayı neden evde sakladığı, elindeki onca para ile tutsaklarından almayı umduğu “şey”i kolayca elde etmek varken neden bu yola saptığı veya yabancı bir ayakkabının kokusunu uzaktan alırken yanından geçtiği bir insanı fark edememesi başta olmak üzere hikâyenin pek de önemsiz olmayan problemli tarafları bolca var ama eğlenceli unsurları bu tür problemleri -özellikle de gerilim meraklıları için kolayca- görünmez kılıyor çoğunlukla.

Kimi âni aksiyonları ve eylemleri ile sadece karakterlerini değil, bizi de ürkütmeyi beceren film “mutlak karanlık”ta geçen kovalamaca sahnesi veya yavaş yavaş çatlayan cam gibi görsel oyunları ile hedeflediği gerilim düzeyini yakalıyor kesinlikle. Büyük bir kısmı tek bir mekânda (evin içi) ve gerçek zamanlı olarak yaşanan hikâye evin kovalamacalara ve saklanmalara elverişli yapısından da yararlanıyor epeyce. Karakterlerin tümünün ölüme karşı oldukça dayanıklı çıkarak gerçekçiliğe biraz zarar verdiği filmde 3 hırsızın hangi sıra ile başlarına bir şey geleceğinin tipik bir korku/gerilim filmi klişesine uygun olarak (ne kadar çok anlatılırsa bir karakter, o kadar geç ölür) belirlenmiş olması, âmâ adamı oynayan Stephen Lang ve kadın hırsızı canlandıran Jane Levy rollerinin hakkını verirken, genç hırsızı oynayan Dylan Minnette’in tüm hikâye boyunca yönetmenin “şaşkın ve korkmuş bak” talimatını yerine getirir gibi donuk bir oyunculuk sunması ve zaman zaman iğrençliğe varan sertlikten sakınmaması gibi problemleri de var filmin. Lewis Teague’nin 1983 tarihli “Cujo”suna bir gönderme olan ve etkileyiciliği yüksek sahne gibi anları ile dikkat çeken filmin Tanrı ile ilgili olaraksa biraz belirsiz bırakmış gibi görünse de son tahlilde muhafazakâr bakışın öne çıktığı bir yaklaşımı var. Yaşananların tüm taraflarının kötücüllüklerini bir “tanrısızlığa” bağlayabiliriz bu hikâyeye göre örneğin. Ayrıca filmde karakterlerden birinin “Tanrı mı? Tanrı falan yok. Hepsi bir şaka. Kötü bir şaka. Hangi Tanrı buna izin verir, söyle!” sözleri her ne kadar bir inançsızlığın göstergesi gibi olsa da aynı zamanda dindarların cevaplamayı en çok sevdikleri sorulardan birini içermesi ile tam aksini öne sürüyor aslında.

Finali ile bir devam filmine göz kırpan çalışma, setlerinin hikâyeyi güçlü bir biçimde destekleyerek gerilimin hem aracı hem de kaynaklarından biri olması, Roque Baños’un hikâye ile çok iyi bütünleşen müzikleri ve Pedro Luque’nin çarpıcı kamera kullanımı gibi başarıları ile ilgiyi hak eden ve kriterlerinizi sadece heyecan ve gerilim olarak koyarsanız, bu kriterleri kesinlikle tutturan bir sinema eseri.

(“Nefesini Tut”)