Lo Sceicco Bianco – Federico Fellini (1952)

“Hayat bir rüyadır. Ne var ki bazen rüyalar dipsiz bir uçuruma dönüşür, dipsiz bir uçuruma!”

Balayı için Roma’ya gelen bir çiftin, kadının hayranı olduğu fotoroman yıldızı ile tanışmak için ortadan kaybolması ile yaşadıklarının hikâyesi.

Senaryosunu Michelangelo Antonioni, Federico Fellini ve Tullio Pinelli’nin hikâyesinden Fellini, Pinelli ve Ennio Flaiano’nun yazdığı, yönetmenliğini Fellini’nin yaptığı bir İtalya yapımı. 1951’de Alberto Lattuada ile birlikte yazıp yönettiği “Luci del Varietà” (Varyete Işıkları) adlı film bir kenara bırakılırsa, bu ilk yönetmenliğinde Fellini sonradan filmografisinin karakteristik özellikleri olacak fantezi unsurları başta olmak üzere kendisine has sinemanın ilk örneğini de ortaya koyuyor. Bizde 1960 ve 70’li yıllarda oldukça popüler olan fotoroman kültürü ve sonuçları üzerinden ilerleyen hikâye, hayatın sıkıcı gerçekleri karşısında fotoromanların araçlarından biri olduğu fantezi dünyasına sığınan bir kadın ve onun yeni evlendiği kocasının balayı için geldikleri Roma’da yaşadıkları eğlenceli maceraları anlatırken, özellikle koca rolündeki Leopoldo Trieste’nin sağlam performansı ile dikkat çekiyor. İtalyan kültürü ve aile ilişkilerinin de ana temalarından biri olduğu yapıt, Fellini’nin sonraki başyapıtlarının taslağı görünümünde olsa da, her sinemaseverin görmesi gereken bir film.

İki yüze yakın film için yazdığı müziklerle tanınan ve başta Fellini yapıtları olmak üzere İtalyan sinemasının pek çok başarılı yapıtında besteci olarak imzası bulunan Nino Rota’nın tam da bir Fellini filmine yakışan türden müziğinin eşlik ettiği bir görüntü ile açılıyor film. Çöl benzeri bir alanda atının üzerinde duran bir adam ve direkler üzerine oturtulmuş ve rüzgârda uçuşan bir brandadan oluşturulan bir gölgeliği görüyoruz bu karede. Rota’nın bir sirk eğlencesinden güçlü bir dram havasına uzanan vurgulu melodileri eşliğinde akan jenerikten sonra Roma’ya gelen bir trenin görüntüsü ile açılıyor film. Wanda Giardino (Leopoldo Trieste) ve Ivan (Brunella Bovo) yeni evli bir çifttir ve kocanın hazırladığı ve her dakikası belli plana göre Ivan’ın akrabaları ile görüşecekler, Papa’nın huzuruna çıkacaklar ve hızlı bir Roma turu yapacaklardır. Bir fotoroman karakteri olan olan Beyaz Şeyh ve onu canlandıran Fernando’ya (Alberto Sordi) hayran olan Wanda’nın tek derdi ise bu yıldızla tanışmak ve hazırladığı hediyeyi vermektir. Kadın kocasına fark ettirmeden otelden kaçıp Fernando’yu bulmaya gider ama olaylar onun planladığı gibi gelişmez ve sonuç özellikle Ivan için hayli sıkıntılı olan bir macera olur.

İstasyondaki gürültülü kaos Fellini’nin filminin İtalyan kültürü ile ilgili ilk eğlenceli saptaması oluyor. Yüksek sesle ve hep bir ağızdan konuşan halkın eğlenceli karmaşası sonradan Ivan’ın akrabalarının olduğu sahnelerde de kendisini gösteren bir Akdenizli havası olarak çıkıyor ortaya. Bizde de rahatlıkla benzerini görebileceğimiz kaotik ve fazlası ile samimi olan yakınlıklar üzerine kurulu bu ilişkiler hikâyenin en güçlü komedisinin de kaynağı oluyor. Ivan’ın, karısı ile tanışmak isteyen akrabalarını oyalama çabası bu karakteri canlandıran Leopoldo Trieste’nin parlak oyunculuk gösterisi ile filmin kesinlikle en güçlü silahı; Trieste, Metin Akpınar’ı hatırlatan mimiklerle karakterinin heyecanlı yapısını ve telaşını çok çekici bir güldürünün vazgeçilmez bir malzemesi yapmış kesinlikle. Kendisini oyun yazarı olarak gören ve film için deneme çekimlerine hayli tereddütlü giden Trieste’nin varlığının sağladığı katkı o denli önemli ki iyi ki yenmiş bu tereddüdünü diye düşünmemek mümkün değil.

Başta filmi senaristlerinden Antonioni’nin çekmesi düşünülmüş ama onun ret etmesi üzerine Fellini üstlenmiş yönetmenliği. Açıkçası Antonioni’nin nasıl bir sonuç ortaya koyacağını merak etmek hiçbir sinemaseverin kaçınamayacağı bir duygu ama hikâye ondan çok Fellini’ye yakışıyor. Burada fantezi hikâyeye egemen değil ve asıl olarak fotoroman dünyası üzerinden üretiliyor ama karakterlerin sözleri, eylemleri ve yaratılan atmosfer kesinlikle Fellini’nin dünyasına ait. Ayrıca Beyaz Şeyh ile ilk kez tanıştığımız sahnenin -en azından baştaki- fantastik havası da destekliyor bu yargıyı. Adeta gökyüzünün boşluğuna asılı bir salıncakta sallanan adamı gördüğünde bir mucizeye tanık olmuş gibi hayranlık ve şaşkınlık içinde kalıyor Wanda adındaki kadın. Beyaz Şeyh’in salıncaktan yeryüzüne atladığı sahne yıllar sonra bir başka Fellini filminde (“Amarcord”, 1973) karın tadını çıkarmakta olan halkın şaşkın bakışları arasında bir kasabanın meydanına iniveren tavus kuşunu hatırlatacaktır has bir sinemasevere. Filmin Felliniyen başka sahneleri de var; bunların birinde Ivan adlı kahramanımız koşarak çalan bir bandonun ortasında buluyor kendini ve etraftaki halkın da alkışlayarak ve koşarak bandoya eşlik etmeleri Fellini’ye bir parça bile aşina olanların bile hemen yönetmenini tanıyabileceği bir sahne yaratıyor.

Hikâye bir zamanlar İtalya’da çok popüler olan fotoroman kültürü ile de bolca geçiyor dalgasını. Çekimlerin gerçekleştirilmesine tanık olduğumuz sahnelerden senarist kadına ve elbette Beyaz Şeyh karakterine bu kültürün ögelerini eğlenceli bir şekilde gösteriyor bize Fellini. Wanda’nın içinde kaybolmaya hazır olduğu bu fantastik dünyanın kısa süreli de olsa bir parça olması ve hatta bir yelkenli kayıkta küçük bir macera yaşaması popüler kültürün, alıcısını nasıl baştan çıkardığının alçak gönüllü bir eleştirisi oluyor hatta. Çekimlerdeki oyuncuların pazarladıkları kültürden farklılıkları ve özellikle şeyhin, yarattığı karakterin tam tersi bir insan olması bir yandan güldürürken, bir yandan da temel olarak gösteri dünyasının ikiyüzlülüklerini hatırlatıyor.

Fellini’nin 1957 yapımı “Le Notti di Cabiria” (Cabiria’nın Geceleri) filmini bilenler için bir de sürpriz var filmde. Ivan’ın, karısının peşinde kendisi Roma’nın sokaklarına attığı bir sırada karşısına çıkan iki sokak kadınından birinin adı Cabiria ve yönetmenin eşi olan ünlü oyuncu Giulietta Masina’nın canlandırdığı bu karakterin göründüğü sahne Fellini’ye 1957’deki filmin hikâyesini yazmak için de ilham vermiş. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında bir süre ülkedeki Amerikan askerlerinin karikatürünü çizerek hayatını kazanan ve fotoroman dünyasının da içine girmiş olan Fellini’nin kendisini rahat hissettiği belli olan bir hikâyeyi anlattığı belli olan film, Ivan’ın akrabalarının göründüğü sahnelerde de deli dolu havasını sürdürerek seyircinin ilgisini canlı tutuyor. Orson Welles’in en sevdiği Fellini filmi olan yapıt, yönetmenin sonraki yapıtlarına ısınma çalışması olarak görebileceğimiz alçak gönüllü bir eser. Komedisinin temposu bazen düşüyor ve her zaman da yeterli bir güce sahip değil mizahı ve eleştirisi açısından ama “şeyhimizi” bir hayal dünyasında değil, gerçek hayatta aramamız gerektiğini hatırlatan ama bu farklı dünyalardan birini de mutlak olarak önermeyen film yine de kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“The White Sheik” – “Beyaz Şeyh”)

Le Notti di Cabiria – Federico Fellini (1957)

“Elbette biliyor! Ona her şeyi anlattım. Ondan hiçbir şeyi gizlemedim. O bir aziz, bir melek! Hiçbir şeyi bilmek istemedi. Umursamadı bile. Beni seviyor! Beni seviyor, Wanda! Beni seviyor, Wanda!”

Roma sokaklarında çalışan, aşkı bulmaya ve içinde bulunduğu hayattan kurtulmaya çalışan naif bir sokak kadınının hikayesi.

Gerçek bir sinema klasiği ve bir başyapıt. Pier Paolo Pasolini’nin de katkı sağladığı senaryosunu Federico Fellini, Tullio Pinelli ve Ennio Flaiano’nun yazdığı ve yönetmenliğini Fellini’nin üstlendiği bir İtalya ve Fransa ortak yapımı. Başrolde olağanüstü bir performans sunan Giulietta Masina’nın Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldığı film aynı zamanda Yabancı Dilde En İyi Film dalında da Oscar kazanmıştı. Bob Fosse’un 1969 yapımı “Sweet Charity – Tatlı Charity” müzikalinin de esin kaynağı olan film güçlü görünmeye çalışan ve öyle de olmak zorunda olan çocuk ruhlu bir kadının hüzünlü hikâyesini küçük komedi anlarını da katarak ve dönemin Roma’sının panoramasını çizmeyi de ihmal etmeden anlatıyor ve altmış iki yıl sonra bile çekiciliğini ve farklılığını korurken, hâlâ keyifle seyredilebiliyor. Bir söyleşisinde filmlerindeki tüm karakterler içinde akıbetini hâlâ endişeli bir şekilde merak ettiği tek kişi olduğunu söylediği Cabiria’nın Roma’daki arayış dolu gecelerini anlatan bu içten ve sıcak film her sinemaseverin kesinlikle görmesi gereken bir çalışma.

Fellini’nin sıkça birlikte çalıştığı Nino Rota’nın açılış jeneriğine eşlik eden ve film boyunca da sık sık kulağımıza çalınan müziği seyredeceğimiz hikâyenin içeriğinin tam bir müzikal karşılığı olmuş. Özellikle tıpkı bir operanın açılışındaki uvertür gibi tüm müzikleri “özetleyen” ve başta dinlediğimiz bölüm 1950’li yılların havasını karşımıza getirirken, aynı anda eğlenceli, romantik ve dramatik olmayı başaran bir çalışma ve Cabiria’nın seyredeceğimiz hikâyesinin de adeta bir özeti. Cabiria karakterinin hikâyenin açılışında ve kapanışında yaşadıklarının benzerliği dikkat çekiyor öncelikle ve film bu benzerlik üzerinden kadının -değişmez- yazgısını vurguluyor adeta. Bir kadın ve erkeğin neşe ile koşuşmalarını izliyoruz açılış sahnesinde. Bir nehir kenarında duruyorlar ve kadının mutluluk havası erkeğin elindeki çantayı alıp onu suya itmesi ile aniden sönüveriyor. Cabiria bir sokak kadını, yanındaki erkek ise 1 aydır tanıdığı, aşık olduğu ve kendisini içinde bulunduğu hayattan kurtaracağını umduğu Giorgio. Bir mutluluk hayali -daha- yıkılmıştır kadının ve başında onu koruyan, kollayan ve sömüren bir erkek patronu olmadan bağımsız olarak icra etmeye devam edecektir mesleğini hep yapageldiği gibi.

Çocuk ruhlu, naif, kırılganlığını sertlik ve bağımsızlıkla örtmeye çalışan ve gerçek aşkı aramayı ya da aşktan umudunu yitirmeyi hiç bırakmayan bir kadın Cabiria. Hikâye temel olarak onu beş farklı erkekle geçirdiği zaman üzerinden anlatıyor bize: Açılış sahnesinde parasını kaptırdığına tanık olduğumuz ve kendisini aşık olduğu yalanı ile aldatan Giorgio, yolunun tesadüfen kesiştiği ve kız arkadaşı ile kavga eden ünlü bir film yıldızı, Roma’nın yoksul ve evsizlerine yiyecek dağıtan gizemli bir adam, vakit geçirmek için girdiği bir varyete şovundaki hipnozcu (ve onun yarattığı hayali Oscar karakteri) ve “gerçek” Oscar. Gizemli yardımsever dışındaki tüm adamların kendi hedeflerinin kurbanı oluyor bir bakıma Cabiria ve arayışları hep hüzünle sona eriyor. Ünlü aktörle olan bölüm bir sınıf farkını işaret ederken bir bakıma, zengin sınıfın işçi sınıfını sömürüsünün ve kendi amaçları için kullanımının da bir sembolü oluyor; yardımsever karakter üzerinden ise Fellini Roma’nın parlak görüntüsünün içinde hayli trajik bir yoksulluğu da barındırdığını söylüyor net bir biçimde. Issız yerlerdeki mağara/çukur karışımı yerlerde yaşayan ve bir dilim ekmeğe muhtaç insanların da olduğu bir şehir Roma diyor bize film. Bu gizemli adamın Cabiria’ya kendisinin de “gece çalıştığını” söylemesi ve yardım edilen evsizlerden birinin bir zamanlar havalı bir sokak kadını olması kahramanımız için bir mesaj niteliği de taşıyor kuşkusuz ve yaşadığı hayattan kurtulması gerektiğinin de bir işareti. Cabiria’nın aktörün kendisini götürdüğü gece kulübünde yaşadıklarını veya daha sonra aynı adamın evinde karşılaştığı görkemli zenginlikten yararlanamamasını (sadece bir adet zeytin yemeye fırsat bulabiliyor) mizahı da hiç unutmadan anlatan hikâye realist yaklaşımını korumayı başarıyor hep.

Realist ama aynı zamanda varyetedeki hipnoz sahnesinde olduğu gibi gerçeküstü öğeler de barındıran bir film bu ve bir başarısı da bunları birbiri ile uyumlu ve hiç rahatsız edici olmadan bir araya getirebilmesi. Hipnoz sahnesi ve burada hipnozcunun insanları etkisi altına almasını Fellini’nin sıkça hedefine koyduğu din kurumu ile ilişkilendirdiğini de göründürüyoruz. Cabiria ve kendisi ile aynı işi yapan arkadaşı hayli kalabalık bir dinsel ayine katılıyorlar ve yüzlerce insan ile birlikte Meryem’den bağışlanmayı diliyorlar. Kendilerinden geçerek dua eden insanların dizlerinin üzerinde sürünerek, mumlar dikerek ve göz yaşları içinde ilahiler söyleyerek dertlerine Meryem’den bir çare umdukları sahnede Fellini’nin gösterdiği karakterlerden biri tutmayan bacakları için tanrıdan yardım bekleyen ama işi de kadın pazarlamak olan bir adam. Film bu karakter üzerinden bir ikiyüzlülüğün altını çizerken, tüm bu dinsel tören bölümü Cabiria’nın kurtuluş arayışının bir diğer örneği oluyor; ama sonuçsuz bir arayıştır bu Cabiria’nın da bağırarak ifade ettiği gibi: “Biz değişmedik! Kimse değişmedi! Hepimiz aynı kaldık, şu kötürümler gibi!”.

Filmin müthiş finalinden sonra en dokunaklı anlarından biri hipnoz altındayken “beyaz atlı prens”i ile tanıştığını hayal eden ve müthiş bir mutluluk yaşayan Cabiria’nın hipnozdan çıktığı anda gerçekle yüz yüze gelmesi sonucu yaşadığı korkunç hayal kırıklığı bölümü. Gerçeğin kadının yüzüne sert bir tokat gibi çarptığı bu andan etkilenmemek mümkün değil. Meryem’den beklenen mucizenin akıbeti ile muhasebeci ve romantik Oscar’dan beklenen mucizenin akıbetinin aynı olması filmin üzerine eğildiği önemli bir hususu da vurguluyor: Film burada bir birey olarak Cabiria üzerinden, kurtuluşun bakılan yerde değil başka yerlerde olduğunu (ya da varsa, ancak başka bir yerde olabileceğini) söylerken bu mesajını asıl olarak toplumsal meseleler için söylüyor kuşkusuz. Cabiria’nın nihayet mutluluğu yakaladığı ve kurtulduğunu düşündüğü sırada söylediği “Ne güzel, değil mi? Bu dünyada hâlâ biraz adalet var galiba. Acı çekersin, cehenem azabı yaşarsın ama yine de mutluluk sonunda herkesi bulur” sözlerinin iddia ettiğinin aksine, adaletin ilahî olmadığını, mucizelerin yalan olduğunu ve bireysel bir kurtuluş olamayacağını söylüyor hikâye bize.

Olağanüstü bir sahne ile sona eren filmde Giulietta Masina kolayca bir karikatüre dönüşebilecek karakteri ve üstelik gerektiğinde vurgulu oynamayı da ihmal etmeden müthiş bir performansla canlandırıyor. Karakterinin tüm duygularını, arzularını ve korkularını seyirciye müthiş bir etkileyicilik ile geçirmeyi başarıyor oyuncu ve filmin bugün bir başyapıt olmasının da mimarlarından biri oluyor oyunculuğu ile. Hem gösterişli hem doğal ve sade olabilen bir oyunculuğun ne demek olduğunu sinema tarihinde en mükemmel biçimde anlatabilen performanslardan biri onunki olsa gerek.

Denize bakan bir uçurum kenarında geçen final sahnesindeki çalışması başta olmak üzere görüntü yönetmeni Aldo Tonti’nin önemli bir katkı sağladığı bu siyah-beyaz film sergilediği olumsuz görüntülere, yoksulluğa ve çaresizliğe rağmen tıpkı sık sık karşımıza getirdiği sokak kadınlarının canlılığı, gürültülü ve hayata tutunma çabalarının sonucu olan enerjileri gibi hareketli bir film ve sizi “eğlendirirken” sorgulamanızı da sağlıyor seyrettiğinizi. Vatikan’ın tepkisi (yoksullara yardımın kilisenin iktidar alanının dışında gerçekleştiğinin gösterilmesi yüzünden) nedeni ile sansürlenen ve ancak yıllar sonra hikâyeye eklenebilen yardımsever adamla ilgili bölümde Cabiria ilk ve son kez gerçek adını söyleyerek sahici olanın da bu adamın davranışında hayat bulduğunu kanıtlamış oluyor. Bir mucize mümkünse bunu kilisenin veya illüzyonun değil, iyi yürekliliğin ve dayanışmanın yaratacağını ifade eden bu başyapıt mutlaka görülmeli.

(“The Nights of Cabiria” – “Cabiria’nın Geceleri”)

Amarcord – Federico Fellini (1973)

21 Mart’ta ölen Tonino Guerra’nın anısına… Antonioni’den Tarkovsky’e, Angelopoulos’dan Rosi’ye sinema sanatının usta yönetmenleri ile çalışan bu büyük senaristin yönetmen Fellini ile birlikte yazdığı senaryodan çekilen “Amarcord” filminden tavus kuşu sahnesi. Hatırlıyorum anlamına gelen ismi ile bu film, iki usta sanatçının 30’lu yılların Mussolini yönetimi altındaki faşist İtalya’sında bir kasaba halkının hayatından çeşitli anları ilk bakışta birbirinden kopuk gibi görünen ama bir araya geldiğinde benzersiz bir anılar bütünü oluşturan sahneler ile anlattıkları sinemanın benzersiz örneklerinden biri. Bu sahne de yağmakta olan karın altındaki kasabada birden beliren bir tavus kuşunun yarattığı büyüyü anlatıyor. Her anı ile bir Fellini sahnesi ve iyi ki iki büyük isim, Fellini ve Guerra, bir araya gelmiş ve “hatırlamışlar” dedirtiyor seyredene.

Roma – Federico Fellini (1972)

“1 nolu modelimiz, yeni rahipler için. Geleneksel kesimlerle ve siyah saten kumaştan. Mevsimine göre ipek veya yün kumaşlar da kullanılabilir”

Fellini’den onun Mussolini döneminde Roma’ya gelmesi ile başlayan ve 70’lerin Roma’sına uzanan bir şehir hikâyesi.

Federico Fellini’den Roma üzerine ama şehrin kendisinden çok insanlarına ve onların biçimlendirdiği ve onları biçimlendiren kültüre odaklanan bir film. Yönetmenin ayrılmaz bestecisi Nino Rota’nın notaları eşliğinde anlatılan filmin alışılagelen anlamda bir hikâyesi yok. Birbirinden bağımsız bölümler halinde anlatılan film kronolojik olmayan bir sırada ve çoğunlukla eğlenceli kimi bölümlerle farklı bir tecrübe yaşatıyor seyredene ve bu nedenle standart ölçüler ile değil farklı bir gözle değerlendirilmesi gerekiyor.

Fellini yerleşik pek çok değerle eğleniyor film boyunca ve başta din ve militarizm olmak üzere yerleşik kurumlarla hiç çekinmeden dalgasını geçiyor. Yönetmen alamet-i farikası olan grotesk öğeleri ve elbette büyük göğüslü İtalyan kadınları da sık sık karşımıza getirdiği filminde kimi unutulmaz sahnelere imza atıyor. Başlarda yer alan ve sinema ekibinin yağmur altında sıkışık Roma trafiğinde ilerlediği sahne kimi uzun süren çekimlerle çok başarılı. Belgesel havasındaki bu sahneler otoyoldaki beyaz at ve kaza görüntüleri ile gerçeküstü bir hava yaratan atmosferi ile çok etkileyici ve Kolezyum’da sonlanan yolculuk tam bir sinemasal keyif anı. Bu “soğuk ve etkileyici” bölüme zıt tonları olan çok eğlenceli bölümler de var filmde. Sokakta yenen toplu yemek sahnesi Akdeniz insanlarını tüm çıplaklıkları ile karşımıza getirirken, rahipler için düzenlenen defile sahnesi gerçeküstülüğü ve alaycılığı en uç noktalara taşıyor. Görsel olarak en çarpıcı kareler ise gece tramvay raylarına kaynak yapılırken ortalığı aydınlatan mavi kaynak ışığı ve binaların duvarlarına yansıyan ve Mussolini faşizmine gönderme yapan kocaman kurt/köpek gölgeleri. Elbette varyete havalı tiyatro bölümünü de ıskalamamak gerekiyor. Biraz fazla uzun sürse de bu bölüm sahnedekilerden çok seyirci koltuklarındaki tiplemeler aracılığı ile çok ama çok eğlendirici ve tüm o bağıran, kavga eden, laf atan, eğlenen tipler “yaşayan” İtalyan halkını sergiliyor seyredene.

Filmde iç acıtan bir de metro kazısı bölümü var. Şehrin tarihi gereği sık sık durmak ve yön değiştirmek zorunda kalınan bu inşaat sırasında ortaya çıkan iki bin yıllık duvar resimleri ve hava ile ilk temasta bu resimlerin gözle görünür bir hızda silinmeye/yok olmaya başlaması iki açıdan çarpıcı; tarihe ve onun izlerine “çanak, çömlek” diye yaklaşmayan bir kültür ve onca yıl ayakta duran resimlerin günümüz uygarlığı ile ilk temasında yok olması.

Fellini filmde kendisi de bir sinema ekibinin parçası olarak görünürken Anna Magnani ve Marcello Mastroianni’nin de aralarında bulunduğu kimi ünlü isimler de çok kısa rollerde filme renk katıyorlar. Parçalı bir kurgu ile anlatılan film belgesel havalı bir yaklaşımla bir şehire alaycı, eleştirel ama kesinlikle sevgi dolu bir yaklaşımın ürünü. Belki de şehrin kendisinden çok o şehri canlı bir varlığa dönüştüren halka ve kültürüne olan bir sevgi dolu yaklaşımın. Roma’nın ünlü eserlerinin, mimarisinin çok az göründüğü film bir hikâye seyretmek isteyenler için değil kesinlikle. Bölümlerin bir bütünselliği yeterince işaret edemiyor olması filmin en zayıf yanı olarak görünse de ve her anı aynı ölçüde çarpıcı olmasa da sonuçta bu film asıl olarak, ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği bir şehire Fellini gibi dev bir ismin nasıl yaklaştığını merak edenler için. Farklı bir sinemasal tecrübe.