Bir Kadın Bir Hayat – Feyzi Tuna (1985)

“Erkekle kadın bir değil. Bunu şu saçma boşanma hevesine kapıldığında da anlatmak istedik sana ama dinletemedik. Şimdi bazı şeylere katlanmaya mecbursun”

İlgisiz kocası nedeni ile mutsuz bir evliliği olan kadının, kocasının kendisini aldattığını öğrenmesi üzerine boşanma kararı alınca yaşadıklarının hikâyesi.

Jenerikte “Özgün hikâye: Pınar Kür ve Feyzi Tuna, Senaryo: Feyzi Tuna” olarak belirtilen senaryonun Pınar Kür ile Feyzi Tuna arasında ciddi bir kavga sebebi olduğu filmi Feyzi Tuna yönetmiş. 1980’li yıllarda sinemamızın çokça çektiği “kadın filmleri”nden (12 Eylül darbesinin neden olduğu baskı ve sansür ortamında, doğrudan siyasal olandan uzak duran sinemamızın “kaçış” alanlarından biri olmuştu bu filmler) biri olan bu çalışma, Kür’ün kadın özgürlüğü temasını alıp, bunu klasik Yeşilçam ile buluşturmaya çalışan ve bu nedenle de iki arada bir derede kalmış -ama sonunda muhafazakâr olana teslim olmuş- görünen bir sinema eseri. Başroldeki Cihan Ünal ve Türkan Şoray ikilisinin idare ettiği ama senaryodan dolayı sıkıntı çekmiş göründükleri filmde Antalya’da yardımcı oyuncu dalında ödül alan Engin İnal oyunculuk açısından öne çıksa da “İnsan karısını sever mi, ben seviyormuşum” gibi iddialı ve amacının aksine, nerede ise güldüren kimi repliklerin de sahibi olmanın acısını çekiyor. Amacı ile önemli, sonucu ile vasat bu film başta Şoray hayranları olmak üzere, kadın (özellikle toplumdaki konumu) üzerine olan yerli filmlerin meraklıları için de görülmeye değer bir çalışma.

Afişler temel olarak bir filmi pazarlama aracıdır ticarî filmler için ve bunu yaparken de anlattığı (ya da anlatmayı vaat ettiği) hakkında da bir fikir vermeye çalışır seyirciye. “Bir Kadın Bir Hayat” filminin afişi de çok iyi bir örneği bunun ve hayli kaba türünden bir örnek bu. Afiş üzerinde “Erkeklere saygısı olan, seven ama kendini ezdirmeyen bir kadının isyanı” ibaresi ve Türkan Şoray’ın da film ile hiçbir ilgisi olmayan ve daha çok onun pavyon kadınını oynadığı filmlerinden birine yakışacak bir pozu var. Yukarıda belirtilen, Kür ile Tuna arasındaki kavganın tüm izlerini de taşımış oluyor bu hâli ile afiş: Feminizme göz kırpan, isyanı olumlayan ama “bir yanlış anlamaya” engel olmak için de saygıdan ve sevgiden söz eden afiş, üzerindeki fotoğraf ile de aldatıcı bir pazarlama yapılır nasıl olurun örneğini oluşturuyor. Hem afişte hem de jenerikte yer alan “Feyzi Tuna’nın filmi” ifadesinin tuhaf dilini de eklemeli filmin kendini pazarlama tuhaflığına; yabancı filmlerin sunumundan apartılmış “Bir Feyzi Tuna filmi” kalıbının bir adım daha ileri götürülerek, filmin sanki mülkiyet bilgisinden bahsedilirmiş havası taşıyan bu ifadenin hayli tuhaf ve anlamsız olduğu açık.

Pınar Kür’ün orijinal senaryosunda hayli değişiklik istemiş Feyzi Tuna ve sonuç Kür’ün senaryonun sahipliğini ret etmesi (jenerikten adının çıkarılmasını da istemiş ama yine de Tuna ile birlikte özgün hikâyenin ortak sahibi olarak gösterilmiş) boyutuna kadar uzanınca, senaryoyu “kurtarması” için klasik Yeşilçamcı Bülent Oran’ı göreve çağırmış. Sonuç bir kafa karışıklığı ve “ne yardan ne serden vazgeçelim” yaklaşımının örneği olmuş. Kür’e göre (Videosinema dergisi, Haziran 1985) onun senaryosu bambaşka bir içeriği ve derdi olan bir senaryoya dönüştürülmüş; filmin hikâyesindeki pek çok kusurun en azından bir kısmını açıklıyor bu durum ama tümünün sorumlusu Tuna ve Oran mıdır bilmek zor. Kür’ün senaryosunda Cihan Ünal karakteri filmin son 20 dakikasında ortaya çıkarken ve eşinden hiç bahsedilmezken, filmde baştan itibaren yer alıyor hikâyede (ve Şoray’ın karakteri ile eşit bir ağırlığa sahip oluyor nerede ise) ve eşi de tam bir çekilmez kadın olarak çiziliyor. Kür de haklı olarak bunu eleştiriyor ve şunu söylüyor: “Bu iki mutsuzun çok geçmeden birbirlerini bulacakları (hele biri Türkan, biri Cihan’sa!) filmin ilk on dakikasında anlaşıldığından, gerisini seyretmeye ne gerek var?”. Kadının kocasının -gerçekten de rahatsız eden ve hiç de gerçekçi olmayan- olumlu yaklaşımını da ret ediyor Kür ve karakterlerin yüzeyselleştirildiğini iddia ediyor. Yine Kür’ün “… değil yazmak, işitmekten bile utanacağım diyaloglar” gibi hayli sert bir ifade ile eleştirdiği ve açıkçası bu ifadeleri biraz hak da eden Bülent Oran diyalogları var senaryoda. Sanki Oran 1970’lerden bazı diyalogları almış ve bir “modern kadın filmi”ne biraz değiştirerek ama ruhunu da koruyarak yerleştirmiş gibi duruyor. Son olarak, filmin tuhaf şekilde uzun tutulmuş “kartopu oynayan mutlu aile” sahnesinin yerine bambaşka ama hiç de “ticarî” olmayan bir sonu varmış Kür’ün senaryosunun, onun söylediğine göre.

Kür’ün sert eleştirilerinin yer aldığı dergide Tuna’nın hayli uzun bir cevabı var ama Tuna bu yazısında içerikle ilgili eleştirileri cevaplamaktan çok (“ilk sayfasından son sayfasına kadar erkek düşmanlığı üstüne kurulu bol gevezelik” ve “ucube” gibi yargıları var Tuna’nın daha çok), Kür’ün kendisini eleştirmeyi tercih etmiş yönetmen. Kür’ün senaryosunu bilmediğimizden tarafsız bir yargıda bulunmak mümkün değil kuşkusuz ama kimi sahneler o senaryonun da “fazlası ile mesaj kaygılı” olduğunu düşündürtmüyor değil açıkçası.

Bir kadın isyanını; toplumdaki ikyüzlülükleri; “aldatsa da kocandır”, “dul hâlinle ne yapacaksın?” gibi kadını boyun eğmeye zorlayan yaklaşımları; kadının “ikinci sınıf” konumunu sadece erkeklerin değil kadınların da benimsediği bir toplumsal düzeni ve kadının inisiyatifi eline almasını anlatan (anlatmaya çalışan ya da) filmin bu çabasını saygı ve takdir ile karşılamak gerekiyor elbette ve özellikle ilk yarısında bu konuda sergilediği tutarlı yaklaşım da hayli kayda değer. Ne var ki ikinci yarıda dozu artan bir şekilde “muhafazakâr sınırlar”ın içine çekiliyor film. Hem kadının hem erkeğin evliliklerini ve eşlerini o denli kötü gösteriyor ki ısrarla, bir “yasak aşk”ı savunma konumunda olmadığını söylüyor sanki. Özellikle adamın eşi herhalde sinemamızın bugüne kadar çizdiği en kötü eş karakterlerinden biri. Daha da ilginç olansa, Şoray’ın karakteri dışındaki hemen tüm kadın karakterlerin oldukça kötü bireyler olarak çizilmiş olması. Öyle ki nerede ise ve abartı ile söylersek, -Kür’ü erkek düşmanlığı ile suçlayan- Tuna’nın kadın düşmanı bir film çektiği söylenebilir.

Devamlılık hataları (yumurtayı ocağa koyan kadının başka hiçbir şey yapmadan kahvaltı hazır diye seslenmesi ve gerçekten de kahvaltının hazır olması gibi), Şoray’ın yağmur altında saatlerce kocasını gözetlemesi gibi tuhaflıklar, aynı müziğin önce sıradan bir sahnede sonra trajik bir anlamda kullanılması veya bir başka sahnede müziğin aniden yarıda kesilmesi gibi kurgu problemleri, kadın isyanını anlattığını iddia eden filmin kadına daha iki kez çıktığı bir erkeğe “sizden gelen ceza ölüm bile olsa” gibi bir teslimiyet cümlesini söyletmesi, “Bazı duygular yazılamaz, yaşanır” gibi ucuz replikler vs… Evet, epey kusurlu bir film bu ve özgürlüğü savunurken toplumun “normal” gördüğüne sevgi ve saygısını göstermekte hayli özenli olmak gibi çelişkileri de bünyesinde barındırıyor.

Tüm bu problemlerine karşın, yoluna iyi niyetli bir şekilde çıkması (yolda uğradığı kazaları unutmadan), senaryonun karakterini dengesiz kılmasına rağmen Şoray’ın varlığı ve bir de -bazen mesaj kaygısı taşıdığını gizleyememesi, bazen de kendi içinde çelişmesine rağmen- kimi savları ile ilgi gösterilebilir bir film bu.

Kuyucaklı Yusuf – Feyzi Tuna (1985)

Kuyucakli_Yusuf“İnsanın cevheri üç paralık kumaş parçasında değil, içindedir”

Yirminci Yüzyıl başlarında, Osmanlı döneminde ailesinin eşkiyalar tarafından katledilmesi üzerine bir kaymakam tarafından evlat edinilen bir köylü çocuğunun kasaba hayatına uyumsuzluğunun ve dönemin adaletsizliklerine isyanının hikâyesi.

Sabahattin Ali’nin aynı adlı romanından Feyzi Tuna’nın sinemaya uyarladığı ve yönettiği bir film. 1980’lerin darboğaz içindeki Türk sinemasında, Tuna’nın çok sevdiği bir kitaba sinemada da hayat vermek için giriştiği iyi niyetli çabanın sonucu olan film ne yazık ki ne kitabın hak ettiği karşılığı olabilmiş ne de doğal olarak yönetmeni mutlu edebilmiş. Tuna’nın kimi hoş oyunlarına ve birkaç güzel sahnesine (çoğunlukla da o sahnelerdeki birkaç güzel kareye) rağmen film garip bir takım kurgu problemleri, akmayan temposu ve derdini sık sık sadece diyaloglar aracılığı ile anlatması nedeni ile olmamış bir denemeden ileriye geçememiş. Filmin problemlerinin çoğunun filmin zor şartlar altında çekilmesinden kaynaklandığını düşününce, Tuna’nın Sabahattin Ali’nin romanına getirdiği sinemasal yorum çabası bir göz atılmayı hak ediyor yine de.

Sabahattin Ali’nin gerçekleştiremediği bir üçlemenin ilk kitabı olan ve ilk kez 1937’de yayımlanan “Kuyucaklı Yusuf” Yirminci Yüzyılın başlarında Edremit’te geçer ve yaşadıklarından sonra dağa çıkan bir genci anlatır. Filmin sinemasal karşılıklarını -özellikle görsel açıdan ve yeterince- üretemediği farklı temaları var romanın ve bir yandan birtakım karşıtlıklar üzerinden (doğal hayat ile modern hayat, köy ile kasaba gibi) bir bireyin yalnızlığını anlatırken, bir yandan da dönemin Osmanlı devletinde kasaba eşrafının ve bürokratların halkı (ve devleti) nasıl sömürdüğünü ve çökmekte olan devletin kalan tüm iktidar araçlarını nasıl ele geçirdiklerini sergiler. Tuna’nın senaryosu ve yönetmenliğinde karşımıza gelen film ise tüm bu konuları sık sık sadece sözlere ve çoğunlukla da yüzeysel bir şekilde döken, görsel olarak bu temaların karşılığını üretemeyen bir çalışma görünümünde. Yusuf’un bunalımını nerede ise sadece işitsel olarak sergiliyor film ve görsel olarak birkaç güzel kare (evet, bütünsel bir sahneden çok, bir fotoğraf karesi havası var bu anların) eşlik ediyor bu duyguya sadece. Yusuf ile Muazzez arasındaki aşkın ikincisi tarafındaki gelişimini az çok hissedebiliyoruz ama Yusuf’ta o kadar ani oluyor ki bu tutkunun oluşumu ciddi bir gerçekçilik sorunu yaratıyor bu durum. Yusuf’un etrafındaki her şeye ve tüm insanlara duyduğu öfkenin altyapısı da görsel olarak hemen hiç oluşturulamamış ve ortaya nerde ise sadece huysuz diye tanımlanabilecek bir genç adam karakteri çıkmış. Tüm bunların sonucunda da sondaki “dağa çıkma” eylemi ve öncesindeki yeni kazılan mezarı yumruklama sahnesi sıradanlaşmış ne yazık ki.

Oysa Feyzi Tuna’nın kitabı sevdiği ve farklı bir film yaratmak arzusu ile yola çıktığı çok açık. Filmin ilk karesi romanın açılış sayfasını görüyoruz ve oradaki ilk cümlenin okunması ile başlıyor film. Bu iyi bir giriş çünkü hem filme -hedeflediği ama yakalayamadığı- masalsı/epik havayı katıyor hem de Sabahattin Ali’ye hak ettiği saygı duruşunu göstermiş oluyor böylece. Bu küçük oyun daha sonra aynı başarı ile kullanılamıyor ne var ki. Örneğin hikâyeden çıkan bir karakterle ilgili hem seyircinin merakını gidermek hem de Yusuf’un duygularını bize iletmek için yine kitaptan bir cümlenin okunduğu bölüm çok ilgisiz ve zorlama görünüyor. Kapanışı da yine kitabın son cümlesi ile yapan film bu buluşunu iyi değerlendirememiş sonuç olarak. Aslında gerek bu problemin gerekse diğerlerinin bir “kısıtlı imkânlar” durumunun sonucu olduğu açık ama filmin vasatı bir türlü aşamadığı da bir gerçek. Görsel açıdan da sınıfı geçemiyor film ve bunda da yine koşulların etkisinin olduğunu hissetmek mümkün. Atı ile alacakaranlıkta son sürat giden Yusuf’u gördüğümüz sahne öyle tuhaf kurgulanmış ki (bunda muhtemelen hayal edilen sahnelerin çekilememiş olmasının etkisi var) sanki bir dram filmine aniden epik bir filmin sahnesi eklenmiş gibi duruyor. Tuna’nın görsellikte hayli çarpıcı olduğu sahneler var ve bunlar filmin eğer gidebilseydi hedeflediği noktanın ne derece parlak olabileceğini gösteriyor bize. Örneğin genç bir kızın başına gelen trajik bir olayı anlattığı kısa sahnede bu kız, annesi, Yusuf ve babasının yakın plan çekimleri ve dört karakterin aynı kare içindeki yerleşimleri çok ama çok başarılı. Babanın ölümünde yerde yattığı an da benzer bir güce sahip ama hem bu hem bir önceki örnek çarpıcı bir fotoğraf karesi olarak kalıyor maalesef filmin bütünü içinde, tıpkı Yusuf’un uzun bir yolculuktan evine döndüğünde üst kattan işittiği seslerin kaynağını anlamak için merdivenlerden yukarı çıkarken görüntülenmesinde olduğu gibi.

Romandan kaynaklanan ama filmde de altı çizilen bir kadın karşıtlığı, daha doğrusu kadınlarla bir sorunu olan hikâye var karşımızda. Kadın karakterler ya düpedüz kötü ya da aciz. Erkeklerin bir içki masasında “izdivaç”ın hayatlarını nasıl kararttığı üzerine yaptığı konuşmalar da destekliyor bu havayı, Yusuf’un babasını “karısına bile” laf geçirememesi nedeni ile eleştirmesinde de. Elbette dönemin koşulları kısmen de olsa açıklıyor bu durumu ama hikâyenin baş karakterleri dahil hiçbir kadın karakterini ilgiye değer kılamaması önemli bir sorun. Bir dönem filmi olarak mekân ve kostüm çalışmalarında beklenenin üzerinde bir performans gösteren film (keşke tüm o kostümler terzinin elinden yeni çıkmış kadar ütülü ve temiz olmasaymış!), nerede ise sadece konuşanları duyduğumuz sıfır ortam sesi ile de rahatsız edebiliyor zaman zaman.

Özetle ortada bir başarı yok, hatta kaynak roman düşünüldüğünde bir başarısızlık da var. Üstelik kahramanımızın “eşkiya” olduğunu bile nerede ise hiç söyleyemeyen (12 Eylül darbesinin üzerinden henüz beş yıl geçmiş olduğunu hatırlamakta fayda var) film kahramanını hak ettiği şekilde getiremiyor karşımıza. Tüm bunlara rağmen, yukarıda sözü geçen birkaç güzel karesi, kostüm ve mekân çalışması ve en önemlisi Feyzi Tuna’nın başarıya dönüşememiş olsa da romana duyduğu sevgiyi yansıtan iyi niyeti için görülebilir bir çalışma bu.