Grâce à Dieu – François Ozon (2018)

“Kilise ile ilgili şüphe ve anlaşmazlıklarıma rağmen Tanrı’ya yakın kaldım ve çocuklarımı O’nun sevgisine olan inançla yetiştirdim. Yakın zamanda okulda başka bir babayla karşılaştım. İkimiz de Aziz Luc okulunda izciymişiz. Okuldan ve kamplardan konuştuk. Bana hâlâ kafamda dönüp duran soruyu sordu: Peder Preynat seni de elledi mi?”

Çocukken gittiği kilisede pederin tacizine uğrayan bir adamın adalet arayışının ve hem kilisenin hem kurbanların sessiz kalmasının yarattığı yükten kurtulma çabasının hikâyesi.

François Ozon’un senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa ve Belçika ortak yapımı. Gerçek bir olayı anlatan film Berlin’de Jüri Ödülü’nü kazanan, Katolik Kilisesi’nde yıllardır yaşanmakta olan ve hemen her gün bir yenisi ortaya çıkan pedofili vakalarından Fransa’da yaşanan bir örneğine gerekli hassasiyet ve ciddiyet ile yaklaşan, Ozon’un tercih ettiği sinema dili ile onun önceki yapıtlarından farklılaşarak şaşırtan ve bu açıdan Fransız sinemasından çok, Amerikan sinemasına yakın duran bir çalışma. Üzeri hep örtülmüş ve bu nedenle devamına da imkân tanınmış bir trajediyi gündeme saygıyı ve ilgiyi hak eden bir şekilde dile getirmeyi başaran yapıt dili ile belki Ozon’dan beklendiği kadar orijinal değil ama suçun bireysel yanı kadar, kurumsal boyutunu da göstermesi ile de önemli bir çalışma.

Ozon filmi yüksek bir yerde kurulu bir katedralin terasından tüm şehri kucaklayan bir görüntü ile açıyor ve bir din adamını elindeki haçı havaya kaldırırken görüyoruz. Hikâyenin meselesini çok iyi anlatan bir sembol bu görüntü; insanları egemenliği altında tutan ve olumlu/olumsuz yönleri ile gücünü onlar için (ya da onlara karşı) kullanan bir kurumun niteliğini hissetmenizi sağlıyor Ozon bu giriş ile. Hikâye 2014’te başlıyor; 40’lı yaşlarında, beş çocuk babası ve dindar bir adam olan Alexandre ve kendisi gibi inançlı yetiştirdiği ailesi ile tanışıyoruz öncelikle. Onun bir izci olduğu çocukluk yıllarında kilisede uğradığı taciz ve bu pedofili eyleminin faili olan pederin hâlâ çocuklarla çalıştığını öğrenmesi yüzünden giriştiği adalet arayışı olarak başlıyor hikâye. Ozon film ilerledikçe başka kurbanları da katıyor hikâyeye ama başta Alex odaklı ilerleyen gelişmeler daha sonra sırası ile iki ayrı kurbana kaydırıyor odağını. Senaryo bu üç ana karakteri -ortak bir mücadele içinde olmalarının da sağladığı durumla- oldukça doğal bir şekilde birbirine bağlamayı başarırken, onlar üzerinden büyük bir insanlık suçunu seyircinin ilgisini canlı tutacak biçimde aktarabiliyor seyirciye. Film tek tek bu bireylerin travmaları ve suçların fail(ler)i ile yüzleşmesini anlatırken; en az bir o kadar da, bir kurum olarak kilisenin ve kurbanların ailelerinin sessizliğinin bu suçlardaki payını hep merkezde tutuyor.

Ozon’un netameli bir konuyu görsel açıdan hep dikkatli ve hassasiyete saygı göstererek anlatırken, kurbanların cümleleri üzerinden seyirciyi rahatsız edebilecek bir açık dil kurması ilginç ve doğru bir seçim olmuş. Bu açıklığın görsellikte de tercih edilmesi çok daha rahatsız edici olabilir ve hatta filmin dert edindiği konunun da önüne geçebilirdi; bunun yerine, yaşananları kurbanların kendi dillerinden dinlemek rahatsız ediciliği olması gereken dozda tutmayı sağlıyor ve hikâyeye önemli bir katkı sağlıyor. Yönetmenin gazeteciliği hatırlatan bir dil tercih etmesi de benzer bir katkı sağlıyor filme ve bu açıdan Tom McCarthy’nin 2015 ABD yapımı “Spotlight” filmini (Boston’da yaşanan ve yine kilisenin karıştığı çocuk istismarlarını araştıran gazetecileri anlatıyordu bu yapıt) hatırlatıyor. Gerçekten de Ozon’un filmi sinema anlayışı açısından Amerikan sinemasının sorumlu ve olgun örnekleri ile oldukça önemli benzerlikler taşıyor. Bunu orijinallik açısından bir eksiklik olarak görebiliriz ama düşmeyen bir tempo, ana karakterlerinin her birine hak ettiği derinliği veren senaryo ve Amerikan sinemasının hikâye anlatma ustalığı bir araya gelmiş burada ve Ozon önemli bir başarı sağlamış bu sayede.

Pablo Larrain’in 2015 tarihli çarpıcı filmi, Şili yapımı “El Club” suçları arasında çocukların cinsel tacizi de bulunan dört din adamının hikâyesini odağına onları alarak anlatmıştı ve oldukça beğenilen bir yapıt çıkmıştı ortaya. Ozon ise suçun asıl faili olarak tek bir din adamını (ve sessizlikleri ile onu koruyan kilise kurumunu) gösterirken, kurbanların tarafından anlatıyor hikâyesini Lorrain’in aksine. Bu açıdan belki de peş peşe seyredilmesi gereken iki film bu Larrain ve Ozon yapıtları. Aslında Ozon kilise kadar, farklı gerekçelerle sessiz kalan aileleri de alıyor hikâyesinin merkezine ve bunun neden olduğu kalabalık karakter sayısına rağmen, yalın bir içerik elde ediyor takdiri hak eden bir ustalıkla. Oyuncuların da önemli bir payı var bu başarıda; üç ana kurbanı oynayan Melvil Poupaud (Alex), Denis Ménochet (François) ve Swann Arlaud (Emmanuel) her biri farklı travmaları ve acıları taşıyan, bu acılarla farklı şekillerle yüzleşen ya da yüzleşemeyen karakterlerini filmin genel havasına uygun bir sadeliği barındıran güçlü oyunlarla canlandırıyorlar. Ozon’un net ama provokasyondan sakınan dili ile uyumlu bir şekilde, oyuncular da duyguları abartmıyorlar tam da olması gerektiği gibi. Bulamadıkları ilahî adalete seküler sistem içinde ulaşmaya çalışan kurbanların hikâyesini ve gerçek bir olayı anlattığını hep aklında tutmuş görünen Ozon adeta bir araştırmacı gazeteci titizliği ile gerçekçi bir hava yarattığı için oyuncuların performansı da çok önemliydi ve onların başarısı tam da bu nedenle çok önemli.

Özelikle Alex’in, dinsel inancını yaşadıklarına ve bunlara kilisenin gösterdiği kayıtszlığa rağmen hâlâ canlı tutması filme ek bir boyut katıyor. Onun “Bunu kilise için yapıyorum, kiliseye karşı değil” sözleri ile Emmanuel’in “Güvenime ihanet ettiniz ve kiliseye giden binlerce insanın güvenine” haykırışını, oğlunun Alex’e sorduğu ama cevap alamadığı “Hâlâ Tanrı’ya inanıyor musun?” sorusu ile birlikte düşünmek gerekiyor. Kesin bir itaat bekleyen bir inancın, takipçilerini tam da en önemli dayanağı olan güvenden yoksun bıraktığında ne olur sorusu öne çıkıyor burada ve hikâye herkes için farklı olacak cevabı da seyirciye bırakıyor doğru bir şekilde. Ozon filmini çekerken pedofili suçlamasının odağındaki peder Preynat hakkında açılan dava devam ediyormuş ve onun, vizyona girmesini engelleme çabalarına rağmen yönetmen çekimleri kısmen gizililik içinde devam ettirerek, kilise sahnelerini Fransa yerine Belçika ve Lüksemburg’da gerçekleştirmiş. Kapanıştaki bilgilendirme yazısında sürdüğü belirtilen mahkeme ise 2020’de sonuçlanmış ve Preynat 5 yıl hapis cezası alırken, bir önceki yıl da kilise onun tüm unvanlarını iptal etmiş. İşlenen suçlar ve neden olunan kalıcı travmalar için oldukça küçük bir ceza olsa gerek bu.

Ozon’un sonlara doğru olan bir karakol sahnesinde “Spotlight” filminin duvarda asılı posterini de göstererek, içerik ve dil açısından aldığı ilhama göndermede bulunduğu film özellikle ilk yarısında, zaman zaman karakterlerin yazdıkları mektuplar üzerinden ilerleyerek de gazetecilik yaklaşımını benimsiyor bir bakıma. Burada önemli olan, Ozon’un nerede ise belgesel ile kurgu arasında bir noktada durarak anlattığı hikâyenin samimiyeti hakkında seyircide bir soru işareti bırakmamayı başarmış olması. Öfke ile de anlatılabilecek bir hikâyeyi bu kışkırtıcılıktan uzak durarak, acı dolu ama dizginlenmiş bir duygusallıkla dile getirmeyi tercih etmiş Ozon. Kuşkusuz öfkenin ağır bastığı bir dil ve içerik de seçilebilirdi ve mutlak bir yanlış da olmazdı bu sinema adına; ama Ozon kendi filmografisi içinde değerlendirildiğinde de farklı olan bir yolu tutturmuş.

Ne kadar iyi niyetli hareket edilirse edilsin, bir suçun (herhangi bir suçun) üzeri örtüldüğünde sadece kısa vadeli bir yarar sağlayabileceğini ama acılarının kurbanların tüm hayatlarını şu ya da bu ölçüde etkileyeceğini hatırlatan bir film çekmiş Ozon. Daha duygu dolu, sesi daha çok çıkan bir anlatım tercih edenler bir parça kuru bulabilir filmi belki ama kesinlikle başarılı ve sorumluluğunu bilen bir sonuç var ortada Ozon adına.

(“By the Grace of God” – “Yüzleşme”)

Gouttes D’eau Sur Pierres Brûlantes – François Ozon (2000)

“Herkes yatak odasına!’”

1970’lerde Almaya’da biri 50, diğeri 20 yaşındaki iki adamın içine eski sevgililerin de karıştığı aşklarının hikâyesi.

Alman sinemacı Rainer Werner Fassbinder’in 1966’da yazdığı “Tropfen auf Heisse Steine” adlı tiyaro oyunundan François Ozon’un uyarladığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Fassbinder’in henüz yirmi yaşındayken yazdığı oyundan uyarlanan filmin tamamı bir evin içinde ve toplam dört karakter arasında geçiyor. Cinselliğin, cinsel eğilimlerin, aşkın, sahiplen(il)menin, baştan çıkmanın ve çıkarmanın ve ilişkilerin hikâyesi olarak nitelendirebileceğimiz film komedi, dram ve romantizm arasında gidip gelirken, belki anlatılana uygun ama filmin atmosferi için sert olan finali dışında başarılı ve eğlenceli bir çalışma. İkisi erkek, ikisi kadın dört karakteri canlandıran oyunculardan özellikle Bernard Giraudeau ve Malik Zidi filmin uzun bir süre sadece ikisine yer vermesinin de avantajı ile öne çıkıyor ve hikâyeye büyük bir katkı sağlıyorlar. Gülmek (daha çok, gülümsemek aslında), hüzünlenmek ve düşünmek için çekici bir film bu ve sinema dili açısından çok önemli olmasa da görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

Filmin hemen tamamını Fransızca olarak çekse de karakterlerin isimlerini ve hikâyenin geçtiği yeri değiştirmemiş François Ozon ve hatta Franz adındaki genç adamı birkaç kez kendi kendine olsa da Almanca konuşturmuş. Seçtiği iki pop şarkısı da Almanca olmuş yönetmenin ve bu iki şarkı da harika sahnelerde kullanılmış. Alman şarkıcı Tony Holiday’den -orijinalini İtalyan Raffaella Carra’nın seslendirdiği- “Tanze Samba mit Mir” ve Fransız şarkıcı Françoise Hardy’nin Almanca olarak seslendirdiği “Träume”. Bu şarkıların ilkinde dört oyuncu çok eğlenceli ve kült olmuş bir sahnede toplu olarak dans ediyorlar ve sadece bu anlara tanık olmak için bile filmi görmeye değer kılıyorlar. Ozon’un şarkı seçimi, sahnenin mizanseni ve dansın koreografisi dört dörtlük tek kelime ile ve absürt denebilecek bir mizahın ve içeriğin nasıl doğal kılınabileceğini ve bir sahnenin filmin genel atmosferi ile nasıl mükemmel bir uyuma sahip olabileceğini kanıtlıyorlar bize. Hardy’in hüzünlü şarkısı da benzer bir biçimde, kullanıldığı sahnelerin içeriği ve Franz karakterinin kırlılganlığı ile çok uyumlu ve Ozon’un seçimlerinin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor bize. Sonuçta Fransızca çekse de filmini Ozon, Fassbinder’in ve oyununun Alman kültürünün parçası olmasına saygı gösterisini ihmal etmemiş bu seçimleri ile. Yönetmenin bu anılan şarkılar dışında Mahler, Handel ve Verdi’den seçtiği müziklerin de etkileyici olduğunu belirtelim bu arada.

Kaynak oyuna uygun olarak dört perdede anlatılmış hikâye ve ilk 3 perde gösterilen, son perde ise ima edilen bir sevişme ile bitirilmiş. İlk iki perde iki adamın ilişkisinin başlamasını ve ilerlemesini anlatırken; üçüncü perdede genç adamın eski kız arkadaşı, son perdede ise diğer erkeğin eski “kız” arkadaşı dahil oluyor hikâyeye. Ozon bu hikâyeyi dozunda bir eğlence ve dozunda bir dram (ve romantizm) ile anlatıyor ama finaldeki trajedi gereğinden sert bir hava veriyor filme. Gerçekçi olsa da bu finalde tanık olduğumuz, film karakterlerini tüm doğallıkları, eğlenceleri ve zayıflıkları ile bize sevdirdikten sonra bu final rahatsız ediyor açıkçası. Her ne kadar filmin büyük kısmı iki erkek arasında geçse de sadece onları değil, iki kadını da doyurucu bir biçimde tanıtabiliyor bize film ve onları da anlayabiliyor ve hislerini paylaşabiliyoruz. Filmin ve Ozon’un bir diğer başarısı da tümü tek ve kapalı bir mekanda geçen filminde saf tiyatronun değil, sinemanın da havasını taşıyan bir tiyatronun görüntüsünü getirebilmesi bize. Baştan çıkarmalar ve çıkarılmalar, tutkular ve unutulmalar, kararsızlıklar ve güçlü/zayıf egoların hikâyesini dozunda bir mizahla anlatan filmde Ozon’un alçak gönüllü stilizmi ve Jeanne Lapoirie’nin başarılı görüntü yönetmenliğinin eseri olan etkileyici çerçevelemeleri tek bir mekanda geçen eseri dinamik kılmaya yeterli oluyor. Kameranın nadiren dışarı çıktığı ve bunu yaptığında da sadece pencereden bakan karakterleri hoş bir kare içinde görüntülediği filmin sinema tadı ve havası yerinde kesinlikle.

Dozunda bir “edepsizlik” ile anlatıyor hikâyesini Ozon ve zaman zaman bir romantik seks komedisi havasına bürünen filmi hüzünlü bir cinsellik ile süslüyor. Açılış sahnesinin tümünde olgun erkeğin genç erkeği yavaş yavaş ısındırdığı ve baştan çıkardığı anları uçarı ve esprili ama aynı zamanda da tedirgin bir hüzünle çeken Ozon’un burada ürettiği erotik gerilimi hissetmemek mümkün değil. Bir düşün, bir fantezinin bir gerçeğe dönüşmesi ile sona eren bu bölüm filme çarpıcı bir açılış sağlıyor. Ozon kimi göndermelerle de filmin eğlencesini artırmış: Yukarıda bahsedilen dans sahnesinin Jean-Luc Godard’ın “Bande à Part” filmindeki ünlü dans sahnesine bir gönderme olduğu açık. Filmimizin genç adamı Franz’ın bir sahnede elinde gördüğümüz Heinz Konsalik kitabı da (“Liebe ist Starker als der Tod – Aşk Ölümden Güçlüdür”) baş karakterinin adı burada olduğu gibi Franz olan Fassbinder filmini (“Liebe ist Kälter als der Tod – Aşk Ölümden Soğuktur”) işaret ediyor olsa gerek.

Film finale doğru dört karakteri bir araya getirirken aşk, hayal kırıklığı, kıskançlık, erotizm, terk etme/edilme de bir araya geliyor ve bu hüzünlü ama kesinlikle yumuşak filme pek uymayan sertlikte bir trajediye doğru götürüyor karakterlerinden birini. Tek mekanda geçmenin yaratabileceği dezavantajının karşısına Pascaline Chavanne’ın kostüm tasarımları (1970’lerin havası siniyor filme bu kıyafetlerle) ve özellikle de Valérie Chemain’in etkileyici set tasarımlarını koyan filmi Ozon “Arzuları ile yüzleşemeyen” iki insanın hikâyesi olarak tanımlamış. Biz de filmi “yumuşak, erotik, kırılgan, eğlenceli ve trajik bir dans” olarak tanımlayalım ve Bernard Giraudeau, Malik Zidi, Ludivine Sagnier ve Anna Levine’in eğlenceli ve güçlü performanslar sundukları bu sinema eserini görülmesi gerekenler arasına yerleştirelim gönül rahatlığı ile.

(“Water Drops on Burning Rocks” – “Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları”)

Les Amants Criminels – François Ozon (1999)

“Benimle yatmak istemişti. Başına geleni hak etti. Harika birisin sen. Kimse benim için daha önce böyle bir şey yapmamıştı”

Bir cinayet işledikten sonra kaçan genç bir çiftin gittikleri ormanda tuhaf ve vahşi bir adamın eline düşmelerinin hikâyesi.

Marcia Romano ve Annabelle Perrichon’un da katkıda bulunduğu senaryosunu François Ozon’un yazdığı ve yine Ozon’un yönettiği bir Fransız filmi. Alman masal yazarları Grimm Kardeşler’in (Jacob ve Wilhelm Grimm) “Hansel ve Gretel” adlı masalından esinlenerek çekilen film bu masalın zaten sert olan içeriğini şiddetin dozunu artırarak ve cinselliği katarak daha da sert bir hale getiriyor. Bu cinayet ve seks filmi Ozon için farklı türler arasında bir gezinti yapma aracı olmuş ve ortaya ilginç ama finale yakın karşımıza çıkan sevişme sahnesinin bir örneği olduğu gibi bir parça ham denebilecek bir sonuç çıkmış.

Genç bir kadın ve genç bir erkek ve işledikleri vahşi cinayet, bu cinayetin arkasından cesedi gömmek için gittikleri ormanda bu kez kendilerinin birer kurbana dönüşmeleri ve adalet… Bu hikâyeyi geriye dönüşlerle anlatıyor Ozon ve cinayetin arkasındaki sırrı (ve yalanları) birer birer seyircinin önüne koyuyor. İki genç karakteri o tarihlerde sırası ile on sekiz ve yirmi beş yaşlarında olan Jérémie Renier ve Natacha Régnier’in tüm çekiciliklerini ve oyunculuk başarılarını katarak canlandırdıkları filmde cinsel güdü ve bu güdülerin karakterlerin eylem ve duygularını yönlendirmesi ön planda sürekli olarak ve Ozon özellikle Renier’in canlandırdığı Luc karakterinin cinsellik konusundaki kafa karışıklığını hikâyesinin en çekici unsurlarından biri olarak kullanıyor. Bu karakterin hem kadına hem de ormanda karşılaştıkları adama ve öldürdükleri genç adama olan yaklaşımı ve bakışları onun cinselliği konusunda sürekli olarak yeni sorular yaratırken; onun iki farklı karakter tarafından kendi amaçları için kullanılması da yine bu genç adamın naifliği ve cinselliği üzerinden gerçekleşiyor.

Bir cinayet ve ardından bir kuyumcu soygununa bulaşan genç adamın yüzündeki masum bakışı hep koruyan Ozon buna karşılık kadını ve ormandaki vahşiyi bir kötülük mekanizmasının parçaları olarak sunuyor bize. Böyle bakınca da, hikâyenin etrafındaki tüm kötülüklere karşın masumiyetini koruyan bir genç adamı anlattığını söylemek mümkün ama aynı genç adamın vahşi bir cinayette bıçağı defalarca kurbanına saplayan kişi olduğunu da söylemek gerek. Kadının “Bunu benim için yap, Luc. Aşkımız için yap!” sözleri asıl sorumlunun kim olduğunu ortaya koyuyor belki ama genç erkeğin finaldeki görüntüsünün de desteklediği masumiyetinin arkasında duruyor film. Ozon iftiralar üzerine kurulu bir gerekçe ile işlenen cinayetin asıl motivasyonunun “burjuva sıkıntısı” olduğunu ima ederek bir burjuva eleştirisi mi yapıyor emin değilim ama tüm olan bitenin Fransız filmlerine özgü bir “anlamsızlık” taşıdığı açık. Genç kadının genç adama söylediği “Çok heyecanlı değil mi maceramız? Hiçbir şey olmadığından şikâyet ederdin hep. Şimdi mutlu musun?” sözleri asıl mutlu olanın kadın olduğunu gösteren bir sahnede çıkıyor karşımıza ve öldürdükleri adamın Arap asıllı olmasını da eklersek, kadının kendisinden aşağı gördüğü bir kişiyi yok eden (onu hayatından çıkaran, görmezden gelen) bir burjuva olduğunu düşünebiliriz rahatlıkla. Arthur Rimbaud’nun şiirini ezberden okuyabilen kadının öznesi olduğu bir burjuva fantezisi olarak tanımlamak gerekiyor filmi belki de.

Ozon’un erkek bedenlerini daha cömertçe sergilediği film cinselliğin farklı sularında gezinirken, finaldeki ucuz sevişme sahnesi ile şaşırtıyor açıkçası. Ormandaki hayvanların bakışları altında gerçekleşen bu eylemi ucuz erotik filmlerin mizanseni ile çekerek kaba bir sahneye imza atmış ve her ne amaçladı ise ona da erişememiş sanki yönetmen. Adeta 1970’lerin bir “softcore film”inden bir sahne izliyorsunuz gibi hissediyorsunuz bu şelale altında öpüşme gibi klişelerle başlayan anlarda. Filmin genelinde hâkim olan özgün anlatım burada yerini klasik ve kaba bir anlayışa terk ediyor. Oysa zaman zaman karşımıza çıkan ve filme çekici bir hava katan şiirsellik ile çok daha farklı bir yere ulaşabilirmiş film.

İki başrol oyuncusunun sağlam performansları ile öne çıktığı ve ormanın vahşisi rolündeki
Miki Manojlovic’in de fiziğini karakterinin emrine çarpıcı bir biçimde verdiği film gerilimden fanteziye bir gençlik macerasından erotizme uzanan içeriği ile kesinlikle ilginç bir çalışma. Pierre Stoeber’in filmin türler arasındaki gezintisine uygun atmosferleri yakalayan görüntü çalışmasının da renk kattığı film, işlenen suçun “anlamsız”lığına getirdiği (ya da getirmediği) açıklama ile de ilgi çekebilir. Özetle, bu karanlık film seyrederken zaman zaman çekiciliği de içine alan bir havası olan ilginç bir sinema eseri ama bir şekilde tam oturmamış ve olgunlaştırılmamış görünen bir yanı olduğu da açık.

(“Criminal Lovers” – “Katil Aşıklar”)

Dans la Maison – François Ozon (2012)

“Ama mutlaka ihtiyaç duydukları bir şey vardır. İçeriye girmenin her zaman bir yolu vardır; her eve girmenin bir yolu vardır”

Bir arkadaşının evine ve hayatına “sızarak” hikâyeler yazmaya başlayan bir lise öğrencisinin ve onun yazdıklarından çok etkilenen edebiyat öğretmeninin hikâyesi.

1997’deki “Regarde la Mer” filminden başlayarak düzenli olarak neredeyse her yıl bir film çeken François Ozon’un 2012 tarihli bu çalışması aynı anda hem eğlenceli hem kışkırtıcı olmayı başarabilen keyifli bir sinema örneği. Oyuncularının performansı ve senaryosunun başarısı ile de dikkat çeken film Ozon’un en parlak işlerinden biri ve hikâye anlatmak üzerine seyirciyi düşünmeye çağırması ile de ayrıca ilgiyi hak ediyor.

Ünlü Fransız yazar Gustave Flaubert’in adını taşıyan lisedeki bir öğrenci ile onun edebiyat öğretmeninin gencin yazdığı hikâyeler üzerinden ilerleyen ilişkisini odağına alan filmin senaryosu röntgenciliği anlatır gibi başlayan ama bunun çok daha ötesine geçip gözetlenenlerin oluşturduğu ailenin içine sızmayı ve onların hayatının bir parçası olmayı ele alan bir içeriğe sahip. Yazarın anlattığı hikâyenin bir parçası olmasını, karakterlerinin hayatlarına gerçekten onların arasına karışarak müdahale etmesini ve tanık/neden olduklarını okuyucusuna aktarmasını ele alıyor filmimiz. Bu açıdan da tıpkı gencin lisesinin adının da vurguladığı gibi bir edebiyat filmi karşımızdaki bir yandan da. Öğretmenin ve eşinin gittikçe artan bir merakla okudukları ve yavaş yavaş parçası olmaya başladıkları bu hikâyeler, öğrenci ile öğretmen arasındaki karşılıklı kışkırtmaya malzeme oluştururken, filmin geneline göre biraz zayıf kalan final bu mücadelenin bir kazananı ve bir kaybedeni olduğunu da söylüyor bize.

Ozon’un Juan Mayorga’nın tiyatro oyunundan uyarladığı ama asla tiyatro havası vermeyen akıllıca kurgulanmış senaryosu bir yandan hafif bir görüntü sergilerken diğer yandan içerdiği ve içi çarpıcı bir biçimde doldurulmuş çatışmaları ile ciddi bir başarıya sahip. Evet, karakterler arasındaki çatışmaların çok önemli olduğu ve filme keyifli bir seyir zevki kattığı bir film bu. Öğrencinin anlattığı hikâyeler aracılığı ile öğretmenini (ve sonra da eşini) kışkırtarak yanına çektiği ve hatta büyülediği süreç zamanla ikili arasında yazın süreci üzerinden bir tartışmaya dönüşüyor. Ozon öğrenciyi evine sızdığı okul arkadaşı ile de bir çatışmanın içine yerleştiriyor. Kahramanımız zekâsını bir araç olarak kullanarak girdiği evdeki arkadaşı ile evdeki anne üzerinden ve kısa ve iç burkan bir sahnede tanık olduğumuz tek taraflı bir aşk üzerinden bir çatışmanın parçası oluyor. Ozon’un hikâye anlatma becerisi ile, öğretmen ile eşi ve okul arkadaşının annesi ile babası arasındaki çatışmalar da bir bir karşımıza gelirken, senaryo hem basit kalmayı hem çarpıcı olmayı başarabiliyor ilginç bir şekilde. Üstelik tüm bunları yaparken, en büyük katkısını öğretmeni canlandıran Fabrice Luchini’nin ustalıkla dizginlenmiş “komik” performansından alan bir eğlenceyi yaratmayı da başarıyor. Burada tüm oyunculara da bir selam göndermek gerekiyor aslında. Genç öğrenciyi canlandıran Ernst Umhauer zaman zaman yüzüne yerleştirdiği muzır gülümsemesi ile çok başarılı bir biçimde canlandırdığı ve hemen herkes için bir çekicilik nesnesine –hatta cinsel bir çekicilik denebilir buna- dönüşen kahramanının kışkırtıcı cazibesinde büyük bir pay sahibi. Öğretmenin eşini oynayan Kristin Scott Thomas, kahramanımızın arkadaşı rolündeki genç oyuncu Bastien Ughetto, onun “umutsuz ev kadını” annesini oynayan Emmanuelle Seigner ve eşi rolündeki Denis Ménochet de başarılı performansları ile filmin oyunculuk açısından da keyif vermesini sağlıyorlar seyirciye.

Ozon yalın bir sinema dili kullanırken, dozunda kullandığı kimi küçük oyunlarla seyircisini diri tutmayı ve eğlendirmeyi de başarmış. Zaman zaman seyirciye dönen oyuncular, gösterilen sahnenin içine girip karakterlerden biri ile konuşurken diğerine görünmez olan karakterler vs. gibi oyunlar Ozon’un beceri hanesine yazılmalı kesinlikle. Yine bir çeşit aile içine sızmayı anlatan “Match Point – Maç Sayısı” filmine göndermeden, finalde görüntünün tıpkı tiyatroda olduğu gibi kapanan bir perde görüntüsü ile silinmesine Ozon filmi çekerken kendisinin de hayli keyif aldığını hissettiriyor bize sürekli olarak. Philippe Rombi’nin çok doğru melodileri içeren piyano müziği eşliğinde anlatılan hikâye gizemli, kışkırtıcı, melankolik, kırılgan ve hayalperest yanları ile bu filmi kesinlikle görülmesi gereken eserlerin arasına yerleştiriyor. Hikaye anlatma, anlatılan hikâyeyi hayal etme -filmde ressamının anlattıkları ile hayal edilen tablolar gibi hem eğlenceli hem de konumuza çok yakışan bir gönderme de var- ve hikâyenin parçası olmak üzerine bir film bu ve Ozon’un filmografisindeki parlak örneklerin arasına ekleniyor. Kolayca yoldan çıkıp, seyircisinin de kaybolmasına neden olabilecek bir senaryodan çıkan parlak bir sinema örneği bu film özet olarak.

(“In The House” – “Evde”)