Domicile Conjugal – François Truffaut (1970)

“Benim için sadece kızın kendisi değil, ailesi de önemli: Babası, annesi. Ebeveynleri seviyorum… benim ebeveynlerim olmadıkları zaman”

Bir çiçekçide çalışan evli ve mutlu Antoine Doinel’in bir Japon kadınla tanışması ile bozulan düzeninin hikâyesi.

Fransız sinemacı François Truffaut’nun 1959’da “Les Quatre Cents Coups – 400 Darbe” ile sinema perdesinde ilk kez karşımıza çıkardığı ve toplamda beş filmde hayatının farklı aşamalarına tanıklık etmemizi sağladığı Antoine Doinel karakterinin üçüncü hikâyesi. Truffaut’nun “alter-ego”su olan Doinel karakteri bu macerasında mutlu bir evliliğin içindeyken bir Japon kadının etkisinde kalıyor ve tüm düzeni alt üst oluyor. Truffaut senaryosunu Claude de Givray ve Bernard Revon ile birlikte yazdığı filmde yine sinemasının tüm güzelliklerine sahip, baş karakterinin dayanılmaz çekiciliğinden bolca yararlanan, hafif ve uçarı ama aynı zamanda derinliği de olan bir sonuç elde etmiş. Sinema tarihinin usta yönetmenlerinden birinin aynı tarihin en unutulmaz karakterlerinden birini anlattığı bu film mutlaka görülmeyi hak ediyor.

Antoine Duhamel’in bir gerilim/korku havasının ağır bastığı (oysa hikâyede bu havayı gerektiren sadece bir gizemli karakter var) ama eğlenceye de göz kırpan müziği eşliğindeki jenerikle başlıyor film. Müzikte kemanın ağırlığını, Antoine Doinel’in eşi olan Christine Darbon Doinel’in küçük çocuklara keman dersi vermesi ile açıklayabileceğimiz film kadının yeni ve mutlu bir evliliği olduğunu hatırlatan bir sahne ile açılıyor. Manavın kendisine matmazel diye hitap etmesini, “matmazel değil, madam” tepkisi ile düzeltiyor. Evet, “Baisers Volés – Çalıntı Buseler” filminde tanıştığı Antoine Doinel ile evlenmiştir bu şirin genç kadın ve çok da mutludur. Antoine bir çiçekçide çalışmakta ve çiçekleri boyama işi yapmaktadır, bir yandan da “mutlak kırmızı”yı bulmaya çalışmaktadır. Bu ikilinin araya giren, daha doğrusu Antione’ın tüm o sevimli bencilliği ile hayatına soktuğu kadın çiftin mutluluğuna sekte vuracak ve onlarda da bizde de eski mutlu günlerine dönüp dönemeyecekleri konusunda merak ve endişe yaratacaktır.

Film temel olarak bir mutluluk-problem-mutluluk/mutsuzluk hikâyesi anlatıyor bize; bu bakımdan da oldukça basit ve yalın bir hikâyesi var. Hikâyeyi yan karakterlerle -ama onları pek derinleştirmeden- zenginleştirmeyi ve onu ilgili ya da ilgisiz çeşitli küçük mizah anları ile çekici kılmayı tercih etmiş Truffaut. Örneğin çiftimizle aynı apartmanda oturan “gizemli ve korkutucu adam” karakteri hikâyenin kendisi veya ana karakterlerimiz ile doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bir şekilde kullanılmış; ama bunun bir örneği olduğu gibi tüm bu unsurlardan bir cazibe yaratmayı başarmış yönetmen. Hikâyedeki mizah anları sadelikleri, doğallıkları ve elbette en çok da Jean Pierre Léaud’un tamamı ile kendisine ait kılmayı başardığı Antoine karakteri ile öne çıkıyor ve çoğunlukla gülümseme, zaman zaman da kahkaha ile karşılayacağınız içerikleri ile eğlendiriyorlar. Örneğin çocuğunun keman dersinin parasını vermeyi unutan ailelelerle mücadele yöntemi, Antoine’ı yolda çevirip sürekli borç isteyen adam, evinde kütüphane olmayan Antoine’ın -tam da karakterinin saflığı, naifliği ve sevimli bir kendine odaklılığı- ile kütüphane merdiveni satın alması, iş görüşmesinde İngilizce konuşan Doinel’in ciddî sevimliliği veya Japon sevgilinin geleneklerine uyarak yemeği yer sofrasında yemesinin neden olduğu sıkıntılar filme sürekli kılınmış bir keyifli hava veriyorlar.

Sinefil tanımlamasının en yakıştığı kişilerden biri olan ve “Günde üç film, haftada üç kitap ve muhteşem müzik beni ölene kadar mutlu etmeye yeter” diyen Truffaut’nun bu filminde başka filmlere veya sinemacılara göndermede bulunmuş olması çok doğal. Televizyona çıkan bir adamın Fransız oyuncu Delphine Seyrig’i ve onun Alain Resnais başyapıtı “L’Année Dernière à Marienbad – Geçen Yıl Marienbad’da”daki karakterini taklit etmesi ve yine Seyrig’in “Baisers Volés – Çalıntı Buseler” filmindeki repliklerini tekrarlaması, bir dış sahnede John Ford’un “Cheyenne Autumn – Baharda Hücum” filminin dev bir afişinin karşımıza çıkması ve metroda geçen bir sahnede usta Fransız sinemacı Jacques Tati’nin ölümsüz karakteri “Mösyö Hulot”nun ona has vücut dili ile kısa bir komedi ânının yaratıcısı olmasını örnek gösterebiliriz bu göndermelere. Kimi sahnelerin de Truffaut’nun çok beğendiği iki sinemacının (Alfred Hitchcock ve Ernst Lubitsch) tarzını hatırlattığını belirtelim son olarak.

Tıpkı Antione Doinel’in karakteri gibi hızlı ve kesik kesik ilerleyen ve daldan dala atlayan (bu bağlamda Truffaut’nun tarzı mı Doinel’in karakterini yarattı, yoksa tersi mi doğru bunun diye düşünebiliriz) filmdeki Japon sevgili gerçek olmasına rağmen, öte yandan tam da genç adamın hayalinde yaratacağı türden bir karakter. O yılların ünlü bir modeli olan Hiroko Matsumoto’nun sinemadaki tek filminde canlandırdığı bu egzotik kadınla ilgili iki sahnenin de (kendiliğinden açılan ve içlerindeki küçük kağıtlar düşen güller ve ihaneti öğrenen eşin kocasını karşıladığı andaki görünümü) desteklediği bu durum Antoine’ın kendine dönüklüğü ile de açıklanabilir elbette. “Sen benim kız kardeşim, kızım, annemsin” dediği karısından “Ben senin karın olmak istedim” cevabını alan kahramanımızın seçimlerini hep kendi hayatındaki eksikliklerine odaklanan bir şekilde yaptığının göstergesi olması da destekliyor bu görüşü.

Bir “Baisers Volés – Çalıntı Buseler” kadar çarpıcı ve güçlü değil bu film şüphesiz ve hatta Truffaut’nun kendisini tekrar etmeye başlamasının da örneklerinden biri olarak gösterilebilir belki. Yine de travmalı çocukluğundan sonra hâlâ büyümeye devam eden bir insanın, o sevimli Antoine Doinel karakterinin bu macerası da kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Daniel Ceccaldi’nin canlandırdığı Christine’in babasının da sinemanın en keyifli, rahat ve insanın kendisini yanında mutlaka huzurlu ve kaygısız hissedeceği karakterlerden biri olduğunu da hatırlatarak bu Truffaut filmini de gönül rahatlığı ile sinemanın önemli eserleri arasına koyabiliriz. Serinin önceki filmlerini hatırlatan tekrarlar içermesine rağmen hâlâ tazeliğini ve farklılığını koruyan ve Yeni Dalga’ya has bir uçarılığı ve arsızlığı da olan hoş ve keyifli bir film bu. Sadelikleri, gençlikleri ve doğal oyunları ile hikâyeye çok önemli katkılar sağlayan Jean-Pierre Leaud ve Claude Jade ikilisinin birbilerine ne kadar yakıştıklarını hatırlamak için de iyi bir fırsat.

(“Bed & Board” – “Aile Yuvası”)

Antoine et Colette – François Truffaut (1962)

“Kadın onu sadece bir arkadaşı olarak görüyordu. O ise bunun ya farkında değildi ya da bu durumdan hoşnuttu”

Kendisini sadece arkadaş olarak gören bir kadına aşık olan ve kadının ailesi tarafından da çok sevilen bir genç adamın hikâyesi.

Fransız yapımcı Pierre Roustang’ın beş ayrı ülkeden genç yönetmenlere çektirdiği filmlerle oluşturduğu ve “L’amour à Vingt Ans – Yirmisinde Aşk” adını taşıyan antoloji için Fransız yönetmen François Truffaut’nun çektiği kısa film. Diğer kısa filmleri Japon yönetmen Shintaro Shintarô Ishihara, Almanya’dan Marcel Ophüls, İtalyan Renzo Rossellini and Leh Andrzej Wajda’nın çektiği antoloji için Truffaut 1959 tarihli başyapıtı “Les Quatre Cents Coups – 400 Darbe” ile sinemaya armağan ettiği Antoine Doinel karakterinin ikinci hikâyesini anlatıyor bize. Truffaut’nun ilk yıllarının ve onu Yeni Dalga’nın yaratıcılarından biri yapan tadına doyulmaz dilinin tüm ögelerini taşıyan bu film onun en başarılı çalışmalarından da biri. Antoine Doinel’i yine Jean-Pierre Léaud’un canlandırdığı film Truffaut’nun kendi gençliğinden esintilerle oluşturduğu romantik, esprili, uçarı ve hüzünlü hikâyesi ile mutlaka görülmesi gerekli eserlerden biri.

Bölümleri birbirine Fransız sanatçı Henri Cartier-Bresson’un fotoğrafları ve Georges Delerue’nun müziği ile bağlanan antolojinin kimi eleştirmenlere göre en başarılı bölüm Truffaut’nunki. “400 Darbe” ile doğan Antoine Doinel karakterinin hikâyesini sinemadaki bu ikinci macerasından sonra üç ayrı filmde daha anlatmayı sürdürmüş Truffaut: “Baisers Volés – Çalınmış Buseler” (1968), “Domicile Conjugal – Aile Yuvası” (1970) ve “L’amour en Fuite – Kaçan Aşk” (1979). Bir bireyin çocukluğunu, ilk gençliğini, âşık olmasını, evlenmesini ve boşanmasını ince bir duyarlığı olan hikâyelerle getirdi karşımıza Truffaut. Antoine Doinel karakterini canlandıran ve Truffaut’nun “alter-ego”su olarak nitelendirilen usta oyuncu Jean-Pierre Léaud’un canlandırdığı rolle birlikte büyüdüğü ve Truffaut’nun da kendi kişisel hayatının ve kişisel gelişimi ve olgunlaşmasının izlerini yansıttığı bu beş film sinemanın en ilginç serilerinden de biri olsa gerek. Seri içindeki filmler Truffaut’nun hem sinema dilinin hem de hayatı algılayış biçiminin değişiminin izini sürebilmeye olanak tanıması ile de ayrıca önem taşıyan eserler.

Yarım saatlik bu kısa film Antoine Doinel’i 17 yaşındayken getiriyor karşımıza. Çalar saatin sesi ile uyanan genç adamı gösteren açılış sahnesi sadece filmin değil, Truffaut’nun serbest ve uçarı bir dili olan sinemasının da çok iyi bir özeti. Paris’teki bir sokak görünümünden kahramanımızın odasına geçen kamera onun yataktan kalkıp penceresini açması ve sokağa bakması ile sone erdiriyor bu açılış görüntülerini. Bir klasik müzik plağını pikabına koyan genç adamın ağzındaki -geceden kalma- izmarit ile ayağa kalkarak müziğin eşliğinde “fransız balkonu”ndan sokağa baktığı sahne çarpıcı bir Truffaut bölümü olarak belleklerde yer edecek güzellikte. Daha sonra Fransız aktör Henri Serre’in anlatıcı sesinden Antoine Doinel’i hatırlıyor ve tanıyoruz: “Antoine Doinel şimdi on yedisinde. Haylaz davranışları onu yargıcın önüne çıkardı. Evden kaçtıktan sonra, artık özgür hissediyor. Kendisine özenle bağımsız bir yaşam kurdu. Bir müzik âşığı olarak bir plak şirketinde iş buldu. Sonunda bir iş sahibi olarak kendi ayakları üzerinde durabilme düşünü gerçekleştirmişti”. Dış ses “özgür” kelimesini söylerken Doinel’i caddede koşarken göstermek, o kendisinin dışındaki tüm çalışanların kadın olduğu iş yerinde keyifle plakları kaplarına yerleştirirken arka plandan görünmeyen birilerinin taşıdığı koca bir sanatçı portresine yer vermek ve bu sahnede çalınan şarkıyı sürekli değiştirerek kaplarına koyulan farklı planlara göndermede bulunmak gibi küçük oyunlarla eğlenceli ve çekici sinemasının örneklerini veriyor Truffaut peş peşe.

Kahramanımızın çocukluk arkadaşı (“400 Darbe”den buraya taşınan René karakterini tüm kariyeri bu iki filmle sınırlı olan Patrick Auffay canlandırıyor) ile olan eski bir anısını hatırladığı sahnede görüntüyü küçültmek (perdenin geri kalanını siyah bir zemine dönüştürerek) veya büyütmek gibi küçük eğlencelerle devam eden filmde Antoine’ın bir klasik müzik konserinde Colette adındaki genç kadın ile ilk kez karşılaştığı sahne bu kısa filmin doruk noktalarından da biri. Kendisine âşık olmanın –cinsel bir boyuttan bağımsız olarak- kaçınılmaz olduğu bu sevimli ve naif gencin Colette ile tanışma çabası ve ona yakın olabilmek için yaptıkları (kendi evini terk edip, kızın yaşadığı evin karşısındaki bir otele taşınıyor kızın penceresini hep görebilmek için örneğin) kızı onu sadece bir iyi arkadaş olarak görmenin ötesine götüremiyor ne yazık ki. Hikâye hüzünlü bir şekilde sona ererken, siz de sinemanın bu en sıcak, en içten, en sevimli ve en “sarıp sarmalamak isteyeceğiniz” karakterlerinden birinin duygularını aynen hissediyorsunuz. Genç kadın erkek arkadaşı ile evden ayrılırken, Antoine’ın evde kalıp kızın ailesi ile mandalina yiyerek televizyon seyretmesi kadar, aynı anda eğlence, hüzün ve “hayat devam edecek” samimiyeti içiren pek az sahne vardır herhalde sinema tarihinde.

Cartier-Bresson’un olağanüstü güzellikteki “Paris ve aşk” fotoğrafları ve bu görüntülere eşlik eden şarkının (Xavier Depraz’ın seslendirdiği, Georges Delerue’nun müthiş bir güzelliği olan şarkısı “L’amour à Vingt Ans – Yirmisinde Aşk”) genç bir âşık olmayı çok iyi anlatan sözleri ile son bulan hikâye Truffaut’nun alçak gönüllü başyapıtlarından biri. Bu sözlerdeki (“Dünya gençleri / Âşık olurlar / Doğudan batıya kuzeyden güneye / Kırmızı bir elmaymış gibi / Isırırlar hayatı / Elmanın suyu ağızlarından sızar / Öpücükler ve kalp acısı / Tanışılır ve sonra ayrılırlar / Elini ver bana / İşte, al kalbimi / Acı ile de bitebilir / Mutluluk ile de / Şefkatli ve zalim / Çoktur gençlerin düşleri / Yürürlerken ikişer ikişer hayatın yollarında / Kendi şarkılarını söylerler / Âşıkken yirmisinde) kadar zarif, dokunaklı, gerçekçi ve düşsel bir kısa film bu ve pek çok Truffaut filmi için için rahatlıkla kullanılabilecek bir ifade ile bir başyapıt. Antoine’ın özgürlüğünü ve bağımsızlığını coşku ile kutlayan, bir yandan da onun çocukluğunda sahip olamadığı mutlu aile ortamını özleyişini hüzünle dile getiren bu kısa film Colette rolündeki Marie-France Pisier’in zarifliği ve çekici bir sadeliğe sahip oyunculuğu ve Raoul Cotard’ın Paris’in aşk havasını ve karakterlerinin uçarılığını yakalan siyah-beyaz görüntüleri ile de değer kazanan, kesinlikle görülmesi gereken bir çalışma. Antoine rolündeki Jean-Pierre Léaud’un hikâyeye ve karaktere kattığı ise her türlü övgünün üzerinde elbette.

(“Antoine and Colette”)

La Peau Douce – François Truffaut (1964)

“Öğrendim ki erkeklerin mutsuzluğu kendilerine ait odalarında sakin kalamamalarından kaynaklanıyor”

Küçük bir kızı da olan evli bir yayımcının tesadüfen tanıştığı bir hostesle yasak aşkının hikâyesi.

Senaryosunu François Truffaut ve Jean-Louis Richard’ın yazdığı ve Truffaut’nun yönettiği bir Fransa-Portekiz ortak yapımı. Yönetmenin senaryosunu bir gazetede okuduğu haberden yola çıkarak hazırladığı film onun büyük ilgi toplayan ilk eserlerinin (“Les Quatre Cents Coups – 400 Darbe”, “Jules et Jim – Unutulmayan Sevgili” vs.) gölgesinde kalan, 1964’te Cannes’da gösterildiğinde pek beğenilmeyen ve gişede de kayda değer bir başarı sağlayamayan bir çalışma olmuş. Bir kısmı Portekiz’de, Fransa’daki sahnelerinin bir kısmı ise Truffaut’nun kendi evinde çekilen film bugün ise hayranları olan ve zamanında haksızlık edildiği düşünülen bir eser olarak dikkat çekiyor. Yeni Dalga akımının örneklerinden biri olan çalışma o akımın izlerini taşıdığı gibi daha kurallı bir sinemaya yakınlığı ile de kendisini gösteren ve yönetmenin Hitchcock hayranlığından esintiler de içeren bir film. “Orta yaşlı bir adam, karısı ve genç sevgilisi hikâyesi” sinemada çok anlatıldı kuşkusuz; ama bu film şaşırtan sonu, Truffaut’nun özgün sinemasının dokunuşları ve oyuncularının başarısı ile ayrılıyor benzerlerinden ve görülmeyi kesinlikle hak eden bir çalışma oluyor.

Filmin zamanında yeterince ilgi görmemesinin temel nedeni belki de Truffaut’nun önceki filmlerinde yakaladığı ve sinemaya yeni bir soluk getiren özgünlükten uzak görünmesi; bir başka ifade ile söylersek, filmin yüksek beklentiyi karşılayamamış olması neden olmuş bu tepkiye. Evet, belki çok özgün bir film değil bu ve Truffaut’nun önceki filmlerinin çarpıcı farklılığını taşımıyor ama zarif anlatımı, yalın hikâyesini bir şekilde ilgi çekici kılmayı başarması ve çarpıcı sonuna seyirciyi akılıca hazırlaması kesinlikle önemli kılıyor bu çalışmayı.

Fransız Le Figaro gazetesinin “Müziğin Mozart’ı” olarak adlandırdığı Georges Delerue’nün müziğinin eşlik ettiği ve birbirlerine dokunan iki farklı insanın ellerinin görüntüsü ile açılıyor film. Ellerden biri parmağındaki yüzükten evli olduğunu anladığımız bir erkeğe, diğeri ise bir kadına ait. Raoul Coutard’ın görüntülediği bu hareketli eller bir aşkın ve cinselliğin iması olurken, seyredeceğimiz hikâye için de önemli ip uçları veriyorlar bize. Delerue’nün Hitchcock filmlerine de yakışacak bir havası olan ve zaman zaman gerilim tonlarına da (Uçağa yetişme telaşına tanık olduğumuz bölümdeki gibi bazı anlarda zorlama bir gerilim yaratmış Truffaut açıkçası) bürünen meloedilerinin eşlik ettiği hikâye Balzac üzerine bir konferans vermek ve bu yazar üzerine yazdığı kitabı tanıtmak için Lizbon’a giden bir yayımcının uçakta tanıştığı bir hostesle olan yasak ilişkisini ve bu ilişkiye üç farklı karakterin (adam, karısı ve hostes) verdiği tepkileri anlatıyor bize temel olarak. Kısacası evli bir erkeğin karısını aldatma hikâyesi seyrettiğimiz. Adam ile hostes kadının uçaktaki ilk göz göze gelme anlarından başlayarak Truffaut bize bir ilişkinin başlayacağını hissettiriyor ve örneğin kadının uçakta iniş öncesi ayakkabılarını değiştirme sahnesinde olduğu gibi ilişkinin sahip olduğu kışkırtıcılığı da zarif bir şekilde sergiliyor.

Film bir adamın aldatmayı “becerememesi”ni de anlatıyor bir bakıma. Oldukça ihtiyatsız ve acemi davranan adamın bu beceriksizliği karakterlerden ikisi için trajik bir sona yol açacaktır üstelik ve hikâye trajik sonu ile aslında bir “başarısızlık hikâyesi” olduğunu vurgulamaktan da çekinmeyecektir. Tüm hikâye boyunca yaşananlar (adamın kadınla yalnız kalabilmek için giriştiği ve kimi zaman acınası bir gülünçlük içeren oyunlar, odaların saatlik/gecelik kiralanabildiği bir evde hissedilen mahcubiyet, inkâr etme sahnesindeki acemilik vs.) adamın sonuna da hazırlıyor bizi doğru bir şekilde. Film adam ile sevgilisi arasındaki aşkı ve yakınlığı kimi zarif sahnelerle anlatırken bir uyumsuzluğu da hep gündemde tutmaktan geri kalmıyor. Örneğin kızın kot giymesine verilen tepki, bir restoranda kızın yüksek sesle konuşmasından duyulan rahatsızlık veya kızın tek başına dans etmesi bir uyum eksikliğini canlı tutuyor ilişkinin başından itibaren. Bunu da katarak, hikâyenin bir aldatma hikâyesinden çok, bir aldatmayı yürütememe hikâyesi olduğu söylenebilir rahatlıkla. İşte bu hikâyeyi anlatırken bir ahlâk dersinin peşine düşmüyor Truffaut. Burada ilginç bir not düşmekte yarar var: Farklı bir şehirde André Gide üzerine bir konuşma yapma davetini sevgilisi ile baş başa kalabilmek için kabul eder adam ve konuşma bir belgesel filmin gösteriminin öncesinde yapılacaktır. Gösterilecek film Marc Allégret’nin “Avec André Gide” adlı belgeselidir ve bu ünlü Fransız yazar (Gide) hayatı boyunca iki farklı kişilik özelliğinin (yetiştirilme tarzından kaynaklanan Protestan tutuculuk ve doğasından kaynaklanan (eş)cinsel karakteri) arasında kalmış ve eserlerinde de ahlâki sorgulamalara girişmiş bir sanatçı. Truffaut’nun özellikle bu yazarı anlatan bir filmi seçmiş olması belki de hikâyesinin baş karakterinin bu türden bir ahlâki sorgulamaya uzun bir süre hiç girişmemiş olmasının altını çizmek içindir.

Truffaut çok fazla biçimsel oyunlara başvurmuyor filmde ama Hitchcock etkisinin damgasını vurduğu tüm bir son bölüm ya da kimi sembolik unsurlarla bir farklılık yaratıyor. İkincisine örnek olarak ışığı açma ve kapatma sahnelerini gösterebiliriz. Karısının onu gafil avladığı bir sahnede ışığın aniden yakılmasından karakterlerin bulundukları odaların ışıklarını sürekli açar veya kaparken gösterilmelerine kadar Truffaut bu hareketleri açıklık ile gizlilik veya mutluluk ile mutsuzluğun sembolleri olarak değerlendirmiş gibi görünüyor. Yoruma açık bir başka kullanım şekli ise, iki farklı kadının iki farklı sahnede peşlerine düşen ve askıntılık eden erkeklere verdiği tepkilerin farklılığı: Hostes ısrarla peşinden gezinen adamdan kaçarken, adamın karısı oldukça sert bir tepki veriyor erkeğe.

Başrollerdeki Jean Desailly, üç yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybeden Françoise Dorléac ve Nelly Benedetti’nin rollerinin hakkını verdikleri ve Truffaut’nun Alfred Hitchcock’un yanında Claude Chabrol ve Éric Rohmer’den de izleri taşıdığı film 40 yaşlarında bir adamın yönetemediği duygularının yol açtıklarını uygun bir dozda soğukluğu da barındıran bir şekilde anlatan bir çalışma. Zamanında haksızlığa uğrasa da bugün değeri daha iyi bilinen bu Truffaut filmini görmekte yarar var.

(“The Soft Skin” – “Yumuşak Ten”)

La Sirène du Mississipi – François Truffaut (1969)

lasirene-mississippi

“Onunla mutlu muyum bilmiyorum ama onsuz yaşayamayacağımı biliyorum”

 

Bir gönül postası ilanı aracılığı ile tanımadığı bir kadınla evlenen zengin bir adamın değişen hayatının hikâyesi.

 

Benim favorilerimden biri olan “Baisers Volés” filminin ardından çektiği ve Truffaut’unun filmografisinde öne çık(ama)mış bir çalışma. Filmi kabaca –filmdeki diyaloglara referans vererek- “öküz olmaktansa salak olmayı tercih eden bir adamla” “parayı seviyorum, kazanmayı değil kullanmayı” diyen bir kadının hikâyesi olarak özetlemek mümkün. Karizması yerinde bir Belmondo ile gençliği ve bugün hala yerli yerinde olan cazibesi ile Deneuve ikilisini bir arada görmek başlı başına bir heyecen nedeni ama Truffaut senaryosunu bir romandan uyarladığı bu filmde formunun zirvesinde görünmüyor.

 

Hayranı olduğu Hitchcok’un tarzında bir filmi yapmayı amaçlamış Truffaut ve daha önce ve sonra da onunla çalışmış olan Antoine Duhamel’in müziği de bu yaratılmak istenen atmosferi destekliyor. Neden filmin başyapıt düzeyine çıkamadığını izah edebilecek birkaç husus var. Öncelikle senaryo önce bir gizemin hikâyesi gibi başlıyor ama kısa sürede bu gizemi önce bize sonra filmin karakterlerine açık ediyor. Ardından yeterince iyi işlenememiş bir tutku ve suç hikâyesine dönüşüyor. Diyaloglar da bir parça fazla Avrupalı gibi. Anlattığı tutkunun oluşumu ve devamı için yeterince ipucu vermemesi de bir başka eksi yanı.

 

Tüm bunlara rağmen bir Tuffaut filmi kaçırılmaması gereken bir tecrübedir. Jean Renoir’a ithaf ettiği bu film de başarılı görüntü çalışması, sinemanın unuttuğu bir şeyi, hikâye anlatmayı önemsemesi, sahnenin atmosferine uyan kamera açıları, sinemasal referansları (bir diyalogun içinde yer alan “Love in the Afternoon”, Truffaut’nun da içinde yer aldığı Yeni Dalgacıların favorisi Nicholas Ray’in sinemada seyredilen “Jonny Guitar” filmi), aşkın hâkim olduğu anlarda sizli, tedirginlik ve didişmenin hakim olduğu anlarda senli konuşma inceliği ve şömine önündeki aşk ilânı sahnesi ile görülmesi gerekli Truffaut çalışmalarından biri. Kameranın bazen kayarak bazen varlığını hissettirecek derecede ve seyircinin doğal bakışını takip eden hızla hareket etmesi ve perdedeki görüntüyü odak noktasını vurgulamak için küçültmesi (ve bu anlamda erken dönem Truffaut filmlerini ve onun hayranı olduğu Amerikan B sınıfı filmlerini hatırlatması) Yeni Dalga’nın o keyifli günlerini de getiriyor bize. “Her şey kötü bitse bile sizi tanıdığıma mutluyum” diyebilen herkes için.

(“Mississippi Mermaid” – “Evlenmekten Korkmuyorum”)