A Man for All Seasons – Fred Zinnemann (1966)

“Kimileri dünya yuvarlak diyor, kimileri düz. Tartışmaya açık bir mesele. Ama eğer düzse, kralın buyruğuyla yuvarlak olur mu? Ya da eğer yuvarlaksa, kralın buyruğu düz yapar mı onu?”

Boşanmasını onaylamayan Katolik Kilisesi’ni ret ederek kendisinin başı olduğu İngiltere Kilisesi’ni kuran Kral VIII. Henry’e talep ettiği onayı vermeyen Thomas More’un hikâyesi.

Robert Bolt’un kendi oyunundan uyarladığı, yönetmenliğini Fred Zinnemann’ın üstlendiği bir Birleşik Krallık yapımı. 8 dalda aday olduğu Oscar’ı altı dalda (Film, Yönetmen, Kostüm Tasarımı (Renkli), Erkek Oyuncu, Görüntü (Renkli) ve Uyarlama Senaryo) kazanan film iki dalda ise (Yardımcı Erkek ve Kadın Oyuncular) adaylıkla yetinmişti. Yönetmen olarak 7 kez Oscar’a aday olan Zinnemann’ın ikinci ve son kez bu ödülü aldığı film çok sıkı bir oyuncu kadrosu ve kadrodaki her bir oyuncunun sağlam performansları, bir oyundan uyarlanmış olmasına rağmen sahip olduğu sinema duygusu, konuşma ağırlıklı bir çalışma olmasına ve bir aksiyon içermemesine rağmen iki saatlik süresini hiçbir şekilde hissettirmeyen akıcılığı ve elbette tarihsel bir gerçeği ele alan içeriği ile keyifli bir sinema eseri. Zinnemann’ın sadeliği koruyarak elde ettiği ve klasik sinemanın iyi örneklerinden biri olan mizansen çalışması da takdiri hak eden film kanunlara ve prensiplerine “sonuna kadar” bağlı kalan bir adamın direnişini anlatarak sadece geçmişe değil, bugün yaşananlara da ışık tutan önemli bir yapıt.

Thomas More’u canlandıran ve rolü ile Oscar alan Paul Scofield’a eşlik eden kadro sağlamlığı ile göz dolduruyor. Her ikisi de Oscar’a aday olan Robert Shaw ve Wendy Hiller, Orson Welles, Leo McKern, Susannah York, sinemadaki ilk rollerinden birindeki John Hurt, Nigel Davenport, Corin Redgrave ve hatta çok kısa bir rolde Vanessa Redgrave. Sadece bu isimler bile Zinnemann’ın kariyerindeki en önemli eserlerden biri olan bu filmi görmek için yeterli olmalı. Heybetli vücudu ile Orson Welles’i Kardinal Wolsey rolünde henüz açılışta gördüğünüz film doğal olarak önemli bir avantajla başlıyor ve iki saat boyunca da bu avantajını hep koruyor. Ödülü “Who’s Afraid of Virginia Woolf” (Kim Korkar Hain Kurttan) ile Richard Burton’ın alacağından emin olduğu için Oscar törenine katılmaya gerek duymayan ama ödülü kazanan Paul Scofield Hollywoodvari gösterişli performanslara çok uygun bir rolde tam tersine sade ama bu sadelik ile taban tabana zıt bir gücü olan oyunculuğu ile göz dolduruyor ve daha önce tiyatroda canlandırdığı karakteri sinemanın tüm gerekliliklerini tam anlamı ile karşılayarak taşıyor beyazperdeye. Kadrodaki tüm diğer oyuncular da; kralı oynayan Robert Shaw, More’un eşini canlandıran Wendy Hiller ve hikâyenin başında More’a yanaşmaya çalışan ama sonra onun trajik kaderinde önemli bir rol oynayan Richard Rich rolünde John Hurt başta olmak üzere tam bir takım performansı ile Scofield’a eşlik ediyorlar. Tümü doğal, sağlam ve karakterlerini gerçek kılan bu performanslar sinemanın insan doğasını en iyi yansıtan araçlardan biri olduğunu hatırlatıyor bize bir kez daha.

Filmin ilk birkaç dakikası konuşmasız geçiyor ama Kardinal Wolsey’den More’a giden bir mektuba tanık olduğumuz bu bölümün ardından gelen hikâyenin hemen her anında karakterlerin konuştuğuna tanık oluyoruz sürekli olarak. Ne var ki Robert Bolt’un kendi oyunundan sinemaya taşıdığı diyaloglar çok doyurucu ve doğal ile güçlü sıfatlarını birlikte hak eden içerikleri ile kolayca yorucu (ve hatta ortalama bir seyirci için sıkıcı) olabilecek havadan kesinlikle uzak tutuyorlar seyirciyi. Oysa hikâye güçlü ve “Oscarlık performans”larda sıklıkla karşılaştığımız parlak hitabetlere uygun sözlere de hayli müsait; ama Bolt’un senaryosu bundan doğru bir mesafe uzakta duruyor genellikle ve karakterlerin konuşmalarını doğal ve gerçek kılıyor. Zinnemann’ın yönetmenliği de aynı anlayışa sahip; örneğin sonlardaki yargılama sahnesinde Paul Scofield’a yakın planlarla yaklaşıp sahnenin dramatik etkileyiciliğinin altını kalın çizgilerle çizmek yerine sık sık tüm mahkeme salonunu getiriyor görüntüye ve seyirciyi More karakteri ile kaba bir biçimde özdeşleştirmek yerine o duruşma ânının tanıklarından biri haline getirmeyi tercih ediyor. Yönetmen genel olarak tüm hikâyeye bu şekilde yaklaşmış ve adeta anlattığı gerçek olayın sahiciliğine zarar getirmemeye özen göstermiş. Buna karşılık bu tercih Zinnemann’ın kendisinden bir şey katmadığı anlamına gelmemeli; aksine usta sinemacı her bir kareyi doğal kılacak ve bizi o ânın içine yerleştirecek kamera açıları ve görüntü tercihleri ile hikâyesine göstermesi gereken saygıyı hep muhafaza ediyor. Ted Moore’un görüntü çalışması da destekliyor yönetmenin anlayışını ve sadelikle oluşturulan küçük oyunlarla etkileyiciliği yakalıyor. Örneğin Kardinal Wolsey’nin kırmızı kıyafeti içindeki her bir görüntüsü bir klasik tablonun anlayışı ile oluşturulmuş ve hikâyenin geçtiği döneme de yakışan bir seçim olmuş bu.

Filmdeki doğru noktalardan biri tarihteki önemli karakterlerden birinin tüm biyografisini anlatmaya soyunarak ve iki saate sığmayacak bir hayatı o süreye sıkıştırmaya çalışarak yüzeysel bir değinme ile yetinmek yerine, bize More’un karakterini anlatacak ve onun kişisel kaderini olduğu kadar, inançlı ve prensipli olmanın sonuçlarını gösterecek bir hikâye üzerinden ilerlemek. Bolt’un oyunundan gelen bir artı nokta bu elbette ama onun, oyununu senaryolaştırırken (yazar pek çok değişiklik yapmış oyununda; örneğin oyundaki anlatıcıyı yok ederek onun rolünü farklı karakterlere dağıtmış) bu konsantrasyonu koruması ve seyircinin temel olarak bir adamın, trajedisine yol açsa da inancından vazgeçmemesine odaklanmasını sağlaması çok önemli. Kralın kendisine bir erkek çocuk veremeyen karısından boşanmasını ve metresi ile evlenmesini onaylamasını sağlamak için Vatikan’a başvurmayı ret eden ve kralın kurduğu ve başına geçtiği kiliseden aldığı onayın altına imza atmayı kabul etmeyen adamın bu tutumunun ülkede kaosa neden olacağı söylendiğinde verdiği cevap bu sayede daha anlaşılır ve önemli oluyor seyirci için: “Bence devlet adamları resmî görevleri uğruna, vicdanlarını göz ardı ederlerse ülkelerini asıl o zaman en kısa yoldan kargaşanın kucağına atarlar”. More’u özellikle iyi göstermeye çalışmıyor film ama etrafındaki tüm kaypaklık ve çıkarcılığın karşısında -neredeyse kibirli olarak algılanabilecek bir şekilde- doğru olduğuna inandığından asla ayrılmamasını değerli bulduğunu hissettiriyor.

Hikâye More’un davranışı kadar onun cesaretine ve dürüstlüğüne sahip olmayanlarınkini de göstererek kahramanının seçimini daha değerli kılıyor. Rich karakterinin masumiyetini yavaş yavaş yitirerek (gittikçe daha da görkemli olan kıyafetleri bu dönüşümün sembolü olarak kullanılıyor), makam hırsı sonucunda geldiği nokta ile More’un bulunduğu noktadan hiç ayrılmaması üzerinden etkileyici bir zıtlık oluşturuyor film. Fransız felsefeci Roland Barthes’in “Faşizm konuşmayı engellemez, konuşmaya zorlar” sözünü doğrular şekilde sessiz kalmanın da kurtarmadığı More’un hikâyesini anlatan film bugünün ölçülerine göre ve “Game of Thrones” gibi eserlere alışık seyirciler için bir parça kuru ve fazla konuşmalı görünebilir ve hatta Zinnemann’ın yönetmenliği bir parça fazla mesafeli gibi durabilir ama klasik sinemanın önemli ve görülmesi gerekli yapıtlarından biri bu kesinlikle.

(“Her Devrin Adamı”)

The Day of the Jackal – Fred Zinnemann (1973)

The_Day_of_the_Jackal“Biz terörist değiliz, vatanseveriz. Cezayir’de savaşırken ölen askerlere karşı sorumluluğumuz var… ve hep orada yaşamış üç milyon Fransız vatandaşına karşı”

Fransız cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün Cezayir’in bağımsızlığını kabul etme planına karşı harekete geçen ve üyelerinin bir kısmı eski askerlerden oluşan bir örgütün başkanı öldürtmek için kiraladığı bir suikastçinin hikâyesi.

Fred Zinnemann’dan İngiltere – Fransa – İtalya ortak yapımı olarak çekilen bir Frederic Forsyth uyarlaması. Yazarın aynı adlı kitabından yola çıkarak, senaryosunu Kenneth Ross’un yazdığı film bir parça eskimiş gibi görünse de çok etkileyici biçimde kullanılan klasik dili, ödüllü kurgusu ve günümüzün abartılmış vurdulu kırdılı aksiyon filmlerine hayli ters düşen ve iyi ki öyle olan yalınlığı ile kesinlikle başarılı bir çalışma. Aksiyonu ihmal etmeden asıl olarak karakterlere ve olay örgüsüne odaklanan çalışma, günümüz sinemasında maalesef artık yapılmayan türden bir sinema eseri olarak görülmeyi hak ediyor.

Venezüelalı bir “terörist” olan ve “Çakal” veya “Çakal Carlos” lakapları ile tanınan Ilich Ramírez Sánchez’e bu lakabı onun eşyaları arasında Forsyth’ın filme konu olan kitabını gören bir Guardian gazetesi muhabirinin taktığı söylenir. Halen Fransa’da cezaevinde olan “Çakal”ın adını aldığı işte bu kitabın sinema uyarlaması, kaynak kitabın yapısını takip ederek soğukkanlı bir suikastçinin De Gaulle’ü öldürme girişiminin hazırlıklarını, onun peşine düşen polislerin amansız ve zamana karşı takibini, suikast gününü ve kısa bir epilog bölümünü anlatıyor temel olarak. Filmin temel başarılarından biri akıllı ve sade bir kurgu ile bu bölümleri zaman zaman paralel biçimde de anlatarak hikâyenin tamamını ve karakterlerini seyirciye ustalıklı bir şekilde aktarabilmesi. Hem sahnelerin kendi içinde hem de bu bölümler ve paralel gelişen olaylar arasındaki geçişler gerçekten çok başarılı. İşin ilginç ve asıl takdir gerektiren yanı da kurgu oyunlarına, zorlama bir dinamizme başvurmadan başarması filmin bunu. Biri bu filmle olmak üzere üç kez Oscar’a aday olup ödülü hiç alamayan kurgucu Ralph Kemplen çalışması ile filmin başarısındaki asıl pay sahiplerinden biri olmuş kesinlikle. Yönetmen Zinnemann’ın kariyerinin son dönemlerinde çektiği filmde sade mizanseninin ve öne çıkarmadan yaratmayı başardığı heyecan ve gerilim duygusunun da filme ciddi katkısı olmuş. Suikast denemesinin sonucunun ne olacağını bilen seyircinin buna rağmen hikâyeyi merak duygusu ile izleyebilmesi onun becerisinden kaynaklanıyor kuşkusuz.

OAS adındaki aşırı sağcı ve paramiliter gerçek bir örgütün Fransa’nın Cezayir’e yıllar süren silahlı mücadeleden sonra bağımsızlığı verme kararına karşı De Gaulle’e karşı gerçekleştirdiği gerçek bir suikast denemesini göstererek başlıyor ve sonrasında tamamen kurgulanmış bir hikâye anlatıyor bize. Örgüt İngiliz bir suikastçi ile anlaşıyor yeni suikast girişimi için ve sonrasında keyifle seyredilen bir hikâye başlıyor filmde. Edward Fox’un nerede ise -bildiğimiz anlamda- oynamasına gerek kalmayacak bir karakteri ustalıkla canlandırdığı ve “oynamadan” müthiş bir gerçekçiliği elde etmeyi başardığı film onun “How, where, when – Nasıl, nerede, ne zaman” başlıklı planını ve bunun için yaptığı tüm hazırlıklara odaklanıyor öncelikle, sonra yavaş yavaş peşine düşen polis güçleri ve onların takibi öne çıkmaya başlıyor; hikâye bu ikisini ustaca paralel bir biçimde anlatırken son bölümde suikast gününde olanlar ekleniyor bunlara. Abartısız bir ritim duygusuna sahip olan kurgu hiçbir anında aksamadan ve onca karakteri ve olan biteni hiçbir şekilde kafa karıştırmaya soyunmadan getiriyor karşımıza. İşini tam bir profesyonellikle yapan suikastçiyi kötü veya iyi göstermeye girişmiyor film; aksine tıpkı onun işini yaptığına benzer bir şekilde gayet profesyonelce yapıyor işini ve bu “profesyonel soğukluğu” ile ilginç bir çekicilik üretmeyi başarıyor. Evet, zaman zaman filmin “eski” olduğunu hissediyorsunuz ama üzerinden geçen kırk üç yılı düşündüğümüzde pek de rahatsız etmiyor bu eskime durumu. Bilgisayarın olmadığı, iletişim araçlarının bugünkülerle kıyaslandığında hayli kısıtlı olduğu bir zamanda geçen hikâyede bu durum hem suçluyu hem peşine düşenleri etkiliyor doğal olarak ve açıkçası tüm o CSI vb. dizilerde bilgileri bir tuşa basarak elde etmenin doğurduğu fastfood havasının yanında tek tek dosyaları tarayan polislerin çabası çok daha doğal görünüyor ve bu da filme bir sıcaklık katıyor sonuç olarak. Suikast bölümününün önemli bir kısmının Fransızların 14 Temmuz kutlamaları için düzenlenen gerçek törenler sırasında çekilmiş olmasının sağladığı gerçekçilik duygusundan da çarpıcı biçimde yararlanmış film ve polislerin tören sırasında halka farkettirmeden almaya çalıştığı önlemler ve tören alanının hareketliliği nerede ise bir belgesel gerçekçiliği üretiyor, akıllı bir kamera kullanımının da sayesinde.

Ortak yapımın tarafları olan üç ülkeye de uğrayan hikâyede Fransız ve İtalyan karakterlerin İngilizce konuşmaları ticarî sinemanın zorlaması sonucu olarak çıkıyor karşımıza ve rahatsız da ediyor filmin gerçekçiliğine zarar verecek şekilde. Bu kusuru ve adım adım oluşturulan gerilimin finalinin daha çarpıcı bir sinema ile anlatılmasının çok daha iyi olacağı bir kenara bırakılırsa, yaklaşık iki buçukluk saatlik uzun süresini hiç hissettirmeyen akıcılığı, detayları hiç ihmal etmeyen hikâyesi ve set tasarımları, Michel Lonsdale ve Delphine Seyrig başta olmak üzere tüm diğer oyuncuların da klasik sinemanın tadına uygun oyunculukları ile de görülmesi gerekli bir film bu.

(“Çakalın Günü”)

Julia – Fred Zinnemann (1977)

“Dünyanın olacakları görmeyi neden reddettiğini anlamıyordu”

Yazar Lillian Hellman’ın Julia adında bir kadınla yıllara yayılan ve arka fonunda 30’lu yıllarda hızla savaşa doğru giden bir dünyanın olduğu arkadaşlığının hikâyesi.

Tiyatro oyunları, senaryoları ve anı kitapları ile tanınan ünlü Amerikalı yazar Lillian Hellman’ın “Pentimento” adlı anı kitabının bir bölümünden uyarlanan film yönetmen Fred Zinnemann’ın sondan bir önceki ve son parlak çalışması. Dev bir oyuncu kadrosunu barındıran film bugün bir parça eskimiş görünen ve kimi temel kusurları da barındıran ama yine de sinemanın klasikleri arasına girmeyi başarmış ve kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma.

Günümüzde daha çok “Spider Man” filmleri için yazdığı senaryolar ile tanınan ama Oscar kazandığı “Julia” ve “Ordinary People” adlı filmlerin yanısıra “Paper Moon” gibi çalışmaları ile de tanınan Alvin Sargent’ın senaryosu ile Hollywood’un büyük isimlerinden Fred Zinnemann’ın işbirliği ile ortaya çıkan filmin öncelikle kusurlarını sıralamak gerekiyor. Film “Julia” adını taşısa da hikâye onu değil de hikâyeyi zaman zaman sesinden dinlediğimiz Lillian’ı anlatıyor sanki. Öyle ki Lillian’ın kariyerindeki gelişimi bile takip edebilirken Julia’yı doğru dürüst tanıtmıyor film bize. Evet onun cesur, güçlü, öz güveni yüksek ve kahramanca adlandırılabilecek tavırlara sahip bir insan olduğunu anlıyoruz ama sanki hikâye Julia’nın kendisini değil hayatında bu karakterde bir arkadaşı olan Julia’yı anlatmayı tercih ediyor. Belki senaryonun uyarlandığı hikâyeden gelen bir durum bu ama iki kadın arasındaki dostluğu nerede ise Lillian ile Dashiel Hammett arasındaki ilişkinin gölgesinde bırakacak kadar zayıf anlatıyor film. Hikâyenin iddia ettiğinin aksine Julia’ya odaklanmadığının en bariz örneği de Lillian’ın ilk oyunundan sonraki törene ayrılan zamanın bile nerede ise iki kadın arasındaki ilişkinin sık sık geriye dönüşlerle anlatıldığı sahnelerin toplamından uzun olması. Senaryo Hitler’in iktidarını iyice sağlamlaştırdığı ve faşizmin yavaş yavaş Almanya’nın üzerine çöktüğü bir dönemde başta yahudiler olmak üzere çeşitli sınıflardan tutukluların kurtarılması için ülkeye gizlice para sokulmasına aracılık eden Lillian’ın gerilim dolu yolculuğunu bize filmde hayli geniş bir yer tutan ve özellikle kimi anlarında parlak bir sinemasal başarıya sahip olan sahneler ile aktarırken, filmin geneli içinde bu bölüm belki anlamsız değil ama kesinlikle filmin geriye kalanından “bağımsız” bir yerde duruyor. Eğer amaç adına faşizm denen canavarın yarattığı boğucu atmosferi vurgulamak idi ise bu zorlu yolculuğun sonunda iki kadının kafede buluşma sahnesi tüm atmosferi ile bunun çok daha etkileyici bir biçimde altını çizmeyi başarıyor zaten. Zinneman’ın üslubunda da zaman zaman problemler var filmde. Yönetmenin örneğin “From Here to Eternity” filminde başarı ile uyguladığı klasik Hollywood mizansen anlayışı ile bu filmde zaman zaman denediği daha serbest bir üslup birbiri ile yeterince kaynaşamamış görünüyor film boyunca.

Peki tüm bu kusurlara rağmen film neden ve mutlaka görülmeli? Öncelikle dört büyük oyuncusu, Jane Fonda, Vanessa Redgrave, Jason Robards ve Maximilian Schell için. Sırası ile Lillian Hellman, Julia, Hammett ve Johann’ı canlandıran dört oyuncu karakterlerinin ruhlarına girmişler adeta ve film boyunca döktürüyorlar. Jane Fonda senaryonun kendisine verdiği ağırlığı çok iyi değerlendirken Redgrave kariyerinde hemen hiç eşiğini düşürmediği oyunculuğunu burada da tekrarlıyor ve belki de bu nedenle şaşırtmıyor aslında. Robards nispeten küçük ve iniş çıkışları olmadığı için oyuncunun kendisini göstermesi zor olan bir rolün altından usta bir karakter oyuncusu nasıl olmalı konusunda dersler vererek kalkıyor. Schell ise başarılı bir oyuncunun filmde yapay efektlere başvurmadan fiziksel olarak nasıl değişebileceğini adeta vücudunu küçülterek gösteriyor. Bu filmdeki rolü ile ve geç bir yaşta sinemaya ilk adımını atan Meryl Streep de çok küçük bir rolde de olsa sonraki parlak kariyerinin ilk sinyallerini vermeyi başarıyor.

Douglas Slocombe’un muhteşem görüntüleri var bir de elbette. Lillian’ın geriye dönüşlerle hatırladığı mutlu çocukluk ve gençlik günleri sahnelerindeki ışığın kullanımından gece vakti trenin gardan çıktığı sahneye kadar Slocombe filme damgasını vurmuş. Özellikle bu son sahnede kameranın açısı ve kadraj içine aldıkları ile sanatçı sinemada belki binlerce kez çekilmiş bir sahnede bile her zaman yeni bir şeyler söylenebileceğini ispatlıyor bir kez daha. Bu görüntülere eşlik eden Georges Delerue imzalı müzik de filmin artıları arasına yazılmalı.

Yukarıda bahsettiğim kafedeki son buluşma, Viyana üniversitesindeki Nazi sempatizanı gençlerin baskın sahnesi (her ne kadar sahnenin sonu garip bir biçimde kesilmiş gibi dursa da) veya açılıştaki yemek sahnesi (ki bu sahne Julia’nın inançları, fedakârlığı ve mücadelesi ile yüz seksen derece zıt bir dünyayı gösteriyor) gibi kimi parlak anları da olan film insanlık tarihinin karanlık anlarında sessiz kalmayı seçen büyük çoğunluğun aksine bir şekilde ve neyse ki cesur insanların da ortaya çıkabileceğini göstermesi ile de ilgiyi toplamayı başarıyor. Kimi kusurlarını görmemezliğe geleceğiniz türden ve işte o herhangi bir gerekçe bulma telaşına düşmeden sevilen filmlerden. Kaldı ki yeterince iyi anlatılamamış olsa da, ki dostluğu anlatmak aşkı anlatmaktan çok daha zordur sinemada çünkü aşkı seksten kimi güçlü trajik noktalara kadar pek çok etki gücü yüksek noktaya taşımak kolayken dostluk bir şekilde daha alçak perdeden seyreder aşka göre, dostluğun güzelliğini ve yüceliğini kendisine konu edinen bir film ilgiyi mutlak bir biçimde hak eder diye düşünüyorum.

From Here to Eternity – Fred Zinnemann (1953)

“Hiç kimse yalnızım derken yalan söylemez”

Pearl Harbur baskınından hemen önce Hawaii’deki bir Amerikan üssünde yaşananların hikâyesi.

Sinemanın klasikleri sayılırken ilk akla gelenlerden (veya gelmesi gerekenlerden) biri. Yapım tarihinin üzerinden bugün elli sekiz yıl geçmiş olmasına rağmen çekiciliğini ve gücünü hâlâ korumayı başaran ender filmlerden biri ve has bir sinema keyfi yaşamak için birebir. Bittiğinde (ve bittiği için) hafif bir hüzün duygusu yaşatan ama sonuçta hissetmenizi sağladıkları için minnettar olmanızı sağlayan filmlerden.

Bir filmi klasik yapan nedir? Bazı filmler neden seyirci karşısına ilk kez çıkmalarının üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen bir şekilde etkileyiciliğini korumayı başarır? Hayatının farklı dönemlerinde birkaç kez seyrettiği bir filmden her zaman (ve çoğunlukla yenileri eklenmiş) özel duygularla ayrılmasına neden olan nedir bir insanın? Belki sorulması veya analiz edilmesi çok da gerekli olmayan ve gereksiz bir analitik bakışın filmin tadını kaçıracağı konular bunlar ama “From Here to Eternity” gibi bir filmi tekrar seyredince sormaktan kaçınamadığım sorular bunlar.

Bir filmin zamanın yok eden gücüne dayanabilmesi için öncelikle bir hikâyesi ama sağlam bir hikâyesi olması gerekiyor ve elbette bu hikâyenin de sağlam bir sinema dili ile anlatılıyor olması. “The Thin Red Line” ve “Some Came Running” gibi başarılı başka filmlere de romanları ile kaynaklık etmiş olan James Jones’un aynı adlı romanından uyarlanan senaryo karakterleri, olay örgüsü ve yönetmeninin klasik sinema dilini başarılı kullanımının desteği ile tüm bu öğelere fazlası ile sahip. Sansür ve otosansürün etkisi ile romanın kimi unsurları dışarıda bırakılmış veya hafifletilmiş olsa da hikâye çok güçlü ve, iyi çizilmiş ve iyi oynanmış karakterleri sizi çekim alanlarına almayı başarıyorlar. Hikâyenin bir yandan da farklı bakışlar ile seyredilebilmeye açık olan bir yapısının olması gerekiyor ve bu film de her biri kendi özgün hikâyelerine sahip karakterleri ile her seyredişte farklı konsantrasyon noktaları bulmaya imkân veriyor ve her defasında filmi farklı duygularla seyretmenizi mümkün kılan bir senaryoya sahip.

Klasik olabilmenin bir diğer koşulu da filmi oluşturan hikâye dışındaki diğer tüm temel unsurlarda da sağlanması gereken bir asgari başarı seviyesi; oyunculuklar, müzik, görüntüler, yönetmenin dili vb. unsurların her birinin temel bir problem içermeden kendi alanlarında filmi farklı kılacak özelliklere sahip olması gerekiyor. Burt Lancaster, Deborah Kerr, Montgomery Clift, Donna Reed, Frank Sinatra gibi baş oyuncular ve onların yanında aralarında Ernest Borgnine ve Jack Warden gibi başarılı yan rol sahiplerinin de olduğu kadro üstlerine düşeni fazlası ile yerine getiriyorlar ve filmin “sağlamlığına” katkıda bulunuyorlar. Clift’in sert sahnelerde değil ama özellikle karakterinin kırılganlığını yansıttığı sahnelerdeki başarısını ve ters yönde de Sinatra’nın filme bence gereksiz yumuşama getiren sahnelerdeki oyunculuklarını sırası ile iyi ve kötü anmak gerekiyor. Müzik tam bir klasik; hem filme destek olma özelliğini koruyor hem de kendi başına bir kalitesi var. Kısacası ne çok öne çıkıyor ne de sessiz kalıyor. Yönetmenlik ise tam da Zinnemann’dan beklenecek bir tarza sahip; hikâyeyi doğal akışına bırakan, kendini çok öne çıkarmayan ama her bir karesini nasıl olması gerekiyor ise öyle görselleştirmiş gibi görünen bir mizansen anlayışı ve arada kültleşmiş sahneler ki bu son kavram –kült sahneler- bir klasiğin bir başka olmazsa olmazına götürüyor bizi. Bir klasik üzerinde defalarca konuşulabilecek, seyircisinin üzerinde iz bırakacak ve o ana özgü kişisel hatıralara seyredeni bağlayacak kült sahnelere sahip olmalı. Bu açıdan filmimizde öne çıkan sahne ise elbette kumsal, dalgalar ve yere uzanmış öpüşen Lancaster-Kerr ikilisinin yer aldığı kareler. Sinema tarihinin unutulmazlarından biri oldu bu sahne şüphesiz. İkilinin denizden koşarak çıkmaları ve kıyıya vuran dalgaların içinde öpüşmeleri tüm doğallığı, samimiyeti ve bir klasiğin bir diğer olmazsa olmazı olan “seyirciye kendi hayal gücü için yer bırakan” dozunda bırakılmışlığı ile muhteşem bir sahne. Sonlardaki Pearl Harbor baskını ve elbette Clift’in ölen arkadaşının arkasından borazan çalması sahnelerini de atlamamak gerek ama benim için filmin her zaman en az kumsal sahnesi kadar çarpıcı iki ayrı sahnesi daha var: Lancaster ve Clift’in yolun ortasına oturarak yaptığı sarhoş sohbeti ve Lancaster-Kerr ikilisinin yasak aşklarının tedirginliği ile oturup geleceklerini konuştuklarını gece kulübü sahnesi. İlki ordunun disiplin ve ciddiyetinden uzakta iki askerin samimi bir paylaşmını göstermesi ve (gerçekten de sarhoş olduğu söylenen) Clift’in oyunculuğu ile diğeri ise mutluluğun önündeki engellerin bazen nasıl da aşılmaz olduğunu ve isanların bazen en saf duygularını bile gizlemek zorunda kaldıklarını gösteren tedirgin oyunculukları ile eşi benzeri olmayan sinemasal anlara kaynaklık ediyorlar.

Evet, bir klasik. Kelimenin her anlamı ile. Denize atılan çelenklerin (“lei”) açıklara sürüklenip kalıcı bir kayıbı mı işaret edeceği yoksa sahile sürüklenip bir geri dönüş umudunu mu yaşatacağının tedirginliği içinde yaşanan hayatların hüznü ve aşk, dostluk, onur ve mutluluğun kırılganlığı üzerine.

(“İnsanlar Yaşadıkça”)