The Ides of March – George Clooney (2011)

“Başkan olmak istiyorsan savaş başlatabilirsin, yalan söyleyebilirsin, hile yapabilirsin, ülkeyi iflasa götürebilirsin ama stajyerlerle yatamazsın. Bunu yanına bırakmazlar”

Demokrat Parti’nin başkan adaylığı için yarışan bir valinin kampanyasının basın sekreterliğini yapan genç bir adamın yaptığı bir hata sonucu politikanın kirli dünyası ile kaçınamayacağı şekilde yüzleşmesinin hikâyesi.

Beau Willimon’ın “Farragut North” adlı oyunundan yazarın kendisi, George Clooney ve Grant Heslov tarafından sinemaya uyarlanan ve yönetmenliğini Clooney’nin üstlendiği bir A.B.D yapımı. Demokrat Parti’ye açık desteği ile bilinen Clooney’nin, politika dünyasının pisliklerini anlatmak için cumhuriyetçi değil de demokrat adayların kampanyası üzerinden ilerleyen bir hikâyeyi kullanmayı seçmiş olmasını tipik bir Hollywood liberali tavrı olarak görmek gerekiyor herhalde. Hikâyenin sonuçta söylediği de bu Amerikan liberali bakışını destekliyor çünkü: Sistemin tüm aktörlerini, hırsları, kirli çamaşırları ve “başarı için her yol mübahtır” anlayışlarını sergilemek ve eleştirmekten kaçınmamak ama sistemin kendisini asla doğrudan hedef almamak. Aralarında temel de çok da fark olmayan iki partinin egemen olduğu bir sistemin dokunulmazlığını gündeme getirmeyen bir eleştiriyi gerçek anlamda ciddiye almak mümkün değil kuşkusuz. Clooney’nin bu filmi de o klasik liberal anlayışın izinden giderken, sağlam kadrosu, vaat ettiklerini (politik sistem eleştirisi, gerilim vs.) tam anlamı ile karşılayamasa da ilgi çekmeyi başaran hikâyesi ve eli yüzü düzgün anlatımı ile kendisini izletmeyi başarıyor.

Filmin orijinal adı (“The Ides of March”), Mart ayının on beşi anlamına geliyor. Roma imparatorluğu döneminde çeşitli dinsel törenlerle kutlanan bugünün tarihteki asıl önemi ise daha sonra oluşmuş: Sezar bu tarihte uğradığı suikast sonucu ölmüş çünkü. Shakespeare’in “Julius Caesar” adlı oyununda kâhin, Sezar’ı “ayın on beşinden sakın” diye uyarır ve o gün geldiğinde Sezar kâhine: “Martın on beşi geldi işte” dediğinde şu cevabı alır: “Evet Sezar, geldi, ama daha geçmedi”. Tarihteki önemli bir olaya, Roma İmparatorluğu için bir dönüm noktası olan bir politik suikaste göndermede bulunmak akıllıca bir fikir elbette ama filmimizin hikâyesi ne o kadar önemli büyük bir trajediyi anlatıyor bize ve -daha da önemlisi- ne de ortada bir suikast var. Aksine film politik düzeni eleştiriyor kuşkusuz ama bir farklı alternatifi savunmayı bırakın, bunun ihtimalini bile gündeme getirmiyor. Yeni bir şey söylemiyor aslında hikâye bize: Ne kadar dürüst ve idealist olursa olsun bir politikacının bu düzen içinde temiz kalabilmesinin zorluğunu hatırlatıyor bize bir kez daha ama bunun zaten düzenin doğası gereği imkânsız olduğunu söylemeye pek yanaşmıyor. Yaptığı hatanın sonuçları ile peş peşe karşılaşmaya başlayan basın sekreterine, bağlı olduğu baş danışmanın söylediği gibi “zaman varken kaçılması gereken” bir dünya burası ama kendisi zevkle ve “başarı” ile yapıyor işini örneğin. Hikâyenin finali de düzeni değiştirmeye çalışmayı değil, ya düzenden çıkmayı ya da onunla uzlaşmayı ve kurallarına uymayı iki olası seçenek olarak görüyor ve gösteriyor sonuçta.

Zekî ve başarılı bir danışmanın yaptığı “küçük” bir hatanın kendisi için çok önemli olumsuzluklara yol açmasının şaşkınlığını iyi anlatıyor bize hikâye. Hollywood’un hikâye anlatmaktaki ustalığının izlerini taşıyan film, zaman zaman politik dramı bir gerilim ögesini de katarak bünyesine, çekici biçimde anlatmayı başarıyor seyircisine. Gerilimin sonradan soluğu kesiliyor çünkü filmin asıl derdi o değil; ne var ki bir yarım kalmışlık havası da veriyor bu açıkçası. Sonuçta politik açıdan da gerilim açısından da gitmesi gerektiği kadar gitmediğine tanık oluyoruz filmin ve bu da değerini azaltıyor şüphesiz. Howard Dean’in 2004 yılında Demokrat Parti’nin başkan adaylığı için yaptığı kampanyadan esinlendiği söylenen hikâyede, bu partinin adayının “Dünyayı önceden olduğu gibi tekrar biz (A.B.D.) yöneteceğiz” vaadinin bugünkü cumhuriyetçi başkan Trump’ın söylemleri ile ne kadar örtüştüğünü düşünürsek, iki parti arasındaki benzerlik üzerine söyleyeyecek çok şeyi olduğunu bildiğiniz bir hikâyenin bu potansiyeli de atladığını fark edip, rahatsız oluyorsunuz sonuçta.

Delege pazarlıkları, basınla karşılıklı çıkarlara dayalı “ahlâksız ilişkiler, önemli olanın her ne pahasına olursa olsun kazanmak olması, tüm bu kirli işlerin seçmene sunulan temiz yönetim vaadini pazarlamak için kullanılması ve daha da önemlisi seçmenin de tüm bunları aslında biliyor olması… Bu politik düzenin ikiyüzlülüğünü, daha doğrusu bu ikiyüzlülüğün seçmen tarafını gündemine almayan hikâye, en düzgün görüneninin bile “çamur at, izi kalsın” anlayışını benimsediği bir düzenin en azından net bir resmini göstermesi nedeni ile ilgiyi hak ediyor kuşkusuz. Buna Ryan Gosling, George Clooney, Philip Seymour Hoffman, Paul Giamatti, Marisa Tomei, Evan Rachel Wood ve Jeffrey Wright gibi oyunculardan oluşan sağlam bir kadroyu ve Alexandre Desplat’ın hikâyenin dramatik değişimlerini özenli bir şekilde takip eden müzik çalışmasını da eklerseniz, görülmeyi hak eden bir film bu. Politik gerilim olmaya nefesi yetmeyen, sistem eleştirisinde de hayli çekingen olan film, Clooney’in klasik ama hikâyesine uygun yönetmenlik anlayışının da katkısı ile rahatlıkla ve ara sıra da merakla izlenebilir.

(“Zirveye Giden Yol”)