Mad Max-Beyond Thunderdome – George Miller / George Ogilvie (1985)

“Kuralı biliyorsunuz: İki kişi girer, bir kişi çıkar”

Sığınacak bir yer arayan Mad Max’in bir kasabadaki zorba yönetime karşı mücadelesinin ve kendilerini “yarının ülkesi”ne götürmek için kurtarıcılarını bekleyen bir grup çocuğa yardım etmesinin hikâyesi.

1979 yılında “Mad Max” ile başlayan ve 1981’de “Mad Max 2 – The Road Warrior” ile devam eden serinin üçüncü filmi. 1985 tarihli bu yapımdan 30 yıl sonra serinin -şimdilik- son filmi olan “Fury Road” çekilmişti. İlk ikisinde ve dördüncüsünde olduğu gibi yönetmenliğini George Miller’ın bu kez George Ogilvie ile birlikte üstlendiği bu üçüncü Mad Max filminin senaryosunu Miller ve Terry Hayes yazmışlar. Başroldeki Mel Gibson’a 1980’lerde popülerliğini sürdüren Tina Turner’ın eşlik ettiği ve onun seslendirdiği iki şarkı (“One of the Living” ve “We Don’t Need Another Hero”) ile de bilinen film hikâyesi ve aksiyonu açısından serinin ilk iki filminin gerisinde kalan bir çalışma ve bu ilk iki filmin popülerliğine yaslanmayı tercih etmiş gibi görünüyor çoğunlukla. Yine de bu “apokaliptik” film, artık sinema tarihinde yerini alan kahramanının varlığı, kimi aksiyon sahnelerinin ilk iki örnekte seyrettiklerimizin tekrarı havası taşısa da etkileyici olan kimi anları ve elbette -filme adını da veren- “gökkubbe” ve onun içinde geçen ölümüne dövüş sahnesi ile izlenmeyi hak ediyor.

Film için mekan arayışları sırasında yaşanan bir helikoper kazasında, ilk iki Mad Max filminin yapımcılığını da üstlenen ve film kendisine ithaf edilen, Byron Kennedy’nin hayatını kaybetmesi George Miller’ı epey üzmüş ve bu nedenle bu üçüncü filmin sadece aksiyon sahnelerinin yönetmenliğini üstlenmiş kendisi. Geri kalan sahneleri ise George Ogilvie yönetmiş. Bu seriyi ilginç kılanın temel olarak aksiyon sahneleri ve hikâyesinin -karakterleri ile birlikte- ilginçliği olduğu düşünüldüğünde ortaya çıkan sonucu yine -en azından çoğunlukla- Miller’ın eseri diye yorumlayabiliriz. Yukarıda belirtildiği gibi aksiyon sahneleri filmi yine ayakta tutan temel unsur ve her ne kadar ilk iki filmden epey ilham alınmış olsa da filmi seyre değer kılıyor bu sahneler. “Kıyamet sonrası” dünyasının kalan teknolojilerinden nasiplenmiş ama ilkel görünümleri de olan araçların katıldığı takip sahneleri ve bu sahnelerdeki tehlikeli akrobatik gösteriler (kapanış jeneriğinde tanık olunacağı gibi oldukça kalabalık bir dublör kadrosu var filmin bu nedenle) özellikle aksiyonseverlerin gözlerini kırpmadan seyredebilecekleri düzeyde. Finaldeki aksiyon sahneleri başta olmak üzere küçük mizah anlarına da sahip bu bölümler ama bu mizah filmi ayakta tutan bu unsura gereksiz karıştırılmış gibi görünüyor açıkçası ve yumuşatıyor bu sahneleri.

Filmin temel sorunu hikâyesi aslında. Yine ilginç karakterler var hikâyede; Tina Turner’ın oynadığı “Aunty” karakteri ile “The Master” ve “The Blaster” karakterleri kesinlikle serinin ruhuna uygun farklılıkları olan tipler ve filme ilginçlik de katıyorlar ama tüm bu ve diğer karakterleri buluşturan hikâye yeterince güçlü değil. Finalde Aunty’nin Mad Max ile ilgili kararının neden o yönde olduğunu da yeterince ikna edici bir şekilde açıklamayan, daha doğrusu bir açıklama üretmeye de girişmeyen, hikâye yeterince akıcılık içermiyor. Dolayısı ile ne oldu ve neden oldu sorularının yüzeysel cevapları ile yetinip, nasıl oldu sorusunun cevabı olan aksiyonlarla yetinmek durumunda kalıyor seyirci. Oysa “underworld – yer altı dünyası” gibi serinin ruhuna uygun hayli karanlık bir öğesi var hikâyenin. Ne var ki bu öğe de karanlığının fazlası ile doğrudan kullanılması ve iğrençliğinin öne çıkarılması ile yeterince etkileyici değil. Film senaristlerinden Terry Hayes hikâyedeki Bartertown kasabasının günümüz dünyasını (kapitalizm, tüketim toplumu vs.) temsil ettiğini söylüyor ama adının çağrışımı dışında bu “politik” içeriğin üzerinde dolayı olarak bile pek durmuyor hikâye. Bartertown kasabasının zalim yönetimi ile bu kasabanın enerjisini sağlayan “underworld”ün “The Master” adlı yöneticisinin arasındaki iktidar mücadelesinin ve bu tarafların politik karşılıkları var mı anlaşılmıyor ama varsa da bunu kendisi bile ıskalıyor hikâyenin. Beyini temsil eden “The Master” ile kas gücünün (fiziksel emeği, bir başka ifade ile söylersek) sembolü olan “The Blaster” ikilisinin iş birliği bu bağlamda bir parça daha açık bir politik sembol olarak değerlendirilebilir ve zalim bir yönetime karşı aydın ve işçinin ortak mücadelesi olarak görülebilir, belki bir parça zorlama içerecek olsa da. Hikâyenin temel sorunlarından biri de çocuklardan oluşan grubun varlığı ve onlar olmasaydı hikâyenin aslında pek de değişmeyecek olması. Bu sorunun kaynağı ise çocuklarla ilgili uzun (diğer tüm hikâyeyi unutturacak kadar uzun) bölümün aslında bir Mad Max filmi için düşünülmemiş olması. Bir tür yeni bir “Lord of the Flies – Sineklerin Tanrısı” olarak düşünülen hikâye Mad Max için kullanılınca ortaya bu, hikâyenin kalanı ile kaynaşamama problemi çıkmış gibi görünüyor.

İlk iki filmde Brian May’e emenat edilen müzikleri bu kez Fransız Maurice Jarre hazırlamış. Görkemli müzikler etkileyici ama serinin gerektirdiği karanlık ruha yeterince sahip değiller açıkçası ama yine de Jarre’ın notaları kendi başlarına önemli bir ilginçlik taşıyorlar. Dean Semler’ın görüntü çalışması ise çöl ve kumul görüntüleri ile iç mekanlardaki karanlık (kelimenin iki anlamı ile de karanlık) görüntülerin başarısı ile dikkat çekiyor. Underworld tasarımı başta olmak üzere filme olan önemli katkıları için sanat yönetmeni Anni Browning ve set tasarımcısı Martin O’Neill’i de atlamamak gerekiyor filme katkı veren isimleri sıralarken.

Çocuklardan oluşan küçük gruba odaklanan sahneleri ile filme ve seriye hiç uymayan bir fantastik müzikal/masal (ama şarkısız bir müzikal bu) havasına da sahip olan ve dünyanın yıkımını hatırlatan sahneleri ile hüzünlü bir şekilde sona eren film, kusurlarına rağmen, bir Mad Max filmi olarak izlenmeyi baştan hak ediyor kuşkusuz. Dolayısı ile seyredilmeli ve başta “gökkubbe” içindeki dövüş sahnesindeki yaratıcılık olmak üzere aksiyonunun da tadı çıkarılmalı.

(“Mad Max 3: Gökkubbenin Ardında”)

Mad Max 2 – George Miller (1981)

“Tek acı çekenin sen olduğunu mu sanıyorsun? Hepimiz yaşadık bunları ama biz pes etmedik. Hâlâ insanız biz ve onurumuzu koruyoruz. Peki sen? Sen o dışardaki çöplüktesin. Sen bir hiçsin”

Çıkan savaşlar sonucu “kıyamet sonrası” bir görünüme bürünen dünyada, enerji sıkıntısı nedeni ile çok değerli olan bir tanker benzini çetelere karşı korumaya çalışan bir yalnız savaşçının hikâyesi.

Düşük bir bütçesi olan, 1979 tarihli “Mad Max”in gördüğü ilgi ve kazandığı göreceli yüksek gişe geliri üzerine çekilen devam filmi. Terry Hayes, George Miller ve Brian Hannant’ın senaryosunu yazdığı, yönetmen koltuğunda ilk Mad Max filminde ve serinin sonraki filmlerinde olduğu gibi yine Miller’ın oturduğu film ilkinin on katı bütçe ile çekilmiş ve bu bütçe artışı ile paralel olarak temposu, aksiyonu ve kurgu/müzik gibi ögeleri de on kat daha fazla görkem kazanmış. Buna rağmen “ucuz” havasını korumayı başaran filmde Mel Gibson yine başrolde ve bu kez karakterini -ilk filmdeki performansı ile kıyaslandığında- daha az donuk bir oyunculuk ile canlandırarak Max’i daha canlı kılmayı başarırken, Miller’ın teknik becerisi filmi sadece aksiyondan hoşlananlar için değil, aksiyondan nefret etmeyenler için de çekici hâle getiriyor.

Hikâye boyunca çok az konuşuyor Mad Max ve konuştuğunda da söyledikleri “Buraya sadece benzin almak için geldim” gibi sıradan cümlelerden öteye gitmiyor. İlk filmi seyretmiş olanların bileceği gibi trajik bir hikâyesi var Max’in ve bir güvenlik görevlisi olarak savaştığı yol çeteleri eşini ve çocuğunu öldürmüştü bu filmde. Bu ikinci film siyah beyaz görüntülerle ilk filmde yaşananları özetliyor bize ve sonra da kendi hikâyesini anlatıyor. Basit ve yalın bir hikâye bu ve çekiciliği de buradan geliyor. Koca bir tanker benzine sahip bir küçük grup ve onlara saldıran serseriler çetesi. Benzinin çok değerli olduğu bu “kıyamet sonrası” dünyada çete üyeleri tıpkı ilk filmde olduğu gibi acımasız bir şiddetten hiç kaçınmıyor ve film de bize bu şiddeti göstermekten hiç çekinmiyor. Miller bir bumerangın kestiği boğazı veya kopardığı parmakları açık açık gösterirken, çete elemanlarının diyalog ve davranışlarında da kendisini gösteren basitlik ve doğrudanlığı tercih ediyor çoğunlukla. Çetenin kuşattığı barışçı grubu ve aslında onlarla hiçbir tanışıklığı olmayan ve tek amacı biraz benzin almak olan yalnız kahramanımızı düşündüğümüzde bu basit hikâyenin bir western havası taşıdığını söylemek mümkün sanırım. Klasik westernlerdeki kızılderililer, onların etrafını sardığı beyazlar (kadınlar ve çocukların da aralarında olduğu “masum” bir gruptur bu elbette) ve son anda bu grubu “vahşi”lere karşı savunmaya gelen kahramanımız; kendi özel yaraları olan bir adamdır bu ve hiçbir ilişkisi olmadığı bu gruba yardım edip etmeyeceği hikâyeye ahlâki bir sorgulama da katar. Burada seyrettiğimiz de temel olarak tam da bu türden bir hikâye ve kahramanımız doğru tercihi yapacaktır elbette.

İlk filmde olduğu gibi yine çöle benzer bir ortamda geçiyor hikâye ve etraftaki birkaç ağaç da kurumuş durumda. Görsel olarak kıyameti bununla tasvir etmekle yetinmiş film ve süresinin büyük bir kısmında tankeri çeteden kaçırma operasyonunu anlatmış seyirciye. Tehlikeli hareketlerin yer aldığı sahnelerde dublörlere (iki yüzden fazla dublörlü sahne yer almış filmde) epey iş düşmüş gibi görünüyor. Hatta bu sahnelerin birinde bir dublörün bacağı kırılmış ve planlananın aksine gerçek bir kaza ile sonuçlanan bu sahne aynen kullanılmış filmde. Tüm bu sahneleri ustalıkla bir araya getiren kurgunun (Michael Balson, Tim Wellburn ve David Stiven’in imzalarını taşıyan kurgu çalışmasına jenerikte belirtildiğine göre üç ayrı isim daha katılmış) ciddi bir katkı sağladığı ve tempoyu hiç düşürmediği filmde çete elemanlarını tüm sadistlikleri ile sergileyen hikâye, serinin ilk örneğinde olduğu gibi eşcinselliği -belki homofobik bir şekilde olmasa bile- yine kötülere ait bir şey olarak göstermesi ile dikkat çekiyor. İlk filmde serserilerin erkek erkeğe yaptığı danslar tuhaf ve kaba bir mizahın parçası olarak sunulurken, bu filmde de kötü karakterler açık ve gizli eşcinsel imalarla (örneğin liderleri kıçını açıkta bırakan deri bir pantolon giyiyor) getiriliyor karşımıza.

Kahramanın yardım edip etmeme konusundaki ikilemini George Stevens’ın western türünün önemli örneklerinden biri olan 1953 tarihli “Shane” (bizde “Vadiler Aslanı” adı ile gösterilmişti) adlı yapıtından esinlenerek hikâyesine katan filmde, kuşatılan grup üyeleri arasındaki dayanışmaya ve aile olmaya övgüler düzülmesi dikkat çekiyor. “Kötülere ait olan eşcinsellik” ile, onunla doğrudan karşı karşıya getirilmese de “aile”nin farklı taraflarda olduğunu hatırlatıyor hikâye sık sık. Rafinerideki grupta yer alan bir kadının grubu “onlar benim ailem” diyerek terk etmemesi, bu ifadenin kendi ailesini bir önceki filmde trajik bir biçimde kaybeden kahramanımız için bir işaret olması ve yine bu grubun domuzları ve tavukları da olan bir “aile” olarak resmedilmesi filmin muhafazakâr yapısını ele veriyor açıkçası.

Amacı, başı ve sonu belli, heyecanını hep koruyan bir aksiyon hikâyesi anlatmak olan ve kendi çizdiği bu çerçeve içinde düşünürsek de başarılı olduğunu söylememiz gereken filmde başta rafinerideki çatışma sahnesi ve tüm takip sahneleri olmak üzere oldukça etkileyici anlar var ve ilk filmin de müziğini hazırlayan Brian May’in bu kez daha da görkemli bir havaya sahip olan müziğinin de katkısı ile hikâye kendisini rahatlıkla seyrettiriyor. Aksiyon düşkünlerinin çok da umursamayacağı distopik yanının aksiyonla yetinmeyenlerin ilgisini çekebileceği ama onları da muhtemelen tam anlamı ile tatmin etmeyeceği hikâyenin başta da söylediğimiz gibi ucuz bir yanı var ve Miller’da çarpışmanın tam göbeğinde bir çadırda sevişmeye devam eden çift gibi ucuz numaralara başvurarak (böylece aksiyonun ortasında seks ve çıplaklık gösterme fırsatı yaratıyor Miller!) bu havanın altını çiziyor kesinlikle.

Kült statüsüne ulaşan bir serinin parçası olan ve Dean Semler’ın başarılı görüntü çalışmasının da çekici kıldığı bu film sinefillerin ilgisini kuşkusuz hak ederken, aksiyonseverler de keyifle izleyeceklerdir elbette. Teknik becerinin damgasını vurduğu aksiyon sahnelerinin hiç meraklısı olmayanlara ise kıyamet sonrasındaki dünya düzeni üzerine düşünme fırsatı sağlayacak olan filmi görmekte yarar var. Uygarlığın çöktüğü, onun yerini kaos ve barbarlığın aldığı bir dünyada geçen bu filmde herkese göre bir şeyler var özet olarak.

(“The Road Warrior” – “Mad Max 2: Savaşçı”)

Mad Max – George Miller (1979)

“Bu kelepçeler yüksek gerilimli çelikten yapılmış. Onlardan kurtulman on dakikanı alır; eğer şanslıysan ayak bileğini beş dakikada kurtarırsın onlardan. Başla!”

Distoptik(ya da kıyamet sonrası anlamı ile apokaliptik) bir dünyada bir polisin vahşi bir motosiklet çetesi ile mücadelesinin hikâyesi.

Sinema tarihinin en ünlü serilerinden biri olan “Mad Max”’in ilk filmi. Senaryosunu, George Miller ve Byron Kennedy’nin birlikte yazdığı orijinal hikâyeden Miller ve James McCausland’in uyarladığı filmin yönetmen koltuğunda serinin diğer filmlerinde de aynı görevi üstlenen George Miller oturmuş. Enerji sıkıntısı nedeni ile düzeni bozulan bir dünyada bir polisin “punk serseriler”le mücadele ettiği film, hikâyesinin “ucuz”luğuna, karakterlerin çoğunun karikatür düzeyinde çizilmiş olmasına ve düşük bütçesine (tahminen 200 Bin Amerikan Doları) rağmen seyirciden büyük bir ilgi gören ve tüm dünyadaki gişe geliri 100 Milyon Dolar’a erişen bir yapıt olmuştu. Hedefini doğru belirleyen ve sınırlarının farkında olan basit bir hikâyenin bir klasiğe dönüşebileceğinin en iyi kanıtlarından biri olan çalışma, başrol oyuncusu Mel Gibson’a bir yıldız olma yolunu açan film olarak da ayrıca önemli ve arsız bir ucuzluğun nasıl bir başarıya dönüştürülebileceğinin de parlak bir örneği olarak dikkat çekiyor.

Evet, kesinlikle ucuz bir film bu. Sadece bütçesi değil filme bu sıfatı kazandıran kuşkusuz; Amerikan sinemasının bolca ürettiği ve çoğu burada olduğu gibi bir intikam teması da içeren aksiyon filmlerinde gördüklerimizden çok da bir farkı olmayan hikâyesi, abartılı ya da donuk kelimeleri ile tanımlanabilecek oyunculukları ve kurgusunun bir örneği olarak gösterilebileceği teknik numaraları bu filmi asıl ucuz kılan. Hikâyenin, nedeni asıl olarak serinin sonraki filmlerinde açıklanan bir “kıyamet” sonrasında geçiyor olması ve bu kıyametin de günümüzden sadece birkaç yıl sonra gerçekleşeceğini söylemesi gibi politika ve kehanet odaklı bir içeriği olması farklı kılıyor filmi benzerlerinden kuşkusuz ama bu odağı derinleştirmeye, açmaya hiç çalışmıyor film. George Miller’ın tek önceliği distopik bir ortamda geçen bir hikâyesi olan, iyi anlatıldığında ticarî başarısı hayli garantili görünen türden bir aksiyonu olan bir film çekmek ve bunu da başarmış görünüyor yönetmen. Gişe geliri ve üç devam filmi çekilip bir dördüncüsünün planlanıyor olması, filmin sinema sanatı açısından olmasa da ticarî açıdan bir başarıyı yakaladığını tartışmasız bir şekilde kanıtlıyor kuşkusuz.

Kanuna dayalı düzenin ortadan kalkmış göründüğü bir dünyada amaçsız bir şiddet ve vahşet peşinde koşan bir çeteye karşı duran ve bir süre sonra mücadelesi kişisel bir boyut da kazanan polisin hikâyesi apokaliptik bir dünyada geçiyor ama görsel olarak bu dünyanın izlerini karşımıza getirmek gibi bir derdi olmamış filmin ya da bütçe nedeni ile bu dert bir kenara bırakılmış. Issız kasabalar ve yollar, sefil durumda binalar karşımıza geliyor ama bu görüntüler rahatlıkla yoksul ve ıssız bir kasabanın görüntüleri olarak da düşünülebilir. Hikâye “kıyamet sonrası”nı görsel olarak değil, daha çok karakterlerin -özellikle de çete elemanlarının- davranışları üzerinden göstermeyi tercih etmiş (ya da etmek zorunda kalmış). Bu da çete lider(ler)i ve elemanlarının oyunculuklarını mizahî bir boyutun da eklendiği abartılı bir performans seviyesine taşımış ve bu abartının da özellikle altını çizmiş senaryo ve yönetmenlik çalışması. Vahşi maymunlar gibi hareket etmekten gürültülü bir şekilde erkek erkeğe dans etmelere, fiziksel ve cinsel şiddetten abartılı yüz mimiklerinin yakın plan çekimde gösterilmesine kadar uzanan tercihleri ile film sert hikâyesini seyircinin hemen -üzerinde hiç düşünmeden- tepki vereceği bir şekilde anlatıyor çoğunlukla. Çetenin saldırdıkları bir arabayı toplu halde parçaladıkları sahne bu anlatım şeklinin en açık örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Kahramanımız hariç polislerin de çete üyeleri gibi komik ve abartılı olmaktan pek de uzak durmadıkları filmde, Mel Gibson hikâyenin büyük bir kısmında tam tersi bir noktada bulunuyor ve donuk kelimesinin hiç de yanlış durmayacağı bir performans sergiliyor. Gibson’ın bu filmden sonra bir yıldız olmaya süratle ilerliyor olmasının kendisinin sergilediği performansın değil, filmin ticarî başarısının bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Ne var ki şunu da eklemek gerek: Onun durgun (ve çoğunlukla duygusuz) oyunculuğu hikâyenin gürültüsü ve kaosu içinde bir nefes alma olanağı da sağlıyor seyirciye ve apokaliptik dünyada bir huzur imkânının hâlâ mümkün olduğunu da gösteriyor (onun gibi kahramanlar sayesinde elbette). Belki tam da bu nedenle tercih edilmiş bir oyun biçimi olabilir bu.

George Miller hikâyeyi anlatırken gerilim havasını hep canlı tutmuş ve vücudu tamamen yanmış bir adama üzerindeki örtüyü kaldırarak bakma veya bunun hemen ardından gelen kâbus sahnesinde olduğu gibi gerilimi korku filmlerindeki havaya yaklaştırmaktan da çekinmemiş. Düşük bütçeye rağmen etkileyici çekilmiş takip sahneleri ve patlama/çarpışma görüntülerini de yönetmenin başarı hanesine ekleyebiliriz rahatlıkla. Ucuzluğu başlarda daha da -ve olumsuz anlamda- dikkat çeken hikâyenin ilerledikçe daha elle tutulur ve ilgiyi hak eder hâle gelmesinde de payı var Miller’ın tempoyu düşürmeden hikâyesini akıtmayı başarması ile.

Figüranların çoğunun para değil, bira için çalıştığı filmin hikâyesinin ilham kaynakları arasında 1973’teki petrol krizi (Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Örgütü OAPEC’in 1973 yılındaki Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail’i destekleyen ülkelere karşı uyguladığı petrol ambargosu nedeni ile başlayan kriz) ve L.Q. Jones’un 1975 tarihli “A Boy and His Dog” adlı filmi bulunuyor. Adı geçen bilim kurgu filmi bir çocuk ile onun telepati yeteneği olan köpeğinin apokaliptik bir dünyada yaptığı yolculuğu anlatırken, çekildiği tarihten 50 yıl sonrasındaki (2024’teki) bir kıyametin sonrasını getirir seyircinin önüne; “Mad Max”in “sadece birkaç yıl sonra gerçekleşecek bir kıyamet”in sonrasını anlatmaya soyunması ise senarist James McCausland’in, alternatif enerjiler için yeterince hızlı çalışmayan insanoğlunun ciddi bir petrol sıkıntısının olduğu bir dünyada “motorları çalışır durumda tutmak için ne gerekiyorsa yapacakları” düşüncesinin sonucu olmuş.

ABD’de gösterime çıkarken seyircinin Avustralya aksanını yadırgayacağı korkusu ile -Mel Gibson dahil- oyunculara Amerikalı oyuncular tarafından dublaj yapıldığı filmde birkaç kez karşımıza çıkan vahşi kuş görüntüsü veya kahramanımızın eşinin pek anlamlandırılamayan bir sahnede saksafon çalması gibi bir yere bağlanmayan unsurlar yer alıyor ama filmin aksiyonuna ve doğrudan etkilemeyi amaçlayan kurgusuna dalan seyircinin çok da umursayacağı problemler değil bunlar kuşkusuz. Tony Paterson’ın başladığı ama çalışmaların uzaması nedeni ile yerini Miller ve Cliff Hayes’e bıraktığı ve son haline Byron Kennedy’nin elinde kavuşan kurgusu bu kategoriye giren seyirci için yeterli bir çekicilik kazandırıyor filme çünkü. Serinin gösterime giren son filmi olan, 2015 tarihli “Mad Max: Fury Road”dan sonra yine Miller’ın yöneteceği “Mad Max: The Wasteland” adlı film için hazırlıkların sürdürüldüğünü de belirtelim ve Miller’ın “Sesi olan bir sessiz film” olarak tanımladığı filmin sadece bir kült olması nedeni ile bile ilgiyi hak ettiğini söyleyelim. Tüm o ucuzluğu bir başarıya dönüştürebilmek her filmin başarabileceği bir şey değil sonuçta.

(“Çılgın Max”)

Mad Max: Fury Road – George Miller (2015)

Mad Max Fury Road“Ben tek bir içgüdüye indirgenmiş bir adamım: Hayatta kalmak”

Bir tiranın yönetimine isyan ederek yanına aldığı genç kadınlarla birlikte “evine” dönmeye çalışan bir kadının ve birlikte mücadele ettiği bir adamın hikâyesi.

İlki 1979 yılında çekilen “Mad Max – Çılgın Max” serisinin dördüncü ve şimdilik son filmi. İlk iki filmi yalnız, üçüncüsünü ise George Ogilvie ile birlikte yöneten George Miller otuz yıl aradan sonra gelen bu dördüncü filmde tek başına oturmuş yine yönetmen koltuğuna. Bu son filmde Max rolünde oynayan Tom Hardy üç Mad Max filmi için daha anlaşma yapacağını söylediğine göre devamının geleceği açık olan bu Çılgın Max filmleri distopya türünün en önde gelen örneklerinden şüphesiz. Bu son film ise sadece serinin hayranları veya daha genel olarak aksiyonu sevenler tarafından değil, pek çok eleştirmen tarafından da çok beğenilen bir çalışma oldu ve serinin dört filmi içinde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterilen de tek yapımdı. Mükemmel denecek bir teknik ustalıkla anlatılan filme aksiyon sevmeseniz bile karşı koymanız mümkün değil ve ilginizi hep ayakta tutması ve CGI türünden efektlerden çoğunlukla kaçınmış olması ile sahip olduğu doğallık ile de ayrıca ilgiyi hak ediyor. Tüm bunlardan öte filmi asıl ilgiye değer kılan ise filmin bir Mad Max filmi olmanın çok ötesine geçip, bir Furiosa (hikâyenin kadın kahramanı) filmi olmayı tercih etmesi ve bırakın aksiyon filmlerini diğer tüm türlerde bile örneği pek olmamış bir biçimde kadın kahramanını öne çıkarmayı tercih etmesi. Bu cesur tutumu, bunu üstelik bir erkek kahramanın adını taşıyan ve öncesinde bu erkek kahramanı anlatan, dolayısı ile seyircinin yine benzer bir beklenti içinde olduğu bir seri içinde yapması ve ortaya parlak bir aksiyon filmi çıkarmayı başarması ile takdiri hak ediyor kesinlikle. Aksiyonun kesinlikle meraklısı değilseniz, hissedecekleriniz takdire çok da yakın olmayacaktır muhtemelen: Karşınızdaki patlamalara, çatışmalara, kavgalara adanmış; hikâyesi zaman zaman saçma bir hal de alan; örneğin güçlü oyuncu Tom Hardy’den oyunculuk yönünde pek de bir beklentisinin olmamasının da gösterdiği gibi hikâyeyi zaten dert de etmiş görünmeyen ve önceki filmlere göndermeleri ile “fan”larını tatmin etmeyi öncelikli amaçları arasına koymuş görünen bir film çünkü.

Avustralya sinemasının ana akım sinemaya belki de en büyük armağanı Mad Max karakteri. İlk üç filmde Mel Gibson’ın oynadığı, burada ise Tom Hardy’nin devraldığı bu karakter distopik bir dünyada geçen intikam veya zalimlere karşı direniş hikâyelerinin kahramanı. Burada ise hikâyenin asıl kahramanı bir kadın oluyor ve tiranın “damızlık” olarak seçtiği beş genç kadını da yanına alarak bir zamanlar kaçırılarak koparıldığı kendi topraklarına gitmeye çalışıyor. Evet, Max ona bu çabasında epey bir yardımcı oluyor ama asıl anlatılan onun değil kadının hikâyesi kesinlikle. George Miller filmin kadın karakterlerini zenginleştirmek ve “feminist” bir açıdan onu daha doğru çizebilmek için bir feminist olan yazar Eve Ensler’den destek almış. Bu tercihin de gösterdiği gibi film, diğer üçünden çok farklı bir yerde duruyor. Kadının gücü, mücadelesi, kahramanlığı vs. asla bir yama gibi eklenmemiş hikâyeye; aksine tüm hikâye nerede ise bu temalar üzerinde dönüyor. Kadın karakterler ne fiziksel ne de zihinsel aktivitelerde asla erkeğin gölgesinde kalmıyorlar ve bu tutum filmin bir iki sahnesinde değil hikâyenin tümünde baskın bir şekilde kendisini gösteriyor. Bir kadın savaşçının ağzından “Her erkeğe bir kurşun” cümlesini o sırada olan bitene gayet uygun bir şekilde duyduğumuz filmin bu konudaki samimiyetinden şüphe etmemek gerek sanırım.

Halkın aç ve sefil durumda olduğu, tiranın suya el koyduğu toplumda -kadın veya erkek, bir veya birkaç- kahramanın bu zalim yöneticiyi yok etmesi ise ana akım sinemasından beklenecek bir hikâye elbette ve film bu anlamda alışılagelenden bir milim bile ayrılmıyor. Pasif ve bir kahramana muhtaç olan kitlelerin tirana ve askerlerine karşı savaşta hiçbir paylarının olmaması Hollywood usulü bir kahramanlık hikâyesine çok uygun şüphesiz ama “politik” açıdan bakınca bir o kadar da yanlış ve tehlikeli; ne var ki geniş kitlelerin aldırış edeceği bir “tehlike” değil bu. Görkemli efektler, kalabalık bir figüran kadrosu, muhteşem setler, en ince ayrıntıya kadar özenilmiş tasarımlar, hiç nefes aldırmayan ama zorlama da görünmeyen tempolu kurgusu, çarpıcı bir görüntü (John Seale) ve ses çalışması, büyük bir kısmını “gerçek zamanlı” anlatma cüretkârlığını göstermesi ve bu girişiminde hiç aksamaması ve Junxie XL müziği ile seyircinin gözünü o denli parlak bir biçimde boyuyor ki bu kusuruna dikkat edecek bir hâl de bırakmıyor açıkçası. Evet, bir yandan da söylemeli ki yorucu bir film bu: Karakterlerinin harcadığı enerjiyi o denli iyi hissettiriyor ki size en az onlar kadar yoruluyorsunuz siz de ve sürekli bir tehdit altında ve aralıksız savaşıyor olmanın neden olduğu bitkinlik çöküveriyor üzerinize film bittiğinde. Bu sonuç teknik açıdan veya kendisine koyduğu hedef açısından filmin çok başarılı olduğunu kanıtlıyor kuşkusuz ama işte sonuçta hikâyedeki yanlışları veya saçmalıkları da çok dikkat etmezseniz görmemenize veya görseniz de önemsememenize neden oluyor. Temposunu yavaş yavaş yükselten, arada seyirciye nefes alma zamanı tanıyan bir yanı yok filmin: Aksine ilk anından başlayarak sürekli ve düzenli olarak hep zirvede geziniyor tempo ve arada tanık olduğumuz “mesaj kaygılı” kimi sahnelerdeki sakinliği bile bizi sürekli tetikte tutuyor. Her biri koreografisi, dinamizmi ve efektleri ile göz alan onlarca sahnesi olan filmde başrollerdeki Charlize Theron ve Tom Hardy hikâyenin kendilerinden beklediğini fazlası ile karşılıyorlar ve dinamik bir oyunculuk sergiliyorlar. Sonuç olarak, çekiciliğine karşı koymanın imkânsız olduğu, sinema sanatının teknik öğeler ve bunların kullanımı açısından ulaştığı büyüleyici noktanın şovu ile kesinlikle çok etkileyen ama bu büyüden kendinizi uzak tutmayı başarırsanız (ki imkânsız denecek kadar zor bu) şunu da göreceğiniz bir film bu: Savaş araçlarının birinin önüne bağlı olarak, alev çıkartan elektrogitarını çılgınca çalan karakterin özetleyebileceği çılgın, gürültülü, tuhaf, çekici, görkemli ve “anlamsız” bir sinema yapıtı.

(“Çılgın Max: Öfkeli Yollar”)