A Place in the Sun – George Stevens (1951)

“Yarın benimle evleneceksin. Yoksa gazeteleri arayıp her şeyi anlatırım. Sonra da intihar ederim”

Zengin akarabalarının yanında işe giren yoksul bir gencin iki kadına birden aşık olmasının ve sınıf atlama çabasının hikâyesi.

ABD’li gazeteci ve yazar Theodore Dreiser’ın ilk kez 1925 yılında basılan “An American Tragedy” adlı romanından yapılan bir uyarlama. Tiyatroya, televizyona, radyoya ve hatta operaya da uyarlanan romanın ilk sinema versiyonu 1931 yılında Josef von Sternberg tarafından çekilmiş ve yazarın eleştirisine uğradığı gibi gişede de pek başarılı olamamış. 1980 yılında Filipinli Yönetmen Lino Brocka tarafından da bir uyarlaması çekilen romanın bu sinema karşılığını ise klasik Hollywood döneminin ustalarından George Stevens yönetmiş. Başrollerdeki üç dev isim (Montgomery Clift, Elizabeth Taylor ve Shelley Winters), hacimli ve çok daha derin bir romanın popüler bir filme dönüştürülmesinden kaynaklanan bir zayıflığı olsa da hikâyesinin ilginçliği, Stevens’ın John Huston (“The African Queen”), Elia Kazan (“ A Streetcar Named Desire”), Vincente Minelli (“An American in Paris”) ve William Wyler (“Detective Story”) gibi usta isimlere rağmen kazandığı ve rakiplerinin üstün yetenekleri düşündülüğünde tartışmalı olsa da aldığı Oscar’a yakışan yönetmenliği ve sınıf çatışmalarını klasik Hollywood sinemasının içinde dile getirebilmesi ile önemli bir film bu. Ve klasik sinemanın da bugüne kalabilen ve ilgiyi hak eden örneklerinden biri kesinlikle.

Dresier romanını 1906 yılında yaşanan ve katilin elektrikli sandalyede infazı ile sonuçlanan gerçek bir cinayet hikâyesinden esinlenerek yazmış romanını. Hikâye temel olarak koyu dindar bir ailede yetişen yoksul, hırslı ve akıllı bir genç adamın önce kendisi gibi yoksul bir kıza, sonra da fabrikalarında işe girdiği zengin akrabalarının tanıdığı olan zengin bir kıza aşık olması ile gelişen olayları anlatıyor. Bu hikâye Dreiser’e 800 sayfayı aşan romanında hem sınıflar arası çatışmaya hem de cinayet işlemekle suçlanan adamın annesi ile mektuplaşmaları üzerinden din, vicdan vb.konulara değinme fırsatı vermiş ve kitap klasik Amerikan edebiyatının çok bilinen örneklerinden biri olmuştu. Michael Wilson ve Harry Brown’un yazdığı, romandan ve romana dayanarak Patrick Kearney’nin yazdığı tiyatro oyunundan uyarlanan senaryo hem filmin kısıtlı süresi nedeni ile hem de popüler sinema seyircisine cazip gelebilmek adına romandaki derin pek çok konuyu bir kenara bırakmış ve bir parça yüzeysel biçimde ele almış. Örneğin anne ile oğlu arasındaki mektuplaşmalar veya hapishanedeki bölümlerin romanda okuyucuda uyandırdığı sevgi ve merhamet duyguları (daha doğru bir deyişle bu duyguları uyandırması ve üzerinde düşündürtmesi) filmde hayli zayıf kalmış. Benzer biçimde genç adamın karakterindeki zaafiyet ve korkaklığı ile hırslarının ve önüne çıkan fırsatların çelişmesinden doğan trajedi de yeterince güçlü işlenememiş. Ne var ki tüm bunlara rağmen işbilir yönetmen George Stevens daha sonra “Giant – Devlerin Aşkı” ile ikinci kez alacağı yönetmen Oscar’ını ilk kez kazandığı bu filmde filmini geniş seyirci kitleleri için kesinlikle cazip kılmayı başarmış. Üstelik bunu yaparken kimi ufak “radikal” tercihlerde de bulunmayı ihmal etmemiş. Kimi zaman tüm bir planı sabit kamera ile çekerek (yoksul genç kızın hamile olduğunu söylediği sahne veya adamın telefonda önce bu kızla, sonra zengin olanı ile konuştuğu sahne) Hollywood klasiklerinin genel tercihlerinden uzaklaşırken, Clift ile Taylor’ın ikili bir konuşma sahnesinde çok yakın plan çekimle konuşanın yüzünü, dinleyenin ise profilini ve omzunu gösteren kamera açıları ile standart anlayıştan uzaklaşıp “rahatsız” edici olmayı bile göze almış. Evet, pek de radikal değil tüm bunlar ama yine de bir klasik Hollywood filmi için kesinlikle kayda değer bir farklılık yaratıyor filmde.

Filmin kimi unutulmaz yanlarına da değinmek gerek. Clift ve Taylor’ın ilk karşılaştıkları sahnede kendisinin farkına bile varmayan Taylor’ın diğerleri ile konuşmasını hayranlık, belki bir parça kızgınlık ve en çok da kendisini gösterebilme arzusu taşıyan gözlerle seyreden Clift’in bakışları unutulacak gibi değil kesinlikle ve film bunun gibi başka anlar da içeriyor. Stevens Clift’in fabrikada işçi olarak çalıştığı yere gelen zengin amcası ile konuşması sırasında yine bir işçi olan Shelley Winters’ın onları seyrettiği sahneyi çok çarpıcı bir şekilde sınıf farkının görsel karşılığına dönüştürmeyi başarıyor. Bu sahne yoksul genç kızın aşık olduğu yoksul gencin zengin akrabaları nedeni ile sınıf değiştirmeye çalışacağına ve kesinlikle kendisinden çok daha avantajlı olduğuna inandığını ifade eden sözleri ile birlikte düşündüldüğünde daha da etkileyici oluyor açık bir şekilde. Stevens işbilirliğini ve klasik Hollywood zanaatkârlığındaki ustalığını daha aslında filmin hemen başında gösteriyor. Açılış yazıları ile birlikte otostop yaparken arkadan gösterdiği genç adamı, yazıların bitiminde seyirciye doğru döndürüyor ve yüz ifadesindeki hırsa tanık olmamızı sağlıyor.

Romandaki kadar veya sosyal duyarlılığı çok daha yüksek olan ve kendisi gibi “ahlâkçı” filmler çekmeyen bir yönetmen kadar güçlü ve eleştirel yaklaşmıyor Stevens sınıf farkına bu filmde elbette ama yine de gösterdikleri ile de takdir etmeli kendisini. Örneğin hikâyede farklı zamanlarda geçen ve her ikisinde de polisin araba içindekileri sorguladığı iki ayrı sahne çok önemli. İlkinde yoksul gencimiz (Clift) ve ilk aşkı olan yoksul genç kız (Winters) polisin azarlaması ile ezik ve mahcup bir duruma düşerken, ikincisinde adam yine mahcup ve haklı bir gerekçe ile korku içindeyken zengin kız (Taylor) sınıfına uygun düşen bir rahatlık ve umursamazlık ile karşılıyor polisi. Bu iki sahne birlikte aslında sadece sınıfların otorite karşısındaki konumlarını vurgulamakla kalmıyor, aynı zamanda adamın içine girmeye çalıştığı sınıfa ait olmadığını/olamayacağını da söylüyor sanki seyirciye.

Ve oyuncular… Üç isim de kendisine yakışanı yapıp karakterlerinin içini hak ettikleri gibi dolduruyorlar. İçlerinde asıl öne çıkanı ise bu “Amerikan trajedisinin” odağındaki Montgomery Clift oluyor. Karakterinin romanizminden hırsına, savrulmalarından korkularına ve tereddüt dolu iç çatışmalarından takınmaya çalıştığı rahat tavırlara kadar tüm yönlerini çok zengin bir oyun ile gösteriyor bize. Elizabeth Taylor sinemadaki ilk büyük rollerinden birinde hem karakterinin hissettiği aşkı bize bire bir geçiriyor hem de Clift ile sinemadaki bu ilk birlikteliklerinde oyuncuların kimyası tuttuğunda nasıl bir büyü oluşturabileceklerinin de kanıtı oluyor. Shelley Winters’ın güçlü bir oyunculuk nasıl olurun bir örneğini sergilediği performansı hayatta kalabilmek için elindekine can havli ile sarılan bir insanın ne hissedebileceğini bize çarpıcı bir biçimde gösteriyor.

Evet, romantizm –ve daha iyi olabilirmiş aslında diyeceğimiz bir gerilim- hikâyenin sosyal boyutunun çoğunlukla önüne geçiyor, vicdan ve ahlâk tartışmaları olması gereken kadar derinleştiril(e)miyor, tempo zaman zaman düşüyor, filme çok daha fazla zenginlik katabilecek anne karakteri (bu rolde Hollywood’daki komünist avının acısını çekenlerden Anne Revere var) ve hikâyenin din boyutu harcanmış görünüyor, Taylor’ın hapishanedeki ziyaret sahnesinin tümü çok gereksiz… Ne var ki tüm bunlar bu Hollywood klasiğinden keyif almaya engel olmamalı. Sonuçta hedeflediğini -hedeflerini yetersiz bulsanız da- tutturan bir film karşımızdaki. Özetle, ait olduğu “karanlıktan” çıkıp “güneşli bir yere” geçmeye çalışan bir karakterin trajedisi izlenmeyi hak ediyor.

(“İnsanlık Suçu”)

Giant – George Stevens (1956)

“İnsan bu kadar toprağa ancak başkalarının elinden alarak sahip olabilir”

Uzun yıllara yayılan ve büyük çiftlik sahipleri ve onların petrol ile başlayan dönüşümlerini Teksaslı bir aile üzerinden anlatan bir hikâye.

Amerikalı yazar Edna Ferber’in bir romanından uyarlanan bu epik havalı film Rock Hudson, Elizabeth Taylor ve James Dean önderliğindeki zengin bir kadro, iki yüz dakikayı aşan süresi, hikâyesinin yirmi yılı aşan bir süreye yayılması ve görkemli görüntüleri ile adı gibi “dev” bir eser. Yönetmen George Stevens’ın filmine büyük bir özen ve sevgi ile yaklaştığı filmin her karesinde kendini belli ediyor ve yönetmen aldığı Oscar ödülünü hak edecek bir şekilde filmini çoğunlukla geleneksel sinema kalıpları içinde ama hayli özenilmiş ve titiz bir mizansenle ve arada az da olsa başvurduğu küçük ama etkili yenilikçi denemeler ile anlatıyor.

Evet, dev bir film bu. Dev çiftlikler, malikâneler, uçsuz bucaksız topraklar, sonsuz bir gökyüzü, petrol kuyuları, binlerce sığır ve dev oyuncular aracılığı ile filmin adının altı tam anlamı ile dolduruluyor film boyunca. Fazlası ile uzun süresi ve bu süreye sığdırılan hikâye düşündüldüğünde filmi örneğin Dallas gibi bir dizinin sinema versiyonu olarak görmek mümkün; sanki yıllarca süren bir dizinin özetini seyrediyor gibi hissediyorsunuz. Böyle olunca da bir süre sonra film yormaya başlıyor seyredeni ve bir gelişmeyi tam anlamı ile sindiremeden bir başkası getirilince önünüze siz de “düşünmeden seyretmeye” başlıyorsunuz. Çiftlik sahiplerinin keşfedilen petrol ile zenginleşmesine, kadın hakları, ırkçılık gibi pek çok yan tema da eklenmiş ama film pek çok aşk hikâyesi içermesine rağmen aşkın “büyüklüğünü” aktarmakta yetersiz kalıyor. Hudson-Taylor ilişkisinde bir büyülü yan getiremiyor bize film veya benzer bir şekilde Dean’ın Taylor’a duyduğu hislerin ne olduğunu anlamamanız için film elinden geleni yapmış sanki. Her unsurunu devasa boyutlarda ele alan film aşkın boyutlarını neden bu kadar belirsiz bırakmış, anlamak pek mümkün değil. Hudson-Taylor-Dean gibi bir üçlüyü karşımıza getiren bir Hollywood filminden –bizi alıştırdıkları üzere- dev aşklar bekliyoruz doğal olarak.

Rock Hudson ve James Dean’ın tuhaf aksanlarla –Teksas aksanı olsa gerek- konuştukları filmde Hudson aksamıyor ama filmdeki karakter için doğru isim o muydu tartışılır. Daha sert bir profil sergileyecek bir oyuncuya daha uygun bu rolünde Hudson’ın işte tam da bu nedenle en başarılı olduğu sahneler adeta bir Hudson-Doris Day filminden alınmışa benzeyen ve Taylor ile arasında yatak odasında geçen konuşma bölümü ve kavga ettiği ve filmin de kimi komik anlarına kaynaklık eden bölümler. Elizabeth Taylor’ın performansında özel bir yan yok ve özellikle ikinci yarıda epeyce arka planda kalıyor. Filmin yıldızı ise James Dean kesinlikle. Sanatçı filmin yaklaşık son üçte birlik bölümündeki yaşlı halinin başarısız bir makyajın da hayli yadırgatması ile olmamışlığı bir yana bırakılırsa göründüğü her karede parlıyor. Gizemli, yakışıklı, serseri, kırılgan ve çocuksu kelimeleri ile özetlenebilecek oyunculuğu ile sinema hayatının bu son filminde külte dönüşmüş o ünlü pozunu da veriyor; arabasının arka koltuğunda otururken bacaklarını ön koltuğa uzatmış ve başında kovboy şapkasının olduğu kare sinemanın en unutulmaz karelerinden biri olsa gerek. Buna karşılık Dean’in yaşlı halinin alkolik bir mafya babası görüntüsü var ki hiç yakışmamış filme. Onun su kulesinin tepesine çıktığı ve çatlamış topraklardan oluşan “krallığına” baktığı sahne yönetmenin filmde yarattığı kimi etkileyici sahnelerden biri.

Meksika kökenlilere karşı gösterilen ırkçılığı sık sık ve doğrudan eleştiri konusu yaparak takdiri hak eden film zenginlerin fırtınada kaçışmasını gösteren sahnesi ile –bilinçli veya bilinçsiz olarak- açık bir zenginlik/gösteriş eleştirisi de yapıyor. Yine de bu eleştirisinin dozunu düşüren bir yaklaşımı var filmin. Örneğin yeni zenginin yeni tesislerinin açılış sahnesi nerede ise girişimciliğin/kapitalizmin kutsanması olarak algılanmaya açık. Bir başka örnek olarak da lokantadaki kavga sahnesi gösterilebilir. Burada kavganın tek nedeni bir ırkçı yaklaşım olsa da film bu sahneyi karikatürize ederek kendi yaklaşımına zarar veriyor.

Özetle bu dev film, klasik Holywood çerçevesi içinde kalsa da kimi farklılıkları ile dikkat çeken, üç büyük yıldızının çekiciliğine sahip ve belki biraz fazla uzun ve zaman zaman onca olayı anlatmaya kalktığı için senaryosu sinopsis havası taşıyan ama ne olursa olsun görülmesi gerekli bir çalışma. Genç bir James Dean’ın “güzelliği” ve yönetmeninin kimi ilginç tercihleri için. Ne olursa olsun, bir cenaze töreninde töreni uzaktan seyreden Meksikalı küçük çocuğun esnemesi gibi İtalyan Yeni Gerçekçiliğinden izler taşıyan bir karakteri o dönem Amerikan filmlerinde bulmak imkânsız çünkü.

(“Devlerin Aşkı”)