Eminönü’nde Avrenos’un Meyhanesi – Georges Simenon

Fransızca yazan Belçikalı yazar Georges Simenon’un 1935 tarihli romanı. Hızlı ve çok sayıda üretmesi ile bilinen ve suç edebiyatına yüzlerce eser armağan eden yazarın aynı yıl içinde yayımlanan üç farklı romanından biri olan kitapta Simenon bu kez bir polisiye hikâye anlatmıyor. Yazarın 1933’de Türkiye’ye yaptığı ziyaretin izlerini taşıyan kitap gezdiği üç şehirden biri olan İstanbul’u (Ankara ve Trabzon’a da gitmiş yazar) odağına alan bir çalışma. Cumhuriyet’in on yıl sonrasında, kozmopolit bir şehir olan İstanbul’da Türkler ve yabancıların arasında geçen roman dönemin İstanbulu’nun, özellikle de Beyoğlu odaklı yaşamın izlerini taşıması ile özellikle bizim için ilgi çekici bir eser.

Fransız elçiliği için çevirmen olarak çalışan ve elçiliğin Türk bürokrasisi ile ilgili idarî işlerini takip eden Jonsac adında bir adam ve onun Ankara’nın gece kulüplerinin birinde tanıştığı Nouchi adında bir Macar dansöz. Yoksul çocukluğun travmalarını hâlâ yaşayan, sevgiye inanmayan ve başta Jonsac olmak üzere tanıştığı tüm erkekleri kendisine bağlamayı bilen bu genç kadın ile kırk yaşındaki Jonsac’ın -Nouchi’nin ret etmesi nedeni ile- cinsellik içermeyen ilişkisini Türk ve yabancı arkadaşlarını ve İstanbullu zengin bir ailenin kızı olan Leyla’yı da katarak anlatan kitap tüm Simenon eserleri gibi hızla okunan ve bir şekilde okuyucuyu kendisine bağlayan bir eser. Küçük hacmi ile, elbette dönemin İstanbul’unun detaylı bir panoramasını çizmiyor ama yine de özellikle Beyoğlu odaklı bir hayattan bugün bile tanıdık gelebilecek resimler getiriyor önümüze.

Jonsac Leyla’ya tüm zamanlarını birlikte geçirdiği ve çoğu Türk olan arkadaşlarını şu cümlelerle anlatıyor: “Pek çalıştıkları söylenemez. Osmanlı İmparatorluğu döneminde zenginmişler. Ordu ve bürokraside belirli bir yerleri varmış. Şimdi sürekli bir işte çalışmıyorlar. Ufak tefek gelirleri var, o kadar. Ayak uydurmak istemedikleri yeni dünyadan sıkılıyorlar.” Kitap tüm bu karakterlerin yeni kurulan cumhuriyet rejimindeki “Batılı” hayatlarını alçak gönüllü gözlemlerle aktarırken, özellikle üç ana karakter (Jonsac, Nouchi ve Leyla) üzerinden bireysel görünse de toplumsal yanları da olan bir hikâye aktarıyor bize. Zayıflıklar, kırılganlıklar, arayışlar ve ayakta kalma mücadeleleri ile dolu ilginç bir Simenon kitabı bu ve Simenon’u sadece polisiyeleri ile tanıyanlara onun farklı bir yönünü gösterecek olması ile de önemli. Beyoğlu, Tarabya, Eyüp ve Eminönü gibi farklı bölgelerin isimlerinin sıklıkla geçtiği kitap özellikle yabancılar masasında çalışan polis müdürü aracılığı ile dönemin ülke yönetiminin yabancılara bakışını da yansıtıyor. Çevirmen S. Bağdatlı (Selahattin Bağdatlı olsa gerek) kitabın Türkçeye geç çevrilmiş olmasının nedenini “çok yumuşak da olsa, bize yönelik eleştirilere karşı aşırı derecede hassas” olmamız ile açıklamış. Kitapta yumuşak türünden bir eleştiri bile yok aslında ama yine de özellikle parlak ve milliyetçilerin hoşlanacağı türden bir resim çizmiyor Simenon.

Kitabın Yılmaz Yayınları’ndan çıkan baskısının ciddi sorunları var. Kitabın arka kapağındaki “… birbirinden gizemli, birbirinden çözümü zor olaylarla dolu bir gerilim romanı…” ifadesi açıkçası tam bir kandırmaca. Anlaşılan Simenon polisiyelerinin hayranlarına hitap etmek için uydurulmuş bu ifadelerin aksine kitapta tek bir gizemli olay bile yok. Gerilimi ise var, ama onun da gizemlerle hiçbir ilgisi yok. Kitabın Türkçe adı da sorunlu: Orijinal ismi “Les Clients d’Avrenos – Avrenos’un Müşterileri” olan kitabın Türkçe adına Eminönü’nü eklemek anlaşılabilir olsa da, bir yandan da çevirmenin kitabın o güne kadar çevrilmemiş olmasını eleştirmesi ile çelişiyor. Kitabın ön kapak resmi ise her açıdan problemli: William Wyler’ın 1965 tarihli “The Collector – Korkunç Koleksiyoncu” filminden aşırılan bu fotoğrafın kitapla hiçbir ilgisi olmadığı gibi resmin ima ettiği türden hiçbir olay da olmuyor filmde. Kapak tasarımını yapan kişinin mi (adı H. Zafer olarak geçiyor) yoksa yayınevinin mi fikri bu ucuz numara bilmiyorum ama yayımcılık adına utanılacak bir durum yaratılmış maalesef.

(“Les Clients d’Avrenos”)

Üç Dul Kavşağı – Georges Simenon

Belçikalı yazar Georges Simenon’un ünlü dedektif karakteri Maigret’nin kahramanı olduğu ilk romanlardan biri. 1931 tarihli roman ertesi yıl ünlü Fransız yönetmen Jean Renoir tarafından aynı isimle sinemaya uyarlanmış ve dedektifi de yönetmenin kardeşi Pierre Renoir canlandırmıştı. Sinemanın önemli suç filmlerinden biri olan bu esere kaynaklık eden Simenon’un bu romanı yazarın tüm eserleri gibi rahat bir dil ile kaleme alınmış, hızla ve keyifle okunan bir çalışma. Sadece “kim yaptı” ile değil, işlenen cinayetin gizemi üzerinden de bir çekicilik sahibi olmayı başaran roman -elbette başta Maigret’nin kendisi olmak üzere- tümü ilginç karakterleri ile de ilgi çekici.

“Üç Dul Kavşağı” adını taşıyan bir bölgede geçiyor hikâye. Bir üçgenin köşelerini oluştururcasına bu kavşağa yerleşmiş eski ve büyük bir ev (ve orada yaşayan tuhaf iki insan), bir sigortacı ile karısının yaşadığı bir ev ve bir benzin istasyonun parçası olduğu hikâye tuhaf bir cinayetin zanlısının sorgulanması ile başlıyor. Simenon kitabını tam anlamı ile bir “olay ve mekan birliği” üzerine oturtmuş. Roman bu kavşağı hiç terk etmiyor ve birkaç günlük süresi boyunca da romanın ana karakterleri ve birbirleri ile ilişkilerine odaklanan yapıdan hiç ayrılmıyor yazar. Bu da kitaba bir yoğunluk duygusu katmış ki başlayınca sonuna kadar bırakmama arzusunu yaratan da bu yoğunluk duygusu temel olarak. Tüm karakterlerin -kitabın küçük hacmine rağmen- birer hikâyesinin yaratılabilmesi ve temponun hiç düşürülmemiş olması da kitaba ciddi bir katkı sağlamış. Çok sayıdaki karakteri ve olayın karmaşıklığını hayli iyi yöneten yazarın finalde -Agatha Christie’nin Poirot karakterinin yaptığına benzer bir şekilde-herkesin bir arada olduğu bir ortamda tüm olan biteni dedektifine özetletmesi, yarattığı tanıdıklık duygusu ile bir yandan hoş bir tercih olarak görünürken, öte yandan bir parça kolaycılık gibi de duruyor.

Tüm dedektiflerde olduğu gibi, Maigret’nin de analiz yeteneği ve gözlem gücü ile bir suçu aydınlattığı ve suçluları yakaladığı romandan çekilen Renoir filmini Fransız sinemacı Jean-Luc Godard’ın “Tek büyük Fransız dedektiflik filmi” olarak tanımladığını da hatırlatalım ve romanı tüm suç edebiyatı düşkünlerine ve Simenon hayranlarına önerelim gönül rahatlığı ile.

(“La Nuit du Carrefour”)

Venedik Treni – Georges Simenon

Üretken Belçikalı yazar Georges Simenon’un bir polisiyesi. İlk kez 1965 yılında yayınlanan kitap sıradan ve dürüst bir adamın tesadüfen eline geçen ve sahibini bilmediği yüklü bir para ile değişen hayatını ve bu paranın onu sürüklediği psikolojik kaosu anlatıyor. Simenon’un ünlü dedektifi Maigret’in yer almadığı roman, “kim yaptı” veya “suçlu nasıl yakalanacak” sorularının peşine düşmüyor, bunun yerine sürekli olarak odağında tuttuğu kahramanına ne olacağı konusunda merak uyandırmayı tercih ediyor. Beş yüze yakın romanı olan Simenon’un eserleri defalarca sinema ve televizyona uyarlanmış ve bu romanı da 1989’da Caroline Huppert’in yönetmenliğinde bir televizyon filmi olarak çekilmiş ama “Venedik Treni” yerine “Viyana Treni” olarak adlandırılmış bu TV yapımı.

Birlikte tatil yaptığı ailesini birkaç günlüğüne Venedik’te bırakıp kendisi Fransa’ya erken dönen bir adamın bindiği trende karşılaştığı bir adamın kendisinden bulunduğu bir ricayı karşılamayı kabul etmesi ile hayatının altüst olmasını anlatıyor Simenon’un romanı ve yazarın, baş karakterinin içinden geçtiği ruh hallerinin analizine ağırlık verdiğini düşünürsek eseri neredeyse bir psikolojik roman olarak da nitelemek mümkün. Eskiden öğretmenlik yapan, şimdi ise plastik eşyalar üreten bir firmada müdür olarak çalışan evli, iki çocuklu ve sıradan bir adam kahramanımız. Simenon onun bu sıradanlığını eline geçen yüklü paranın onda yarattığı tedirginliği anlatmak için kullanıyor asıl olarak. Pek çoğu gibi kendisinden beklenen hayatı yaşayan ve sorgulamadığı bir rutinlik içinde sürüklenip giden adam için bu para hem yeni bir umut ve içinde kalanları yaşama fırsatı hem de bir tehdit oluşturuyor.

Simenon karakterinin tüm yaşamını geriye de dönerek -romanın küçük hacmine rağmen- detaylı bir şekilde analiz ediyor ve şimdi içinde bulunduğu ruh hâlini ve sürpriz finali daha iyi anlamamızı sağlıyor böylece. Trende tanıştığı ve sonra ortadan kaybolan bir adam (sonradan bulunan bir cesedin ona ait olup olmadığını öğrenemiyor), bir kadın cesedi ve içinde bugünkü karşılığı yaklaşık 2 Milyon Dolar olan banknotlarla dolu bir çanta; bu parayı yavaş yavaş ve kendisi de farkında olmadan sahiplenmeye başlıyor adam ve paranın neden olduğu yalanlarla dolu bir hayatı sürdürmenin neden olduğu tedirginlik ve endişenin içinde kaybolmaya başlıyor: “Artık yavaş yavaş paranın ona ait olduğuna, onu yasal olarak kazandığına, yıllardır almayı istediği ya da karısına, çocuklarına hediye etmeyi istediği en ufak bir şeyi satın almak için ona el sürememenin insanı çileden çıkardığına, bunun haksızlık olduğuna inanıyordu.”

Hayatını hep kapıldığı akıntının kendisini sürüklemesine izin vererek yaşamış sıradan ve namuslu adamın finalde düştüğü durum ve buna gösterdiği tepki ile okuyucusunu şaşırtan Simenon’un kıvrak kalemi sayesinde ilgi ile okunan ve başlayınca bir türlü elden bırakılmayan bir sonuç ortaya koyduğu roman, kahramanının merak ettiği soruların cevaplarını (paranın kaynağı, gizemli adamın ve ölen kadının kimlikleri gibi) okuyucu için de belirsiz bırakıyor ve hikâyenin polisiye yanından çok sıradan bir adamın trajedisine odaklanıyor bu keyifli eserinde.

(“Le Train de Venise”)

Maigret Arizona’da – Georges Simenon

Belçikalı yazar Georges Simenon’un komiser Maigret’yi konu edindiği kitaplarından biri olan “Maigret Arizona’da”, yazarın Nazilerle “işbirliği” yaptığı gerekçesi ile hakkında yürütülen soruşturma yüzünden 1945 yılında gittiği ABD’de yazdığı bir roman. 1955 yılına kadar Avrupa’ya geri dönmeyen yazarın verimli çalışma temposu ABD ve Kanada’da da devam etmiş ve aralarında Maigret serisine ait olanlar da dahil olmak üzere pek çok roman ve hikâye yazmıştı Simenon. Bu romanın diğer Maigret eserleri ile kıyaslandığında çok önemli bir farkı var: Kahramanını Arizona’da bir duruşma salonuna sokuyor yazar ve genç bir kızın ölümü ile ilişkisi olduğu düşünülen beş askerin “ön soruşturma”sını izletiyor ona. Pasif konumu nedeni ile soruşturmanın/duruşmanın doğrudan bir parçası olamıyor Maigret ve her ne kadar herkesten öne suçluyu keşfetmiş olsa da hikâyenin asıl kahramanı olmuyor.

Hakkında yürütülen soruşturma sonucunda -pratikte işlemeyen- bir cezaya çarptırılmış Simenon ve beş yıl boyunca bir kitap yayımlaması yasaklanmış. Bu soruşturmadan uzaklaşmak için gittiği ABD’de, kendisinin de bir süre yaşadığı Arizona’da geçiyor hikâye. Bu ülkede mesleği ile ilgili bir inceleme gezisinde bulunan Maigret kendisi ile ilgilenen FBI ajanının işi nedeni ile onun bir süre yalnız bırakması üzerine oyalanmak için girdiği bir mahkeme salonunda yürütülen bir soruşturmayı takip ediyor. Altı jüri üyesinin yer aldığı soruşturmada jürinin kızın ölümünün bir cinayet sonucunda olduğuna karar vermesi durumunda asıl ceza mahkemesi başlayacak. İşte Maigret bu ön duruşmaları tıpkı mahkeme salonundaki izleyiciler gibi pasif bir konumda takip ediyor ama duruşma aralarında baş şerif, şerif yardımcısı veya ölen kızın kardeşi gibi karakterlerle diyalog kurarak resmî olarak olmasa da işin bir parçası oluyor. Dolayısı ile hikâyedeki heyecan veya gerilim, sadece ortada bir suçlu olup olmadığı (bir cinayet işlenip işlenmediği) ve bir cinayet oldu ise bunu kimin işlediğinin keşfedilmesi üzerinden yaratılıyor. Hikâyede “eksik” olan Maigret’nin dedektiflik becerisinin yerini ise onun yaptığı gözlemler üzerinden üretilen bir ABD incelemesi ve ABD ile Fransa’nın karşılaştırılması alıyor.

Eleştirmen Jack Edmund Nolan’ın “Anti Amerikalı” olarak tanımladığı kitapta Maigret üzerinden bu ülkeyi anlamaya çalışıyor Simenon. Kitabın sonuna düştüğü nota göre Temmuz 1949’da tamamlamış kitabı Simenon ve dört yıldır bulunduğu bu ülkenin gerçeklerini bu romana yedirmeye çalışmış. Sonuçta gözlemler ve değerlendirmeler kısa bir bir dedektiflik romanının (belki daha doğru bir ifade ile, bir duruşma romanının) boyutunun ötesine geçmiyor ama yine de dönemin ABD’si için bir Avrupalı yazarın sözleri önem taşıyor kuşkusuz. Şerif yardımcısı olan çiftlik sahiplerinin birlikte bir suçluyu yakaladığının söylenmesi üzerine Maigret’nin “Fransa’da çevrede oturan insanlar suçludan ziyade polisi durdurmaya çalışırlardı.” demesi veya komiserin FBI ajanı Cole’un her zaman “çevik, dinç ve içinden geldiği belli olan keyfiyle” karşısına çıkmasının sırrını anlamaya çalışırken şu yargıya varması bu anlama çabalarının göstergeleri: “Bu, hiç kâbus görmeyen, kendisiyle ve başkalarıyla barışık bir adamın huzurlu neşesiydi… Maigret’yi çileden çıkaran da buydu işte. Bu tavır ona çok iyi yıkanmış, çok iyi ütülenmiş tertemiz bir giyisiyi düşündürüyordu… aslında onların da bütün insanlara özgü o sıkıntıları bildiklerinden ama utandıkları için böyle neşeli göründüklerinden kuşkulanıyordu.” Maigret’nin “Her şeyleri olan insanların yaşadığı bu ülkede yolunda gitmeyen neydi?” veya “Bazen insan hazır bir giysinin içinde sıkıldığını… hisseder ve öyle bir an gelir ki artık bu sıkıntıya tahammül edemeyip üstündekileri yırtmak ister” gibi cümlelerle ifade ettiği düşüncelerini, onun takip ettiği soruşturmanın parçası olan beş askerin davranışlarını anlatmak için de kullanıyor sanki Simenon.

1981 yılında Maigret’nin maceralarından uyarlanan bir TV dizisinin bir bölümüne kaynak olan romanı Simenon izlediği bir duruşmada dinlediklerinden ilham alarak yazmış. Bazı eleştirmenler romanı ABD’nin Güney Batı bölgesinin başarılı bir resmi olarak tanımlarken, kimileri de Maigret karakterinin Paris dışındaki bu macerasını kahramanını çoğunlukla gözlemci konumda tutması nedeni ile yeterince çekici bulmamış. Maigret’nin kendisi için söylediği “Burada ne işi vardı?” cümlesi de bunu işaret ediyordur belki. Bu son değerlendirmede bir haklılık payı var ama sonuçta kahraman o olmasa da ortada nedeni araştırılan bir ölüm var ve Simenon okuyucuyu akıcı kalemi ile kızın akıbetinin nedeni ve bir cinayet oldu ise suçlunun kim olduğu konusunda merakta tutmayı başarıyor. Bunu yaparken, karakterler ve davranış özellikleri üzerinden ABD’yi de anlamaya ve anlatmaya çalışıyor bize ek bir keyif kaynağı olarak.

(“Maigret Chez le Coroner”)