Yıkılış – Graham Greene

İngiliz yazar Graham Greene’in 1948 tarihli romanı. Orijinal ismi “The Heart of the Matter” olan roman Türkçeye “Yıkılış” olarak çevrilmiş; bir başka ifade ile söylersek, orijinal isim yıkılışın nedenini öne çıkarırken, Türkçe isim yıkılışın kendisini tercih etmiş vurgulamak için. Bu romanla birlikte üç romanı daha (“Brighton Rock”, The Power and the Glory”, “The End of the Affair”) sahip oldukları dinsel temalarla “Katolik Roman” türünün dört önemli eseri olarak gösterilen ve kendisi de hem eserlerinde hem özel yaşamında Katolik olmak üzerine düşünen ve üreten bir yazar olan Greene (yaşamının ilerleyen yıllarında kendisini “katolik agnostik” ve hatta “katolik ateist” olarak tanımlamışlığı da var), bu romanında adını vermediği bir Afrika sömürgesinde emniyet müdür yardımcısı olarak çalışan bir polis binbaşının özel yaşamındaki olaylar ve görevi nedeni ile tanık olduklarının sonucu olarak bir ahlâki ikileme düşmesini girmesini ve kendi inancını ve genel olarak bireyle Tanrı arasındaki ilişkiyi sorgulamasını anlatıyor. Yayımlandığı yıl, 1919 yılından bu yana verilmekte olan “James Tait Black Memorial” ödülünü kazanan roman, 1953 yılında George More O’Ferrall tarafından aynı isimle sinemaya uyarlanmış.

Greene romanını yazarken, İngiliz gizli servisi MI6’nın elemanı olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında Sierra Leone’de geçirdiği günlerdeki gözlemlerinden yararlanmış ve binbaşı karakterinin sorgulamalarını etkileyici bir dil ile anlatmış okuyucuya. Yazar, baş karakterini “merhamet duygusu çok gelişmiş iyi niyetli ve zayıf bir adam” olarak tanımlıyor ve onun trajik sonu da bu acıma duygusu nedeni ile verdiği kararla geliyor. Karakterlerden birinin “Tam bir Babil Kulesidir burası” diye tanımladığı sömürge, yılın yarısında yağmurun hiç durmadığı, sıcağın ve nemin devamlı bunalttığı, sıtmanın hiç eksik olmadığı bir toplum ve buraya ait olmadıklarını her an hisseden karakterleri ile roman için ilgi çekici bir fon oluşturmuş. Her ne kadar Green bunu romanda hiç doğrudan dile getirmese de hemen tüm Batılı karakterlerin yaşadıkları ve hissettikleri bu toprakların onların doğal yaşam alanı olmadığını ve olamayacağını ortaya koyuyor. “… heyecana uygun bir hava değil buranın havası. Bayağılığa, kötülüğe, züppeliğe uygun bir havadır buranınki. Kin ya da sevgi gibi duygular, insanı deliye döndürür burada.” diyor kendi kendine binbaşı karakteri romanın bir yerinde. Yerel halkın beyazların hizmetinde veya önemsiz pozisyonlarda çalıştıkları ülkede, güç sömürenlerin elinde olsa da sömürülenlere hiçbir zaman tam anlamıyla güvenemeyen/güvenemeyecek bir İngiliz grubu anlatıyor roman ve kendileri de buranın yerlileri olmasa da oraya çok daha fazla uyum sağlamış Suriyelilerin -tüm dalavereleri ile- pratik hayatı yönettiklerini gösteriyor. İnancını ve yaşadıklarını sorgulayan baş karakterin kendisi için doğal olmayan bir ortamda yapıyor olması bunu, durumun trajik boyutunu artıran bir unsur olarak başarı ile kullanılıyor romanda.

Katolik olan binbaşının, devam eden savaş nedeni ile artan güvenlik tedbirlerine aykırı ilk davranışı, hikâyesine inandığı katolik bir Portekizli gemi kaptanının kızına yazdığı mektubu sansüre vermeyip ve kaptanı ihbar etmeden yok etmesi oluyor. Bu noktadan sonra kahramanımızın sorgulamaları da başlıyor: Yalan söylemek, zina, intihar vb. günahlar, bunların cezası, günah çıkarma, cehennem vs. hemen her bölümde çıkıyor karşımıza ve “Cehennemlik olma yeteneği, ancak iyi niyetli insanların yüreğinde bulunur her zaman” diye yazarak Greene, kahramanımızın akıbetini de hissettiriyor bize öncesinde. Acıma duygusu nedeni ile, başkalarını (biri karısı, diğeri sevgilisi olan iki kadını) kurtarmak için ve Tanrı’ya ihanetinin bedeli olarak kendisini feda ediyor bu karakter ve “…acıma duygusu yüzünden dürüstlüğünün ne denli bozguna uğradığını…” gibi satırlar onun tüm sorgulamalarının bir özeti ve inanan (ya da inanmak isteyen) ama inancı sarsılan adamın trajedisinin hikâyesini oluşturuyor. Tanrı’nın neden dünya üzerindeki tüm acılara göz yumduğu sorusunu cevaplayamayan bu trajik karakterin hikâyesi “dinsel bir metin” olarak algılanmamalı sadece; sonuçta herhangi bir kuvvetli inanç ve bu inançtan kuşkuya kapılmak da söz konusu olabilirdi burada. Greene o eski usûl romanların tadını kuvvetli biçimde hissettiren bu eserinde, “işlediği günahlarla Tanrı’ya acı çektirdiğini düşünen” adamın hikâyesini, trajik kararını aldıktan sonra kilisedeki “iç seslerinin çatışması”nda olduğu gibi etkileyici bir dil ile anlatıyor okuyucuya.

(“The Heart of the Matter”)

İstanbul Treni – Graham Greene

Istanbul TreniGraham Greene’in dördüncü romanı olan “İstanbul Treni” İngiliz yazarın ciddi bir başarı kazanan ilk eseri. Kendi ifadesi ile “ilk ve son kez, okuyucunun hoşuna gitmek ve şans yaver giderse filmi de yapılacak” bir eser üretmek için başladığı bu kitap her iki amacının da yerine gelmesini sağlamış. Roman 1934 yılında Paul Martin tarafından, kitabın ABD’deki adı olan “Orient Express” ismi ile sinemaya uyarlanmış. Greene bu romanını kendisinin “ciddi edebiyat” eserleri arasında sıralamıyor ve amacının okuyucuyu eğlendirmek olduğunu söylüyor ama sonuçta karşımızdaki isim Graham Greene ve bu “hafif” eserde örneğin ırkçılık ve politika gibi ciddi konular anlatılan olayların tam da göbeğinde yerini alıyor.

Roman Belçika’nın Ostend kentinden İstanbul’a giden bir trende geçen olayları anlatıyor ve son bölüm hariç tüm olaylar trenin içinde veya istasyonlarda yaşanıyor. Beş bölümden oluşan kitabın her bölümü bir şehirin adını taşıyor (sırası ile Ostend, Köln, Viyana, Subotica ve İstanbul) ve yan karakterlerin yanısıra beş temel karakterin hikâyesini anlatıyor bize roman: Devrim başlatmak üzere Belgrad’a giden bir sosyalist lider, işlediği cinayet nedeni ile Viyana’dan kaçan bir hırsız, iş için İstanbul’a giden bir Yahudi tüccar, çalışmak için İstanbul’a giden varyete dansçısı bir kız ve kaçak konumundaki lideri tanıyınca büyük bir haber yapma umudu ile peşine düşen lezbiyen bir gazeteci. Greene romanı yazdığı tarihlerde hem finansal açıdan yaşadığı sıkıntının hem de o dönem İngiltere’nin içinde bulunduğu ve “Great Depression” olarak adlandırılan ekonomik kriz döneminin neden olduğu karamsarlığın, bu karakterlerin hayatları ile ilgili bir çıkışın peşine düştüğü hikâyesine yansıdığını belirtmiş yıllar sonra. Roman başlarda bir Agatha Christie havası yaratır gibi olsa da, derdi “kim yaptı” olmaktan çok uzak. Kitap yaklaşan İkinci Dünya Savaşı öncesinde (1931’de yazılmış kitap) hemen tamamı ilk kez bu trende tanışan karakterlerinin arasındaki ilişkilere ve her birinin içinde bulunduğu topluma uyum ve ayakta kalma çabasına odaklanıyor ama bunu yaparken de seyirciyi diri tutacak bir macera da sunuyor. Yahudi tüccarın ırkının ileride karşılaşacağı zorlu hayatın işaretlerine sık sık tanık olduğu romanda, Graham Greene’in -anti-semitik olarak adlandırılamayacak olsa da- bu karaktere sık sık hayli klişe bir şekilde yaklaşıp, onu örneğin sürekli para ile ilgili bir konunun içinde gösterdiğine de dikkat etmek gerekiyor.

Sosyalist liderin devrim hayali, genç dansçı kızın tanıştığı zengin adamla sınıf atlayarak farklı ve saygın bir hayata kavuşma hayali veya gazeteci kadının kalıcı ve kendisine sadık kalacak bir aşık bulma ve ön sayfalık bir haber patlatma hayali… Karakterler tüm bunların peşinde iken, Greene oldukça gerçekçi bir final ile bağlıyor romanını ve herkesi “ait olduğu” hayata geri bırakıyor tren yolculuğunun sonunda. Bir başka deyişle, yukarıda bahsettiğim karamsarlığı gerçekçi bir sonun parçası yapıyor. Hemen hep yağan bir karın altında geçen romanda Green’in dili hayli ustalıklı kullanımı (ilk bölümde karakterlerin tanıtımında olduğu gibi) ve tasvirler kesinlikle etkileyici. Graham Greene kalitesini taşıyan bir “hafif” roman bu ve okunmalı.

(“Orient Express” – “Stamboul Train”)

Twenty-One Stories – Graham Greene

İngiliz yazar Graham Greene’in ilk kez 1954 yılında basılan “Yirmi Bir Hikâye” adlı bu kitabındaki hikâyelerin büyük bir kısmı 1947’de “Nineteen Stories – On Dokuz Hikaye” adlı kitapta yer almış ilk kez. Yazarın 1929 ile 1954 arasında yazdığı hikâyeleri içeren kitap tıpkı romanları gibi sinemaya da ilham kaynağı olmuş ve iki hikâye beyaz perdeye aktarılmış. “The Basement Room” 1948’de “The Fallen Idol – Meşum Kadın” adı ile Carol Reed tarafından ve “Across The Bridge – Köprünün Ötesi” aynı isimle 1957 yılında Ken Annakin tarafından uyarlanmış sinemaya. Her iki film de bugün beğenilen sinema yapıtları arasında ve özellikle ilki bir klasik olmuş durumda. Greene’in romanlarından yapılan uyarlamalar arasında da yine Carol Reed’in çektiği 1949 tarihli “The Third Man – Üçüncü Adam” gibi bir başyapıtın da olduğunu hatırlarsak senaryo da yazan Greene’in sinema ile yakınlığını çok daha iyi anlarız sanıyorum. Yazarın eserlerinin sinema ile ilişkisi konusunda son olarak Lütfi Akad’ın 1972 yılında onun “A Gun For Sale” adlı romanını “Yaralı Kurt” adı ile uyarladığını da söylemiş olalım. Aynı roman Memduh Ün ve Halit Refiğ tarafından 1962 yılında da “Güneş Doğmasın” adı ile sinemamıza kazandırılmıştı,Yeşilçam’ın telif hakkı diye bir kavramdan habersiz olmayı seçtiği günlerde.

Sinema sanatının Greene’e duyduğu yakınlığın nedeni hikâyeler okunduğunda çok daha net bir şekilde anlaşılıyor. En uzunu yirmi yedi sayfa (“The Basement Room”), en kısası ise dört sayfa (“I Spy”) uzunluğunda olan bu hikâyelerin her biri uzunluklarından bağımsız müthiş bir karakter ve olay örgüsü zenginliğine sahip. Bir yandan hayli İngiliz öte yandan hayli evrensel olan karakterlerin her birini inanılmaz bir çekicilikle donatmış Greene ve tüm hikâyeler uyandırdığı farklı duygularla (heyecan, gizem, masumiyet, hayal kırıklığı, ikilemler vs.) okuyanı kolaylıkla avucunun içine alacak cazibeye sahip. Ve sanırım tüm hikâyelerin bir ortak özelliği olan, okuyanda acı bir tat bırakması da hem bir şekilde hikâyelerin birbirine bağlanmasına hem de okuma tecrübesinden sonra kalıcı bir iz bırakmasına imkân sağlamış görünüyor. Kara mizahtan da zaman zaman yararlanan Greene hikâyelerini çoğunlukla kimi “olumsuz” temalar (intihar, hastalık, korku, mutsuzluk, ihanet vs.) üzerinde oluştururken de bu acı tadın peşine düşmüş sanırım ve insan doğasının karanlık yönlerini öne çıkarmayı tercih etmiş.

Greene’in kendisinin en beğendiği hikâyelerinden biri olan müthiş “The End of the Party”, bugün pek çok okuyucunun favorileri olan “The Basement Room” ve “The Destructors”, müthiş bir mutsuzluk ve harcanan bir hayat çağrışımı ile beni hayli etkileyen “The Blue Film”, küçük hikâyelerin nasıl benzersiz bir okuma deneyimi olabileceğini kanıtlayan “The Hint of an Explanation”, trajikomik havası ile “Alas, Poor Maling” ve kaçmak ile kabullenmek arasında sıkışmışken kaçmanın korkutucu olabilecek yüzü ile karşılaşan genç kadını anlatan “A Drive in the Country” ve elbette tüm diğer hikâyeleri ile bu kitap sağlam bir edebiyat örneği olarak okunmayı kesinlikle hak ediyor. Dilimize araştırabildiğim kadarı ile çevrilmemiş görünen kitap özellikle hikâye düşkünleri için okunması zorunlu bir eser denilebilir rahatlıkla.