Üç Hikâye – Gustave Flaubert

Fransız yazar Gustave Flaubert’in ilk basımı 1877 yılında gerçekleştirilen ve üç uzun hikâyeden oluşan kitabı. Bu hikâyelerin ilkinde (“Saf Bir Kalp”) eğitimsiz ve saf bir hizmetçi kızın adanmışlıklarla ve yalnızlıkla geçen hayatı anlatılırken, ikincisinde (“Konuksever Aziz Julien’in Efsanesi”) Flaubert, Rouen Katedrali’ndeki “Konuksever Aziz Julien” vitrayından yola çıkarak bu katolik azizinin hikâyesini bilinenden çok farklı bir şekilde çıkarıyor okuyucunun karşısına. Son hikâye olan “Herodias”ta ise dinî hikâyelerin/efsanelerin de karakterlerinden biri olan kral Herodes ve Vaftizci Yahya’nın başının kesilerek öldürülmesi anlatılıyor.

Flaubert hikâyelerini yazarken pek çok kaynaktan esinlendiği gibi, onun hikâyeleri de başka sanatçılara esin kaynağı olmuş. Yazar ilk hikâyede kendi hayatındaki kimi olaylardan yararlanmış hem baş karakter hizmetçi Félicité’yi hem de kardeşi Paul’ü çizerken. İkinci hikâye hem gerçek bir karakterin hayatından hem de onu anlatan ünlü bir vitraydan yola çıkmış, çok farklı yollara sapsa da daha sonra. Son hikâyede ise yine gerçek kahramanının hayatından yola çıkıp, -hikâyedeki dans bölümü için- Yahya’nın başının kesilmesini sağlayan Salomé’yi ünlü dansını yaparken resimleyen Rouen Katedrali’ndeki kabartmadan ve Mısır’da seyrettiği bir dansözden ilham almış. Buna karşılık ilk hikâye Julian Barnes’ın “Flaubert’s Parrot – Flaubert’in papağanı” adlı romanına, ikinci hikâye Camille Erlanger’in aynı isimli operasına, son hikâye ise Oscar Wilde’ın “Salome” adlı oyununa ve Jules Massenet’in “Hérodiade” adlı operasına esin kaynağı olmuş. Kitabın girişinde, geçen yıl hayatını kaybeden Veysel Atayman’ın genel olarak Flaubert’i ve eserlerini de kapsamına alan ve hikâyelerin her birini analiz eden doyurucu bir yazısı var ki belki sadece kitabı okumadan önce değil, kitabı bitirdikten sonra da geri dönüp okumayı gerektirecek kadar önemli ve yararlı bir yazı bu ve Flaubert’in en önemli eserlerinden biri sayılan bu kitaba yakışıyor gerçekten.

İki tarihsel/efsanevî kişilik ve bir kurmaca karakterin baş karakterleri olduğu bu üç hikâyede ortak bir tema yok tam olarak ama ilk ikisinin yalnızlık (daha doğrusu giderek yalnızlaşma), kaybetme ve fedakârlığı içine alan kimi ortak yanları var. Masal havasını da taşıyan ve sade bir dil ile yazılan bu üç hikâyede hayli güçlü bir atmosfer oluşturmuş Flaubert ve özellikle ikinci hikâyede, okuyanı çarpan pek çok etkileyici satır yaratmış. “Konuksever Aziz Julien’in Efsanesi”nde bir katliama dönüşen avlanmayı ve bir kehanetin dile getirilmesi veya yine aynı hikâyede kahramanın bir ormanda tek başınayken ve korkuları ile yüzleşirken hayvanlarla karşı karşı karşıya kaldığı bölüm örneğin, yazının ve gerçek edebiyatın gücünü müthiş bir şekilde kanıtlıyor okuyucuya. İlk hikâye, üzeri çok da örtülü olmayan sert din eleştirisi ile önemli olmasının yanısıra, göndermeleri ile de diğer iki hikâyeden farklı bir yerde duruyor. Hayatı “önemsiz” bir hizmetçinin hikâyesi üzerinden Fransız sömürgeciliğinin de eleştirisini yapıyor burada Flaubert ve içerdiği mistik havaya rağmen, bu hikâyeyi diğerlerinden daha gerçekçi bir dil ile anlatıyor. Veysel Atayman’ın yazdığı gibi (“… Félicité sona doğru yaklaştıkça çevresi ıssızlaşıp bir tür “çöle” dönüşür. Hayat ağır ağır sönerken o da yalnızlaşır, sefilleşir; saflığı, cahilliği içinde hapsolur. Ölürken dudaklarında bir gülümseme vardır. Belki o da bir tür ermiştir…”) bu hikâyenin de ikincideki gibi bir ermişi anlattığını söylemek mümkün kurgusal karakteri üzerinden.

Güçlü bir kalemden çıkan bu üç öykü Flaubert’in eserleri içinde farklı bir yerde duran, müthiş bir okuma keyfi veren ve edebiyatın gücünün kanıtı olan eserler. Kitabı bitirdikten sonra onlara ilham veren veya onların ilham verdiği ya da aynı kaynaklardan beslenen diğer sanat eserlerine göz atmak da ayrı bir keyif verebilir. Benim için bu eser Carlos Saura’nın 2002 tarihli “Salomé” adlı filmi (bir dans/flamenko filmi demek daha doğru aslında) oldu.

(“Trois Contes”)

Yerleşik Düşünceler Sözlüğü – Gustave Flaubert

yerlesik-dusunceler-sozluguFransız yazar Gustave Flaubert’in bu kitabı çevirmenlerden Sema Rifat’ın önsözde belirttiği gibi, biçimsel yapısı ile bir sözlük görümünde olsa da, bu sözlükte “tanımlar değil de bunların yerine geçen ve gerçek tanım süsü verilmiş karşılıklar, yargılar, halk arasında yaygın olan yanlış kanılar, saçmalıklar vardır”. Yazarın bu yaklaşımı -sanırım onun da arzu ettiği üzere- okucuyu bu tanımlara nasıl yaklaşması konusunda ikilem içinde bırakıyor gibi görünüyor ama sonuçta bir mizah eseri bu ve o bağlamda ciddiye almak gerekiyor tanımları. “Ahmaklar” sözcüğünün tanımı olarak “Bizim gibi düşünmeyenler”, kendi uğraş alanı olan “Edebiyat” içinse “Aylakların uğraşı” tanımlarının verildiğini belirtmek Flaubert’in yaklaşımını anlatmak için yeterli.

Çevirmenlerin açıklayıcı bir önsözü yer alıyor kitabın başında. Doyurucu bir önsöz bu ama orijinal kitapta yer alan kimi sözcüklere neden yer verilmediği ile ilgili açıklamaları (“yalnızca Fransız dilinin sınırlı bir özelliğini yansıttıkları için ya da Fransız toplum yaşamını ilgilendirdikleri ve eskiye dayanan özel durumlara ilişkin oldukları için…”) tartışmaya açık biraz. Sonuçta çeviride yer vermeye karar verdikleri kimi sözcükler de bu kapsama giriyor ve bunların hepsini de bir dipnot ile açıklamıyorlar. Örneğin “Ekonomi” kelimesinin açıklamasında referans verilen “Laffitte” ve “Perregaut”nun kim olduklarını kaç kişi bilebilir? Bu durum bir yana, bir Flaubert hayranı olan İngiliz yazar Julian Barnes’ın İngilizce baskı için yazdığı ve burada yer verilen önsözünün de ayrı bir keyif kattığı kitap bu. Barnes önsözünü Flaubert’in kitabının biçimini taklit ederek sözlük şeklinde ve yine aynı mizahî yaklaşımı benimseyerek yazmış. Burada “1821’de Rouen’da doğdu, 1880’de Croisset’de öldü. Bir deha.” Diye tanımladığı yazarın bu sözlüğünü “bilgelik üzerine değil” diye niteliyor ve “Dünyadan bıktığınız anlarda elinize alıp birkaç madde okuyacağınız” bir kitap olarak tanımlıyor ve “Kitabı, takındığı tavrı ve tekniğini düşünmeniz, dudaklarınızda hüzünlü bir gülümsemenin belirmesi ve Sözlük’ün görevini yerine getirmesi için yeterli” diye ifade ediyor kitabın misyonunu.

Flaubert sözlüğün açılışında Fransız yazar Chamfort’un bir özdeyişine yer vermiş ki sözlüğün amacını da çok iyi özetliyor bu özdeyiş: “Bahse girerim ki kamuya mal olmuş her düşünce, benimsenmiş her uzlaşım bir saçmalıktır, çünkü çoğunluğa uygun gelmiştir”. Bu mizahî kitap sözlükteki kimi maddelerin anlamını daha iyi idrak edebilmek için verilen referansları araştırmaya teşvik etmesi ile de bir önem taşıyor açıkçası ve her ne kadar Flaubert “Sözlük” maddesinde “Sözlükten şöyle söz etmeli: Yalnızca cahiller için hazırlanmıştır” dese de bu “alaycı” tavrı ürkütmemeli okuyucuyu. Başta “Madame Bovary” olmak üzere pek çok ölümsüz klasiğin yaratıcısı olan yazardan hayli ilginç, eğlenceli ve öğretici bir kitap bu. Evet, öğretici! Başka nereden öğrenebilirsiniz, toplum içinde esneyince şöyle demek gerektiğini: “Kusura bakmayın, sıkıntıdan değil, mideden”? Maddelerin bir kısmını sadece birkaç kelime, bir kısmını da sadece birkaç cümle ile açıklayan bu sözlük kendine özgü yapısı ve mizahı ile okunmayı hak eden bir çalışma.

(“Le Dictionnaire des Idées Reçues”)

Duygusal Eğitim – Gustave Flaubert

Fransız yazar Gustave Flaubert’in 1869 tarihli klasiği, “Duygusal Eğitim – L’Éducation Sentimentale”. Yazarın yedi yılda tamamladığı roman temel olarak İkinci Cumhuriyet’in 1848’de kuruluşunu sağlayan devrim ve 1852’de İkinci İmparatorluk döneminin başlaması sırasında genç bir adamın, etrafındaki sosyal ve siyasi dönüşümler sırasında yaşadıklarını anlatıyor. Flaubert baş karakter Frederic’i kendi hayatından esinlenerek oluşturmuş ve aşık olduğu kendisinden yaşça büyük evli bir kadına olan tutkusu etrafında onun toplumsal olaylar karşısındaki “eylemsizlik” olarak adlandırılabilecek günlerini aktarmış okuyucuya.

Kitabın sonuna eklenen sonsözde profesör Philippe Desan kurmaca yazarlığı ile tarih yazarlığının karşılaştırmasını yapıyor bu romanı baz alarak ve Flaubert’in romanı yazarken en çok korktuğunu söylediği konulardan biri olan tarihsel gerçeklerin karakterlerini gölgede bırakması üzerine okuması keyifli bir değerlendirme yapıyor. Flaubert’in etrafında devrim niteliğinde olan olaylar olup biterken vuslata eremeyen bir aşkı içinde hep taşıyan ve bu aşkı diğer tüm ilişkileri için nerede ise referans olan genç adamı doğrudan olumlu veya olumsuz bir karakter olarak çizmemesi ilginç. Romanın başında orta sınıftan bir karakter olan ve sonunu da öyle getiren bu genç adamın içine girdiği sanat, siyaset vb. tartışmalara ve sık sık olayların tam göbeğinde olmasına rağmen diğer pek çok karakterin aksine doğrudan bir eyleme girişmemesi, örneğin Paris sokaklarının yakılıp yıkıldığı bir gece randevusuna gelmeyen aşık olduğu kadının neden olduğu acı içinde kıvranması, onun toplumsal olan konusundaki eylemsizliğinin örnekleri. Aristokrasi, burjuvazi, kapitalizm, emekçi sınıfı vb. kavramlar roman boyunca olayların parçası veya karakterlerin aksiyonlarının nedeni olurken, Flaubert bu yoğun tarihsel arkaplanda karakterlerinin yitmemesini sağlamış ve korktuğu akıbete uğramamış görünüyor.

Baş karakter olan Frederic’in ağzından duyduğumuz “halkın bir önemi yoktur” sadece onun değil Flaubert’in de görüşü olsa gerek. Devrim sırasında ve sonrasında yaşananlar çok da bilinçli hareket ediyor görünmeyen bir halk kalabalığı tasvir ediyor çünkü. En azından kitabın başında sosyalist bir karakter olan Senecal’in yazarın en az sempatik yaklaştığı karakterlerden biri olması da ilginç bir ayrıntı. Yazar tüm farklı ideolojilerin ve sınıfların adamlarını birer birer karşımıza getirirken, hepsini eleştirisinin parçası yapıyor aslında ve zaman zaman bu derin konular, korktuğunun tam tersi bir yönde olarak, onun kurgusal olaylarının ve karakterlerinin gölgesinde kalıyor. Flaubert’in en sempatik yaklaştığı karakterin tam bir mert halk adamı olan Dussardier karakteri olduğunu da söyleyelim burada.

Tüm klasiklerde olduğu gibi burada da benzersiz ve uzun tasvirleri var yazarın. Yemek davetlerinde, at yarışlarında vs. toplumun sıkı bir resmini çiziyor, detaylara yoğunlaşarak ve adeta o anların görsel bir karşılığını satırlarda yaratarak. Çeşitli bölümlerde adeta bir izlenimci tabloya bakarken alınacak keyfi alabilirsiniz kitabı okurken. Buna karşılık edebi gerçekçilik akımının bir örneği olan kitap, günlük sıradan olayları, nesneleri ağırlıklı olarak ele alıyor ve romantik bir edebiyatın uzağında duruyor kesinlikle. Romanın adının aksine Frederic karakterinin bir şey “öğrenmediğini” düşünmek mümkün kitabı bitirdikten sonra. Romanın sonunda yazar, arkadaşı ile en güzel günlerinin geride kaldığını konuşurken, tanık olduğumuz tüm hikâyesi boyunca yaptıklarının ve yapmadıklarının şimdiki “hüznünün” doğal sonucu olduğunu ve dolayısı ile duygusal eğitiminin çok da başarılı geçmediğini kabul etmek gerekiyor.

Çeviri ile ilgili birkaç not: Cemal Süreya’ya ait olan çevirinin kitaba ayrı bir tat kattığı açık. Ne var ki kimi küçük itirazımlar var burada. “Ağaç türlerinin değişikliği değişik bir görünüm meydana getiriyordu” (Sf. 369) veya “Başka bir korku, ileride ondan nefret etme korkusunu duyuyordu. İleride ondan nefret etme korkusu durdurdu onu” (Sf.476) gibi kelime ve ifade tekrarları daha çok bir editör hatası gibi duruyor. Kralların isminin Türkçede alıştığımız gibi XIV. Louis şeklinde değil, Batı dillerinde olduğu gibi Louis XIV olarak yazılması ve Dessan’ın sonsözündeki romana yapılan göndermelerin elimizdeki kitabın sayfa numaraları ile değil, kitabın bir İngilizce baskısının sayfa numaraları üzerinden oluşturulması da pek doğru gelmedi bana.

(“L’Éducation Sentimentale”)