Berlin Calling – Hannes Stöhr (2008)

“Tanrı’ya inanmasını talep etmiyorum ama bir şeylere inanmalı”

Berlin’de bir diskjockey’in müzik tutkusunun ve uyuşturucu bağımlılığın iç içe geçtiği hikâyesi.

Yönetmen Hannes Stöhr bu filminde yine futbola selam gönderiyor ve kahramanımız film boyunca Milan, Fransa ve Arjantin gibi kulüp veya milli takımların formalarını sırtından çıkarmıyor ve finaldeki hikâye için de hayli önem taşıyan konser performansında da Brezilya forması ile yapıyor şovunu. Brezilya’nın ülkeler üstü bir taraftar grubu olduğu düşünüldüğünde en dramatik konser için doğru bir seçim. Stöhr “One Day in Europe” filminde futbolu ve bu spor dalının etki gücünü odağına alarak keyifli küçük hikâyeler anlatmıştı. Bu filmde ise farklı hikâyelerin yerini tek bir hikâye alıyor ve hikâyenin dram yönü ağır basıyor ama yine bir temel odak noktası var: bu kez müzik.

Kahramanımız bir ses sihirbazı aslında. Kimini gerçek hayattan aldığı kimini ise bilgisayarında kendisinin yarattığı sesleri bir araya getiriyor ve işte binlerce insanın hep birlikte kendinden geçmesini ve tekrarlanan bir ritimin içinde kendilerini kaybetmelerini sağlayan “şarkıları” yaratıyor. Bu esnada da seks ve uyuşturucudan oluşan bir labirent içinde kayboluyor. Her türlü sese duyarlı bir adam bu müzisyen ve örneğin sokaktan gelen bir elektrikli testere sesine bile kulak kabartabiliyor. Bu filmdeki sahneler bir kez daha bana gösterdi ki bu elektronik müzik konserleri başka bir dünyaya açılan bir kapı aslında. Bu farklı dünyaya sadece filmde olduğu gibi uyuşturucu, alkol vs. ile geçilmiyor aslında. Aksine yine filmin gösterdiği gibi bu müziğin kendisi bu kapıyı aralayan ve yarattığı yeni gerçeklik asıl gerçekliğin önüne geçiyor, en azından bir süreliğine. Bu tür müzikler yaratıcısının bulduğu bir ritmin (ve nadiren de bir melodinin) altını çizip duruyor, onu tekrarlayarak çoğaltıyor ve o an için her şeye egemen bir unsur haline getiriyor; bu bağlamda da bir tür uyuşturucu rolünü üstleniyor aslında veya onu bütünlüyor sanki.

Kahramanımızın sahne adı İkarus ve bu isim “Güneşe fazla yakın” uçarken balmumundan kanatları eriyen mitolojideki İkarusu ve oradan da uyuşturucu ile fazlası ile yakınlaşan adamın başına gelenleri anlatıyor olsa gerek. Sinemasal açıdan bakıldığında ise aslında çok da fazla bir şey yok filmden geriye kalan. Özellikle bu tarz müzikten hoşlananların çok keyif alacağı bir müzik bandı var filmin ve şüphesiz başta “Sky and Sand” olmak üzere hayli keyifli şarkıları. Oyunculuklar fena değil ve baş roldeki Paul Kalkbrenner kendi gerçek kişiliğine çok yakın birisini canlandırmanın da avantajı ile idare ediyor. Stöhr uyuşturucu komasına girmekte olan kahramanımızı gösterdiği sahnede epey etkili bir iş çıkarıyor ve “Gece vakti Berlin gökyüzündeki uğursuz kuşlar” görüntüsü gibi çarpıcı karelere de imza atıyor ama zaman zaman hikâyenin müzik-dram-müzik sırası ile akması rutin bir hava da veriyor filme ama neyse ki müziğin kendi ritmi bu rutinliği kırıyor.

Özetle hikâyenin dram tarafının ve bunun analizinin biraz yüzeysel kalan havasına takılmayıp, müziğin kurtarıcılığının, müziğe olan inancın ve müziğin kendisinin keyfine varılabilecek bir film. Filmin gerçekçi havasına ve bu bağlamda zaman zaman takındığı bir dürüst belgesel anlayışına da dikkat etmeli. Daha güçlü bir hikâye filmi daha ileri bir noktaya taşıyabilirdi ama yönetmenin böyle bir endişesi de yokmuş gibi görünüyor. Sonuçta filmin eleştirdiği bir şey olup olmadığı da tartışmalı; müzik endüstrisine dokunur gibi olan sahneler bunun en net göstergesi.

(“Berlin Ateşi”)

One Day in Europe – Hannes Stöhr (2005)

one_day_in_europe

“Bugün kafalarında futboldan başka bir şey yok”

 

Galatasaray ile Deportivo’nun Şampiyonlar Ligi finalini oynadığı gün Avrupa’nın dört ayrı noktasında yaşanan küçük hikâyeler.

 

Hayali (veya benim ve bazıları için umutsuzca özlenen) bir şampiyonlar ligi finalinin oynandığı gün Avrupa’nın dört ayrı şehrinde (Moskova, İstanbul, Santiago de Compostala ve Berlin’de) geçen birbirinden bağımsız küçük hikâyeleri anlatan sevimli bir film bu. Hikâyelerin tümünü bağlayan ortak öğeler var elbette; soyulan veya soyulma rolü yapıp sigortadan parasını almaya çalışan karakterler, hikâyenin geçtiği şehire başka bir ülkeden gelen yabancılar, polisler ve karakollar, futbol sevgisi ve futbolla en az ilgisi olanların hikâyelerin kahramanlarının olması. Yerinde bir mizah duygusu, olayların geçtiği ülkelere özgü motiflerin ve karakterlerin yerinde seçimi ve herhangi bir turistik malzeme peşinde koşulmaması, görüntülerden yansıyan samimiyet duygusu ve sıcak oyunculuklar filme artı puan getiren noktalar.

 

Moskova bölümünün sonundaki sürpriz, İstanbul bölümündeki taksi şöförünün başarılı çizilmiş karakteri, Santiago de Compostola bölümündeki hüzün gibi başarılı parçaları olan film doğrudan futbola veya futbolun hayattaki yerine odaklanmayıp, insanların maça hazırlandığı, maçı seyrettiği saatlerde etrafta olan biten küçük olayların peşinden gitmeyi tercih ediyor. Bu açıdan bakıldığında futbolla ilgili en fazla odaklanılan konunun bu sporun evrensel etkisi olduğu söylenebilir. Deportivo’nun “Los Turcos” olarak anılan bir kulüp olması, statüden/ülkeden bağımsız televizyon karşısında maçın büyüsüne kapılan insanlar, başka belki de hiçbir kavramın bir araya getiremeyeceği insanların seçtikleri renklerin ve bayrağın peşinde bir bütün olması bu etkiye örnek olarak gösterilebilir.

 

Sonuç olarak sıcak, küçük ve anlattığı hikâyeler aracılığı ile Avrupa’yı da karşımıza getiren bir film. Olayların geçtiği şehir/ülkeler ile dalgasını da geçebilen ve bu açıdan belki de İstanbul’a ve Türklere daha hoşgörülü bakan bu film bir analiz peşinde olmasa da futbolu seven herkes ve özellikle Galatasaray’lılar için ve farklı diller konuşsa da insanların bir şekilde anlaşabileceğine inanan, insanın her yerde aynı insan olduğunu düşünen herkes için. Küçük ve sevimli.

(“Avrupa’da Bir Gün”)