Play It Again, Sam – Herbert Ross (1972)

PlayItAgainSam“Dün gece yatakta muhteşemdim; bir kez bile kalkıp kılavuza bakmam gerekmedi”

Boşanmış bir film eleştirmeninin, arkadaşı olan bir çiftin ve Humphrey Bogart’ın yardımı ile yeni bir kadın arkadaş bulma çabasının hikâyesi.

Woody Allen’ın aynı adlı kendi tiyatro oyunundan sinemaya uyarladığı ve Herbert Ross’un yönettiği bir komedi. Allen’ın başrolleri Diane Keaton, Tony Roberts, Susan Anspach ve Jerry Lacy ile paylaştığı film, sanatçının daha sonra da pek çok filminde tekrarlayacağı sorunlu, özgüven problemi olan, terapiste giden karakterinin ilk örneklerinden biri olmasının yanında, Bogart üzerinden giriştiği sinema göndermeleri, kimi epey sıkı bir kahkaha attıran esprileri, eğlenceli hikâyesi ve oyuncularının keyifli performansları ile önemli bir çalışma. Hikâyede epey yeri olsa da her zaman hedeflendiği kadar güçlü bir komedi kaynağı olamayan Bogart karakterinin kullanımı ve gelişmelerin tahmin edilebilir olanın ötesine pek geçememesi gibi sorunları olsa da kaçırılmaması gereken bir film bu.

Michael Curtiz’in 1942 tarihli “Casablanca” filminin finali ile açılıyor film ve o finale özenen veya finali yeniden yaratan kendi finali ile kapanıyor. Hayranı olduğu Bogart’ın günlük hayatta ne yapması gerektiği konusunda ama en çok da kadınlar konusundaki tavsiyelerine başvuran eleştirmenin nevrozlu karakterinin yaratma potansiyeli olan tüm komediyi akıllı bir şekilde kullanıyor Woody Allen’ın senaryosu ve onun keyifli performansı ile daha da değerlenen bir sonuç elde ediyor. Allen’ın karakterinin heyecanını, korkularını, telaşını ve sakarlığını çok iyi yansıtan diyaloglar, sahnelemeler ve oyunculuk, kaçırılmamalı ifadesini hak edecek kadar başarılı. Evi sinema posterleri ama ondan da çok ilaçlarla dolu karakterin aynı sahne içinde depresyonun en uç noktasından maninin en uç noktasına değişiveren ruh halinden sıkı espriler yakalıyor hikâye ve buna Allen’ın sakar kahramanının neden olduğu fiziksel komedi anlarını da ekliyor ki kesinlikle hayli başarılı bir sonuç veriyor bu kombinasyon. Örneğin, Allen’ın bir randevuya hazırlanırkan saç kurutma makinesi ile yaşadığı macera beklenmedik olması ve Allen’ın performansı ile çok eğlenceli kesinlikle. Benzer bir unutulmaz sahne de kahramanımızın kendisini ziyarete gelen bir kadın için evinde entelektüel imaj yaratma çabasına tanık olduğumuz anlar: Bu sahnede hem Allen’ın oyunculuğu hem de entelektüel göndermeleri de olan espri yüklü diyaloglar aracılığı ile benzer bir başarı üretiliyor ki art arda kahkaha atmamak elde değil. Allen’ın doğrudan odağında olmadığı sahne/komedi az ve onlar da her zaman güçlü değil ama aşırı yoğun arkadaşının bulunduğu yerin telefon numarasını bir yerlere bildirme telâşı (cep telefonunun olmadığı günlerdeyiz, sonuçta) içerdiği eleştiri ile de keyif veriyor seyredene.

Konuşmalı, hem de epey konuşmalı bir film bu ama dinamik bir yapıya sahip olmasına engel olmamış bu durum ve Allen’ın esprileri de çoğunlukla güçlü olunca seyredeni yormuyor ve rahatsız etmiyor hikâye. Buna karşılık senaryonun aksayan yanları da var: Örneğin Bogart karakterinin göründüğü sahnelerde arzulanan derecede bir etkileyicilik yaratamıyor film ve hatta bu sahnelerin kimi bir parça gereğinden uzun görünüyor. Kimi kısa sahnelerin de bir parça zorlama göründüğünü belirtmek gerekiyor. Örneğin, Allen ve arkadaşının “kültürlü insan” sahnesi ne yeterince komik ne de hikâyeye herhangi bir katkı sağlayabiliyor.

“Casablanca” filminde aslında hiç söylenmeyen ama herkesin aksine inandığı bir cümleden (“Play it again, Sam”) adını almış Allen’ın oyunu ve filmimiz. “Casablanca”da bu cümle Ingrid Bergman tarafından “Play it once, Sam” ve Bogart tarafından “Play it!” şeklinde dile getirilmiş ama nedense bu şekilde yerleşmiş tüm sinemaseverlerin zihninde. Woody Allen işte o filmden esinlenen ama filmdeki Bogart karakterinin tam tersi bir karakterin hikâyesini anlattığı senaryosunu Herbert Ross’a teslim etmiş ve o da hikâyeye yakışan bir dil ile üzerine düşeni yapmış görünüyor. Allen dışındaki oyuncuların da (farklı bir oyun tarzını tercih etmiş olsa da, onunla iyi bir kimya oluşturan Diane Keaton, kendisini terk eden eşini oynayan Susan Anspach ve meşgul iş adamı rolündeki Tony Roberts) eğlendirmeyi başardığı film, Allen’ın komedisi ve oyunu, “Casablanca” filmi ile hikaye boyunca kurduğu paralellikler ve kimi sağlam esprileri ile görülmesi gerekli bir çalışma, özet olarak.

(“Tekrar Çal Sam”)

The Goodbye Girl – Herbert Ross (1977)

“Şimdi beni dikkatli, çok dikkatli dinler misin… bu seninle son konuşmam olabilir. Bu dünyadaki herkes senin muhteşem vücudunun peşinde değil, hanımefendi. Her şeyden önce o kadar da muhteşem değil. İdare eder ama beni geceleri uykusuz bırakacak kadar muhteşem değil. Çok güzel olduğunu da düşünmüyorum. Arada bir gülümsesen belki işe yarar ama inançlarına aykırı bir şey yapmanı da istemem”

Erkek arkadaşı tarafından terk edilen işsiz bir kadının tiyatro oyuncusu bir adamla evini paylaşmak zorunda kalması ile gelişen olayların hikâyesi.

Komedinin usta yazarlarından Neil Simon’ın orijinal senaryosundan Herbert Ross’un çektiği ve 70’li yılların sevilen filmlerinden biri olmayı başaran bir çalışma. Baş oyuncuları Marsha Mason ve özellikle Richard Dreyfuss’un keyifli oyunları ile de dikkat çeken filmi Neil Simon’ın laf oyunları ile dolu senaryosu sürüklüyor. Romantik komedi kalıpları içinde ilerleyen hikâye çok yeni şeyler söylemiyor ama film hedeflediğini başarıyor ve seyircisine keyifli anlar sunuyor.

Filmin adı kahramanlarımızdan kadın olanının hayatını özetliyor aslında. Sevdiği ve birlikte olduğu tüm erkekler tarafından terk edilmiş olan kadını kendisini Bertolucci ile bir film çekmek için İtalya’ya giden ve zaten başkası ile evli olan bir erkeğin terk etmesi ile başlıyor hikâyemiz. Adam bununla da yetinmeyip kendisine ait olan evi bir oyuncuya kiralıyor. İşte bu oyuncunun, kadının ve küçük kızının birlikte yaşamaları ile gelişen komediyi anlatıyor filmimiz. Huyları hiç uyuşmayan iki ev arkadaşının hikâyesi olarak başlayan ama nereye doğru ilerleyeceği pek de sürpriz olmayan filmimiz bu anlamda yine Neil Simon’ın imzasını taşıyan “The Odd Couple – Garip Bir Çift” filmindeki iki erkeğin yerini bir kadın ve bir erkeğin almış hali olarak da görülebilir aslında. Senaryo önce bu çatışma üzerinde yükseliyor ve sonra bu çatışmanın -bekleneceği gibi- kalıcı bir aşka/ilişkiye dönüşüp dönüşmeyeceği merakını uyandırarak devam ediyor. Tüm bu hikâyede pek yeni bir şey yok ama Simon’ın her zamanki kıvrak kaleminin sinema için yazılmış orijinal bir eser olduğu halde pek dış mekana da yer vermeyen ve daha çok sıkı bir oda tiyatrosu oyunu metnini hatırlatan senaryosuna kattığı çekicilik, yönetmen Ross’un sinema dili olarak özel bir yanı olmasa da senaryoya hizmet etmeyi tercih eden kıvrak anlatımı ve özellikle de oyuncularının başarısı ile film kesinlikle eğlendiriyor.

Gerçek bir olaydan esinlenen ve Shakespeare’in 3. Richard oyununda Richard karakterinin eşcinselliğinin epey abartıldığı tiyatro oyununun provaları, Dreyfuss’un karakterinin sarhoşluğu ve sokaktaki soygun sahneleri gibi pek çok eğlenceli anı var filmin. Bu eğlencenin oluşmasında ise Mason ve özellikle Dreyfuss’un çok ciddi payları var. Mason üzerine düşeni kontrollü ve karakterinin yalnızlık ve yaşlılık korkusunu incelikle sergileyen bir oyunla sergiliyor. Dreyfuss’un performansı ise tek kelime ile dört dörtlük. Göründüğü her karede karakterinin enerjisini, tuhaflığını, içtenliğini ve özellikle vurgulanması gereken sevimliliğini büyüsüne kapılacağınız bir şekilde getiriyor karşımıza. Bizde de gösterilen başarılı sitcom “Friends” dizisindeki Chandler karakterini canlandıran Matthew Perry’nin mutlu olduğu anlardaki vücut dili ve küçük danslarını yaratırken esinlenmiş göründüğü bir oyunculuğu var Dreyfuss’un bu filmde ve filmi tek başına bile seyre değer kılıyor kesinlikle. Hikâyedeki küçük kız karakteri ise zaman zaman klişe bir “büyümüş de küçülmüş” havasına bürünse de pek çok eğlenceli anın yaratıcısı oluyor Quinn Cummings’in oyunu ile.

Senaryonun eğlenceli anlarının yanında zaman zaman bir stand-up’a dönüştüğünü ve bir hikâyeden çok peş peşe gelen esprili anları sergilediğini söylemek mümkün açıkçası ama bu durumu yaratan Dreyfuss karakteri onun oyunculuğundan aldığı güçle filme kattıkları ile bu durumu çok rahatsız edici olmaktan çıkarıyor. Buna karşılık senaryonun kadının kıskançlık anında olduğu gibi nefesinin kesildiği anlarda kimi zorlamalara gittiğini de söylemek gerek. Yine de sonradan müzikali de yapılan bu film sinemasal özellikleri açısından olmasa bile eğlendiriciliği açısından görülmeyi hak eden bir sinema eseri. Dreyfuss’un oyunu ise kesinlikle dikkatle ve keyif alarak izlenmeli elbette.

(“Elveda Güzelim”)

California Suite – Herbert Ross (1978)

“Çok garip! Sekiz yıl boyunca Ulusal Tiyatro’da iki Pinter, dokuz Shakespeare ve üç Shaw oynadım, ve şimdi aptal bir komedi filmi ile Oscar’a aday gösterildim”

Lüks Beverly Hills otelinde dört ayrı odada yaşananların hikâyesi.

Çok zengin kadrosu, Neil Simon senaryosu ve bu tarz hafif filmlerin ustası Herbert Ross’un yönetmenliği ile potansiyel olarak ilgiyi çeken bir film. Aynı mekanda ve aynı zamanda geçen ama hiç çakışmayan ve bu nedenle birbirinden tamamen bağımsız dört ayrı hikâyesi olan film her bölümünde aynı düzeyi tutturamasa da eğlendiriyor kesinlikle ama bundan daha öteye de gidemiyor açıkçası.

Hikâyelerinin birbirinden bağımsız olması ile ve içerikleri açısından düşünüldüğünde daha çok Neil Simon’ın dört ayrı kısa tiyatro oyununun yumuşak ve eğlenceli bir anlatım ile sinemaya aktarılmış hali gibi duran filmin hedefini tam olarak tutturamasa da eğlendirmeyi başardığını söyleyelim öncelikle. Ne var ki ilişkileri olmayan hatta karakterlerinin bir kez bile karşılaşmadığı dört ayrı hikâyeyi paralel olarak anlatmayı tercih etmesi ile eğlendirme gücünü zayıflatmış her nedense. Zaman zaman hikâyelerden biri uzun süre görüntüye gelmiyor diğer üçünü seyrederken ve bu da komedisinin etkileyiciliğini düşürüyor. Düşürüyor çünkü tanımaya başladığınız karakterleri araya giren diğer hikâyeler nedeni ile unutmaya başlıyorsunuz. Tercih bu dört ayrı hikâyeyi ya bir zorlama hissi de yaratmadan ilişkilendirebilmek ya da daha radikal bir bakışla her birini başta sona bir defada tek tek anlatmak olmalıydı. Bu hali ile her bir hikâye farklı bir sitcom bölümü gibi duruyor.

Yıllar önce boşanmış olan bir adam ve kadının (Alan Alda ve Jane Fonda) sorunları olan genç kızları için bir araya geldiği ilk hikâye hem dramı hem de Neil Simon’ın çarpıcı üslubunun izlerini taşıyan başarılı diyaloglarının zenginleştirdiği komedisi ile dikkat çekiyor. Fonda’nın başarılı oyununun da öne çıktığı hikâye annelik ile başarılı politikacılığının arasında sıkışmış olan kadının durumunu 80’lerin Yeni Sağ akımına da göz kırpan bir şekilde ele alıyor maalesef ve güçlü kadının ailede yarattığı sorunu işaret ediyor sanki. Bu hikâye adam ve kadın arasındaki eğlenceli kelime oyunları, imalar ve oyunculukları ile en çok öne çıkan iki bölümden biri.

Filmin ikinci hikâyesi Maggie Smith ve Michael Caine ikilisini getiriyor karşımıza. Biseksüel ve karısını “kendince” seven bir adam ile onun Oscar’a aday gösterilmiş ünlü tiyatrocu karısını, kadının Oscar telaşı üzerinden anlatan bölüm öncelikle Maggie Smith’in başarıya ama ondan da çok kocasından asla istediği biçimde alamayacağı sevgiye aç kadını başarı ile canlandırması ile dikkat çekiyor. Filmin ilk hikâye ile birlikte en başarılı iki bölümünden biri bu ve yine Simon’ın ustalıklı diyalogları ile kendisini ilgi ile seyrettiriyor ama asıl öne çıkan Maggie Smith’in performansı bu bölümde.

Ücüncü hikâye Walter Matthau ve Elaine May’in oyunculukları ile bir gaflet anında ve kısmen de tuzağa düşürülerek eşini aldatan bir adamın karısından bu durumu gizleme çabasını anlatıyor. Matthau eğlenceli ve yatakta yatmakta olan hayat kadınını karısından gizlemeye çalışan adamın kalp krizi geçirtecek telaşı komik ama hikâye vurucu bir final yapamaması ve tekrara düşmesi ile istendiği kadar etkileyici değil yine de.

Son bölüm iki siyah komedi ustasını, Richard Pryor ve Bill Cosby, karşımıza getiriyor ve hikâyesinin diğerleri ile karşılaştırıldığında açıkça zayıf kaldığı görülüyor. Komedisi tamamen iki oyuncusunun performansına dayanan hikâye, başlarına gelenlerin talihsizliği açısından en zavallı karakterlere sahip ve ikisi de doktor ve “siyah” olan adamların bu zavallılıkları dikkat çekiyor açıkçası. Hikâyeyi seyrederken doktor dolayısı ile en azından alt sınıftan olmayan bu karakterlerin olayların geçtiği zengin ve beyaz ortama yakışmadığının ima edildiğini düşünebilirsiniz nerede ise.

Özetle bağımsız dört ayrı hikâye içeren, usta oyuncuları ile dikkat çeken, yeterince eğlendiren (ve ilginç bir şekilde en sağlam kahkahaları en azyıf bölümlerinden birinde attıran) ama bir şekilde gücü zayıf kalmış bir film. Komedisi ve kimi tek cümlelik esprileri çoğunlukla sitcom’a uygun olsa da keyif verecektir seyrederken.

(“Kaliforniya Süit”)

Funny Lady – Herbert Ross (1975)

“Arka cebine tırmanıp hep orada kalmak stiyorum”

Amerikalı şarkıcı Fanny Brice’ın hâlâ sevdiği eşinden ayrılmasının ve fırtınalı yeni ilişkisinin hikâyesi.

Barbra Streisand’ı üne kavuşturan ve sahne müzikallerinin yıldızı Fanny Brice’ın şöhrete giden yoldaki hikâyesini anlatan 1968 tarihli “Funny Girl” filminin devamı olan bu eser pek çok devam filminin kaçınamadığı akıbete sahip ve ilkinin gerisinde kalan bir çalışma olmuş ortaya çıkan. Dramatik bir hikâyesi olmasına rağmen Streisand’ınperformansı ile de etkisini artıran ama çok da çarpıcı olamayan komedi havası ve müzikleri filmi “Funny Girl” seviyesine taşıyamamış görünüyor.

Filmin tam bir başarı olamamasının temel nedenleri olarak senaryosu ve şarkıların hikâyeye yedirilme şekli görünüyor. Senaryodan Streisand ile James Caan’ın karakterleri arasındaki aşkın ortaya çıkışını ve gelişimini anlamak pek mümkün olmadığı gibi ikilinin evlilik sonrasındaki ilişkilerinin seyrini keşfetmek de pek mümkün değil. Streisand’ın ilk eşi rolündeki ve “Funny Girl” filminde de oynayan Ömer Şerif’in karakteri de hikâyede bir görünüp sonra kayboluyor ve senaryonun bir parça kopuk olan yapısının örneklerinden birini oluşturuyor. Senaryo adeta birbiri ile yeterince ilişkilendirilmemiş bağımsız sahnelerden oluşuyor gibi ve bu durum da hikâye boyunca süreklilik alanında hissedilen eksiklik duygusunun açıklaması oluyor. Bu eksikliğe paralel olarak veya aslında onun uzantısı olarak müzikal sahnelerde de bir problem var. Kostümler ve dekorların başarısı ile dikkat çeken ve Fanny Brice’ın rol aldığı müzikallerdeki şarkılarının yanında hikâyenin parçası olan şarkılar garip duruyor çünkü ilk gruptaki şarkılar bir sahne müzikali seyrettiğiniz hissini yaratırken, diğer şarkılar hikayenin parçası olduğu için konsantrasyon sorunu yaratıyor seyredende.

Streisand belki çok çarpıcı değil bu filmde ama gerek şarkıları gerek komedisi ile çizginin üzerine çıkmayı başarıyor. Zayıf bir Ömer Şerif’e karşılık, James Caan filmin asıl yıldızı olarak görünüyor. Karakterinin kaba, doğal ve ukala yanını herhangi bir abartıya ve üstelik senaryo bunu mümkün kılacak bir yapıda olmasına rağmen başvurmadan tam bir doğallık içinde canlandırıyor. Yönetmen Herbert Ross’un ilk filmin yönetmeni olan William Wyler ayarında olmadığını gösteren bir mizansen anlayışı var filmin. Örneğin bir müzikalin ilk gecesinde peş peşe yaşanan aksiliklerin sergilendiği sahne Streisand’ın ve Caan’ın tüm çabalarına rağmen bir türlü seyredeni kahkahalara boğacak bir çarpıcılığa ulaşamıyor. Benzer şekilde havuzda sergilenen müzikal sahnesi de tıpkı bir önceki örnek gibi kaçırılmış bir fırsat olarak görünüyor. Müzikal sahnelerden söz etmişken “Isn’t It Better” ve “Great Day” şarkılarının hem Streisand’ın güçlü yorumu hem de sahnelenişleri ile öne çıktığını ve kaliteli müzikal yapıları ile dikkat çektiğini belirtmek gerek.

Tüm bu eksikliklerine rağmen film yine de seyre değer kesinlikle. Senaryodaki bütünlük eksikliğini, kimi zayıf diyalogları, Herbert Ross’un zayıf yönetimini ve elbette “Funny Girl” ile kıyaslamayı bir kenara bırakırsanız, kimi güçlü şarkıları, en formunda halinde olmasa da Streisand’ın yorumculuğu, Caan’ın oyunculuğu ve o eski günlerin renklerini ve görkemlerini hatırlatan sahneleri ile müzikal sevenlerin keyif alabileceği bir film karşımızdaki. Bu keyif zaman zaman acı bir tat alsa ve hep bir eksiklik duygusu hissettirse de.

(“Komik Kadın”)