Gok-seong – Hong-jin Na (2016)

“Bunların hepsi o ihtiyar Japon’un gelişinden sonra başladı”

Küçük bir kasabada birdenbire başlayan gizemli bir hastalığı ve vahşi ölümleri araştıran ve kendi küçük kızını da korumaya çalışan bir polisin hikâyesi.

Güney Koreli sinemacı Hong-jin Na’nın yazıp yönettiği bir Güney Kore ve ABD ortak yapımı. Daha önceki iki filmi ile gerilimi de olan aksiyon sinemasına el atan yönetmenin bu üçüncü ve şimdilik son uzun filmi korku sineması türü içinde değerlendirilebilecek bir çalışma. Tüm hikâyesi boyunca gizemini korumayı başaran ve başarılı bir korku filmi için olmazsa olmaz bir öğe olan gerçekçiliği de yaratabilen film kesinlikle ilginç bir sinema eseri. Polis karakterini canlandıran Do-won Kwak’ın zor bir rolün altından ustalıkla kalktığı ve genç oyuncusu Hwan-hee Kim başta olmak üzere tüm oyuncuların hikâyeye ikna eden bir güçle katkı sağladığı film, türün kimi klasiklerine de -başta William Friedkin’in 1973 yapımı “The Exorcist – Şeytan” olmak üzere- göz kırparken, hikâyesine Doğu’ya özgü unsurları da doğal bir biçimde katabilmiş olması ile ayrıca ilgiyi hak ediyor.

Açılış jeneriğinde İncil’den bir alıntı yer alıyor filmin: “… Bunları anlatırlarken İsa gelip aralarında durdu. Onlara, “Size esenlik olsun!” dedi. Ürktüler, bir hayalet gördüklerini sanarak korkuya kapıldılar. İsa onlara, “Neden telaşlanıyorsunuz? Neden kuşkular doğuyor içinizde?” dedi. “Ellerime, ayaklarıma bakın; işte benim! Dokunun da görün. Hayaletin eti kemiği olmaz, ama görüyorsunuz, benim var.” (Luka, 24). Bu alıntı hikâyenin gizeminin çözüldüğü bir sahnede ve hayli yerinde bir şekilde tekrar kullanılıyor ki bu bile yönetmen ve senarist Hong-jin Na’nın filmini bütünsel bir bakış içinde ele aldığının ve dersini iyi çalıştığının bir örneği başlı başına. Filmin dinî unsurları sadece Hristiyanlıkla sınırlı değil. Şamanlık da yer alıyor filmde ve yönetmen de hikâyesini yazarken Katolikliğin yanısıra Kore ve Nepal folklorundaki dinsel motiflerden de esinlendiğini söylüyor. Kendisinden yardım istenen katolik rahipten “Kilisenin yapabileceği bir şey yok, doktorlara güvenin” cevabının alındığını ama ilerleyen bölümlerde bu rahibin yardımcısının bir haç ve tırpanla olayın içine daldığını da belirtelim bu arada. Tıpkı selâm gönderdiği “The Exorcist” gibi bir “şeytan çıkarma” ayini sahnesi de bulunan filmin hikâyesini bir polis soruşturması şeklinde başlatıp daha sonra farklı bir alana kaydırması da ilgi çekici. Burada eleştiri konusu olabilecek durum ise, akış bu şekilde kulvar değiştirdikten sonra, kızı nedeni ile, olan bitenin tam göbeğinde olan polisin amirinin (veya diğer tüm resmî görevlilerin) hikâyeden çıkartılmaları.

Filmin belki de en kayda değer yanı hem seyircisini hem baş karakterini gerçeğin ne olduğu ve “şeytanî” kötülüğün kaynağının kim olduğu konusunda tereddütte bırakması. Finale doğru olan bir sahnede polisin kendisine iki farklı gerçek anlatan ve güvenilmeyi talep eden iki karakter arasında kaldığı sahne bu tereddütün somutlaşmış hâli olarak hayli başarılı. Do-won Kwak’ın başarılı oyunculuğunun da sayesinde bu sahne filmin de en önemli anlarından biri oluyor. Oyuncunun sarsak bir polisten bir “trajedi kahramanı”na dönüşümü de onun başarılı performası ile hem eğlenceli hem de gerçekçi bir biçimde geliyor karşımıza. Onun karakteri özellikle başlarda hikâyeye küçük eğlenceli anlar sağlarken, bu “mizah”ın hikâyeyi zedelemeyip aksine zenginleştirmesi ve güçlü kılmasında da yine bu oyuncunun sağlam performansının ciddi bir payı var.

Özellikle cinayetlerin sonucunda oluşan sert görüntüleri olan film sadece bu görüntülerden almıyor çarpıcılığını. Kâbus görüntülerinden bir yıldırım çarpma anına, aktör Jung-min Hwang’ın kesintisiz ve on beş dakikada çekilen bir sahnede çarpıcı bir oyunculuk sunduğu ayin sahnesinden yüzlerce korkunç fotoğrafların asıldığı duvarlara ve şaman rahip ile gizemli Japon’un paralel kurgu ile karşımıza getirilen “tören”lerine pek çok etkileyici bölümü olan filmde efektlerin, makyaj çalışmasının ve set tasarımlarının başarısı da dikkat çekiyor. Bu bağlamda, görüntü yönetmeni Kyung-pyo Hong ve kurgucu Sun-min Kim ile kolaycılığa kaçmadan (örneğin altı kalın çizgilerle çizili bir mistizmin veya etnik çekiciliğin peşine düşmeden) hikâyeyi akıllıca destekleyen müzikleri hazırlayan Dalpalan ve Young-gyu Jang’ın çalışmalarını da takdirle hatırlatmakta yarar var.

Geçen yıl yine Hong-jin Na’nın yönetmesi planlanan bir Hollywood yeniden çevriminin düşünüldüğü haberleri de çıkan film, şeytan, zombi, yamyam gibi farklı ve her biri kendi sertliği olan unsurları ya doğrudan ya da ima ederek kullanmasına rağmen tek bir anında bile bir zorlama veya fazlalık duygusu yaratmayan, neden korkması gerektiğini bilmediği için daha da fazla korkan bir karakteri güçlü bir biçimde ele alırken, Japon karakteri Kore’nin tarihindeki acılı Japon istilası dönemine özelllikle yapılmış bir gönderme olarak mı kullanıyor bilmiyorum ama hikâyenin bu yöndeki okumalara açık olduğu kesin.

Finali bir parça daha güçlü olabilirmiş gibi duran film, çok şey göstermesine ve korku filmlerinde pek rastlanmayan uzun süresine rağmen, ortaya çıkabilecek kaostan çoğunlukla uzak durmayı başarabilen iyi bir korku sineması örneği. Görmekte yarar var.

(“The Wailing” – “Kara Büyü”)

Hwang Hae – Hong-jin Na (2010)

“Muhtemelen burada öleceğim. Ama ölmeden önce tüm bunları başlatan kişiyi ve nasıl başladığını öğrenmek istiyorum. Ancak ondan sonra huzur içinde ölebileceğim”

Çin’in çoğunlukla Kore asıllıların yaşadığı Yanji şehrindeki bir adamın, borcuna karşılık işlemesi istenen bir cinayet için Kore’ye gitmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Güney Kore, ABD ve Hong Kong ortak yapımı olarak çekilen film Güney Koreli yönetmen Hong-jin Na’nın bir önceki filmi “Chugyeogja – Ölümcül Takip” gibi özellikle ülkesinde hayli ilgi gören ve yine gerilim ve suç türünden bir çalışma. İki buçuk saati aşan süresi, bol bol dökülen kanları, durmak bilmeyen temposu ve görkemli sahneleri ile adeta barok bir suç operası örneği bu film. Sonlara doğru neyin ne olduğu biraz karışmaya başlasa da ve (dozu zaman zaman fazla yükselen) şiddet anlarının bir kısmı parodiye dönüşse de, filmin genel olarak hayli güçlü bir etkisi olduğunu kabul etmek gerek. Kimi sahnelerinde seyircisine kurgusu ve gerilimi ile dört dörtlük bir sahne nasıl oluru gösteren film ilgiyi kesinlikle hak ediyor.

Senaryoyu da yazan Hong-jin Na baş karakterini hem çok iyi çiziyor hem de etnik kökeni ile de ayrıca ilginç kılıyor onu. Kuzey Kore, Çin ve Rusya arasında yer alan ve Çin’e bağlı özerk bir bölge olan Yanji şehrinde başlıyor hikâye. Çoğunlukla Koreliler’in yaşadığı bu şehirin Kore kökenli halkı Güney (ve Kuzey) Kore’de yaşayanlar tarafından çok sıcak bakılan bir etnik grup değil ve hikâyemiz bu halkın büyük kısmının ya yasadışı işlerde çalıştığını ya da Güney Kore’de kaçak olarak yaşadıklarını söylüyor. Altı aydır haber alamadığı karısı Güney Kore’ye çalışmaya giden ve kendisi de taksi şöförü olarak çalışan adam, yasadışı olanın hüküm sürüyor gibi göründüğü şehirde, karısının vize parası olarak aldığı borcu geri ödeyememesi nedeni ile kolaylıkla bir suç ağının kucağına düşüveriyor. Kore’ye yaptığı yolculuğun hedefi hem üstlendiği tetikçilik hem de karısını aramak oluyor böylece. Kahramanımızın etnik kökeni hikâyeyi hayli zenginleştirici bir unsur olmuş. Olayların akışından ilgiyi kendi üzerine çeken ayrı bir öğe olmuyor bu, aksine olayların akışında ara sıra belirleyici de olarak filme ek bir çekicilik kazandırıyor. Etnik kökenlerin kişinin nasıl algılanacağını (önyargılı olarak olumlu veya olumsuz) belirlemedeki öneminin dünyanın her yerinde aynı olduğunu anlıyoruz hikâye boyunca.

Oyunculukların dört dörtlük olduğu filmde, yönetmenin önceki filminde de başrollerde yer alan, taksi şöförü rolündeki Jung-woo Ha ve bir çetenin liderini oynayan Yun-seok Kim filmi tam anlamı ile sürüklüyorlar ama elbette öne çıkan filmdeki rolünün ağırlığı nedeni ile Jung-woo Ha oluyor. Tüm hikâye onun etrafında dönüyor, kamera hemen her zaman onu takip ediyor ve oyuncu sıkı bir fiziksel oyunculuk da gerektiren rolünün altından üstün bir başarı ile kalkıyor. Tüm macera süresince baştaki görünümünden beklenmeyecek bir fiziksel gücün yanısıra müthiş bir zekânın da sahibi olduğunu gösteren karakteri seyirci için çok cazip kılmayı başarıyor oyuncu. Senaryonun da sıkı bir desteği var burada elbette ona. Sık sık yeni sürprizlere açılan (ama sonlarda ipin ucunu da kaçıran) senaryo onun karakterinin hızlı karar alma ve kararını uygulama becerisine sürekli tanık olmamızı sağlayarak bu yaralı kahramana “hayran” ediyor kesinlikle. Yun-seok Kim ise karakterinin hayli karizmatik olarak çizilmesinden de yararlanarak ilgiyi üzerinden hiç eksik etmeyecek bir başarılı performans veriyor. Ne var ki filmin sonlarındaki, belki özellikle abartılmış ama parodiye dönüşme çizgisine hayli yaklaşan ve bazen de geçen sahnelerdeki yaklaşımın kurbanı da o olmuş. Yönetmenin de senaristin de o olduğunu düşünürsek, bu kusurun tek faili oluyor Hong-jin Na. Bu sahnelere kadar inandırıcılığına halel getirmeyen film, burada şiddetin ve vurdulu kırdılı anların cazibesine kapıldığından mı yoksa o ana kadar gösterdiği şiddetin fazlalığından rahatsız olup bir parça parodiye kayarak ortalığı yumuşatmaya çalıştığından mıdır bilmiyorum ama burada tökezliyor ciddi şekilde.

Ve şiddet… Ateşli silahların değil kesici aletlerin başrolde olduğu hikâyede kanlar fışkırıyor, vücutlar kesiliyor ve doğranıyor ve adeta kanla yazılan ve söylenen opera aryalarını sahneliyor yönetmen. Ve hakkını vermek gerekiyor filmin ki hayli etkileyici de oluyor. İşin ilginç yanı, tüm bu şiddet anları tek tek seyrederken belki o denli rahatsız etmiyor ama sonradan tüm o tanık olduklarınız üzerine düşünürseniz, dozun hayli yüksek tutulduğunu anlayabiliyorsunuz. Neyse ki film bu sahneleri o denli yüksek bir teknik ustalık ile getiriyor ki karşımıza sahnenin sinemasal güzelliği şiddetin rahatsız ediciliğinin önüne geçebiliyor. Evet, yönetmene gerilim yaratmak ve seyircinin nefesini kesmek konusunda bir eleştiri getirmek mümkün değil. Filmde pek çok örneği var ama özellikle bir sahnede bu beceri en üst düzeyde seyrediyor. Kahramanımızın ödeyemediği borcunun karşılığı olarak öldürmeye geldiği adamın evinin önünde başlayan ve cinayet ile devam edip, sonrasındaki kaçış ile sonlanan bu sahne kurgusu, oyunculukları, ritmi ve kamera kullanımı ile mükemmel bir gerilimin örneği kesinlikle. Hikâye buna benzer daha pek çok anla dolu ve becerikli çekilmese inandırıcılığın yanına bile yaklaşamayacak pek çok sahnenin gerçekçi görünmesini ve hem polisin hem çetelerin peşine düştüğü adamın süper kahramanlık yetenekleri olmadan tüm o tanık olduklarımızı yapabilmesinin yadırgatıcı olmamasını sağlıyor.

Filmin parodileşen sondaki şideet sahnelerinin yanında önemli bir başka kusuru da zaman zaman heyecanın şehvetine kapılıp bazı sahneleri uzatması. Adeta ülkedeki arabaların yarısının hurda haline geldiği takip sahnesi örneğin, hayli uzamış görünüyor. Son bölümlerde senaryonun barındırdığı onca hikâyeyi yakalama telaşında görünen bir kamera ve buna uymak durumunda kalan kurgunun zorunlu olarak kazandığı hızın filme zarar verdiğini de söylemek gerek.

Yukarıda andığımız ve Sun-min Kim’e ait olan kurgunun yanısıra, Sung-je Lee’nin “hem sert hem güzel” olmayı başaran görüntülerini ve Yeong-gyu Jang ve Byung-hoon Lee ikilisinin yerel motiflerden değil sıkı bir Batılı gerilim filminde tanık olabileceğimiz havalardan beslenen müzik çalışmasına da dikkat etmekte yarar var. Son bir not olarak başta Yanji şehrindekiler olmak üzere filmin yaratıcılarının iç ve dış mekanları ustalıkla kullandığını belirtelim. Enerjik, kahramanının becerdikleri ile zekâ dolu ve görsel gücü yüksek bu film karanlık atmosferi ile ayrıca görülmeyi hak eden bir çalışma kesinlikle.

(“The Yellow Sea” – “Ölüm Denizi”)