The Bigamist – Ida Lupino (1953)

“Ön görüşmenin sonucunda, ebeveyn olmaya uygun oldukları düşüncesindeyim; ama Bay Graham’de beni rahatsız eden bir şey var. Görüşmede çok sabırsızdı. Tavrı her an kavga etmeye hazır gibiydi. Tahkikata onay veren dokümanı imzalarken çok tuhaf davrandı… Belki de benim kuruntumdur”

Kadının rahatsızlığı nedeni ile çocuk sahibi olamayan ve evlat edinmek için başvuran bir çiftle ilgili yapılan inceleme sırasında adamla ilgili ortaya çıkan sırrın hikâyesi.

Lawrence B. Marcus ve Lou Schor’un orijinal hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Collier Young’un yazdığı ve yönetmenliğini Ida Lupino’nun yaptığı bir ABD yapımı. 1953 yılında “The Hitch-Hiker” ile Amerikan sinemasında bir kadın yönetmenin elinden çıkan ilk kara filmi çeken Lupino’ya, üç ana rolden birinde de oynadığı yapıtta Edmond O’Brien ve Joan Fontaine eşlik etmişler. Adını aynı anda iki ayrı kişi ile evli olma durumundan (“bigami”) alan hikâye bu konuyu dönemin Hollywood’unun normlarının dışında ele alan, ne erkeği ne de iki kadını yargılayan, iyi oynanmış ve sade dili ile hikâyesine uygun bir yönetmenlik çalışmasına sahip bir yapıt. Erkeği iki evliliğe sürükleyen eylemlerini (ve eylemsizliğini) kaçınılmaz olarak göstermek gibi pek de önemsiz olmayan bir kusuru olsa da senaryosunun, Lupino’nun Hollywood’un erken dönem kadın yönetmenlerinden biri olarak ilgiyi hak eden bir sonuç ortaya koyduğu rahatlıkla söylenebilir. Üç oyuncunun da rollerinin hakkını verdiği film, Amerikan sinemasının klasik “iyiler ve kötüler” ayrımından uzak durması ile de önemli bir çalışma.

Bir evlat edinme bürosundaki bir çifti göstererek başlıyor film. Yetkili, haklarında özel hayatları da dahil her konuda araştırma yapabilmek için imzalamalarını istedikleri formu onlara uzattığında kadının yüzünde mutluluk ifadesi vardır, erkek ise tereddütle imzalar formu ve rahatsızlığı her halinden bellidir. Sekiz yıldır evli olan çiftin kendi çocukları olmamaktadır ve erkeğin önerisini kadın başta reddetmiş olsa da artık süreci başlatmak üzeredirler. Ne var ki yapılan araştırma adamın çok önemli bir sırrını ortaya koyar ve hikâye de temel olarak adamın yetkiliye itirafı üzerinden anlatılır seyirciye.

Senaryo çok akıllıca bir oyunla, yetkilinin çiftle yaptığı görüşmedeki izlenimlerini sesli olarak kaydetmesi sahnesi üzerinden hem erkek ve kadını tanıtıyor bize hem de görevlinin tereddütlerini açıklıyor. Böylece zorlama bir dış ses yerine, çok daha doğal bir yolla sağlanmış bir bilgilendirme ile seyirci seyredeceği hikâyeye hazırlanmış oluyor. Tahkikat sahnelerinde de farklı karakterlerin verdiği ama kendilerinin de anlamını bilmedikleri bilgiler aracılığı ile adam, işi, evliliği ve sırrı hakkında gerekli ve yeterli bilgiyi yine oldukça doğal görünen bir şekilde öğreniyoruz. Senarist Collier Young pek çok filmde zorlama yollarla çözülen ve bu amaçla hazırlandığı belli olan yapay sahneler yerine, epey akıllıca halletmiş bilgilendirme işini. Buna karşılık, senaryo birden fazla unsuru öne sürerek adamın neden o duruma düştüğünü izah etmeye çalışıyor bize. Evet, çoğunlukla adamın kendi sözleri olduğu için bunları onun sığındığı mazeretler olarak görmek mümkün ama hikâyenin hiçbir anında bunun aksi bir görüş görmüyor ve duymuyoruz; üstelik adamı araştıran yetkilinin sondaki sözleri de (“Hakkınızdaki duygularıma tam karar veremiyorum; yaptığınızı hakir görüyorum… ve size acıyorum. Elinizi sıkmak bile gelmiyor içimden… Öte yandan size şans dilemek istiyorum”) karşımızdakinin dürüst ve hikâyenin kötü karakteri olmaktan çok uzak biri olduğunu söylüyor. Sık seyahat etmek, otel odalarında geçen yalnız günler, çocuk sahibi olamayacağını öğrenen eşinin “kariyer kadını” olmaya kendini kaptırıp sert bir karaktere bürünmesi gibi “mazeret”ler adeta erkeğin eleştirilmemesini öğütlüyor seyirciye. Üstelik adamın doğru yola dönme çabası hep onun elinde olmayan engellere takılıp duruyor. Erkek ile kadının rollerinin değiştiği benzer bir durumda aynı anlayışlı, en azından anlamaya çalışan bakışın kadın için gösterilmeyeceği açık bir Amerikan filminde. Buna karşılık, senaryonun klasik bir ahlakçılıktan uzak durarak, karakterlerini yargılamaması ve finali ile de ne yasal ne de toplumsal açıdan bir ders vermeye soyunmaması çok doğru bir seçim olmuş.

Hamileliğin, üstelik de evlilik dışı olan ve taraflardan birinin bir başkası ile evli olduğu bir durumdaki hamileliğin sözcük hiç kullanılmadan konuşulmasının dönemin sansür anlayışı nedeni ile herhalde zorunlu olarak tercih edildiği film “İlk defa birinin bana ihtiyaç duyduğunu hissettim. Karımı seviyorum ama hiç kendimi ihtiyaç duyulmuş gibi hissetmedim” cümlesi ile adamın sorun yaratan eyleminin ve sonrasındaki davranışlarının açıklaması olmuş adeta. Yine onun, hakkında araştırma yapan yetkiliye içini dökmesi ve karşısındakinin de nerede ise bir terapi seansındaki gibi sorular sorması belki çok gerçekçi değil; ama oyuncularının da başarısı ve hikâyenin samimi bir havayı hemen hep koruması nedeni ile pek rahatsız etmiyor bu durum. Kendisini çaresiz bir durumda bulan adamı canlandıran Edmond O’Brien, eşi rolündeki Joan Fontaine ve Los Angeles’taki eşi oynayan Ida Lupino sade ve sağlam oyunlarla hikâyeye önemli bir çekicilik katıyorlar. İyi oyunculuğuna rağmen Hollywood’da bir türlü yıldız statüsüne erişemeyen ve bu durum ile kendisinin “Yoksulların Bette Davis’i” olduğunu söyleyerek dalga geçen Lupino bu sondan bir önceki sinema yönetmenliğinde kayda değer bir iş çıkarmış ve oyunculuğunun yanında bu açıdan da filme önemli bir katkı sunmuş.

Eylemlilikten çok, eylemsizliğin öne çıktığı hikâyesi; kendisinin “Zavallı ve yolunu kaybetmiş insanlar hakkında film yapmayı seviyorum; çünkü biz buyuz” sözlerine uygun bu hikâyede Lupino’nun sade ve ince anlatımı; zarif bir şekilde inşa edilen gerilimi ve iki kadını değil ama erkeği derinlikli bir şekilde ele almış olması ile ilgiyi hak eden, farklı bir Hollywood filmi. İlginç bir not olarak, senaryoyu yazan Young’un 1948 ile 1951 arasında Lupino ile evli olduğunu ve çekimler sırasında eşi olan Joan Fontaine ile de 1952 ile 1961 arasında evli kaldığını belirtelim. Eş zamanlı olmasa da bu evlilikler, Young’un hikâyenin kahramanı ile olan ortak bir yönü olarak görülebilir bu tesadüf.

The Hitch-Hiker – Ida Lupino (1953)

“Seyredeceğiniz film bir adam, bir silah ve bir arabanın gerçek hikâyesidir. Silah adama aitti. Araba sizin ya da yanınızdaki koltukta oturan genç çifte de ait olabilirdi. Yetmiş dakika boyunca seyredeceğiniz sizin başınıza da gelebilirdi; çünkü tamamı ile gerçek”

Kaçamak bir yolculuğa çıkan iki arkadaşın arabalarına aldıkları bir otostopçu yüzünden yaşadıkları dehşetin hikâyesi.

Otostop yaparak arabalarına bindiği altı kurbanını öldüren ve 1952’de gaz odasında idam edilen Billy Cook’un hayatından esinlenen bir ABD yapımı. Senaryosunu Collier Young, Ida Lupino, Robert L. Joseph ve Daniel Mainwairing’in yazdığı filmin yönetmenliğini üstlenen isim sinemaya oyunculukla giren ve bu kariyerini devam ettirirken yönetmenliğe de başlayan Ida Lupino. Sinema tarihinde bir kadın yönetmen tarafından çekilen ilk kara filmlerden biri olan çalışma mütevazı süresinin de göstergesi olduğu gibi alçak gönüllü bir yapım. Büyük bir kısmı üç ana karakter (katil ve iki kurbanı) arasında geçen film seyircisine otostopçu almanın tehlikelerini hatırlatan bir uyarı ile başlıyor ve tüm hikâyesi de bu uyarıya uygun ilerliyor. Amerikan sinemasının çoğunlukla yardımcı rollerde oynamış üç oyuncusunun (katil rolündeki William Talman, onu arabalarına alarak büyük bir hata yapan iki arkadaş rolündeki Edmund O’Brien ve Frank Lovejoy) rollerine yakıştığı ve aksamadıkları film daha etkileyici olmalıymış dedirten finali ve hikâyenin tahmin edilebilecek şekilde ilerlemesi ve sona ermesi gibi problemleri olsa da 1950’lerin klasik Amerikan sinemasından getirdiği esintiler, gerilim yaratmayı başarması ve gerçek hikâyeye uygun olarak kötü karakterinin travmalarını atlamaması ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Yönetmen Ida Lupino orijinal bir sinema dili kullanmadan ve Amerikan sinemasının klasik mizansen anlayışına uygun bir dil ile aksamadan anlatmış hikâyesini. İlk sahnelerde katilin yüzünü göstermeyen film buradan yaratmaya çalıştığı gizemi bir ölçüde üretiyor ama oradan onun yüzünü sergilemeye -kısa süresinin de etkisi ile olsa gerek- biraz apar topar geçiş yapıyor. Üç ana karakterinin birlikte geçirdikleri tüm zamanlarda ise hem diyaloglar hem de gerilim odaklı mizansen anlayışında pek aksamıyor film. Yakın plan çekimler yerinde ve dozunda kullanılırken, Lupino alçak gönüllü bir kara filmin, bir gerilim filminin gereklerini yerine getirmeyi başarıyor çoğunlukla. Kötü adamın fiziksel olarak rahatsız edici özelliğinin hem filmin ve hikâyenin etkileyiciliğini artırmakta hem de bu karakterin travma dolu geçmişini açıklamakta kullanılmasını da filmin başarıları arasına ekleyebiliriz rahatlıkla. Adamın suç eylemlerini bu travmalara tepki olarak ve onlarla baş etme aracı olarak seçtiğinin vurgulanması da hikâyenin önemli artılarından biri.

Klasik sinemanın, gazete manşetlerinin hızla döndürülerek seyircinin karşısına çıkarılması gibi oyunlarının da kullanıldığı filmin finalinin içerik ve biçimsel açıdan bir parça aceleye getirilmiş bir havası var ve bu da seyircinin hikâyeden aldığı zevki azaltıyor bir parça. Sadece süre kısıtı ile açıklanamayacak bir problem bu açıkçası. Hikâyenin baştaki giriş cümlelerinin de katkısı ile nerede ise bir anti-otostop propaganda havasında olduğunu da söylemek gerek. İşlenen suçlar, gençlerin ve özellikle 1960’lı yıllarda protesto hareketlerine katılanların bir yere erişebilmek için araç sahibi olmalarına gerek kalmadan otostop ile işlerini halledebilmeleri ve hatta araç üreticilerinin bundan duyduğu memnuniyetsizlik gibi olgular ABD’de otostop ile ilgili olarak 1950’li yıllardan itibaren bir negatif algı oluş(turul)masına neden olmuş ve FBI da “Death in Disguise?” (Maskeli ya da Kılık Değiştirmiş Ölüm olarak çevrilebilir) başlığını taşıyan posterlerle halkı uyarmış. İşte bu film de rahatlıkla bu hareketin bir parçası olarak değerlendirilebilecek içeriği ile destekliyor ilgili uyarıyı. Filmin “muhafazakâr” bakışının bir diğer örneği de hikâyenin iki kurbanı olan erkeğin ailelerinden uzak bir kaçamak için Meksika’ya gitmiş olmaları. Onlardan birinden duyduğumuz “Savaştan beri karım ve çocuklarımdan ilk kez uzaklaşıyorum” cümlesinin içerdiği suçluluk duygusu, aynı adamın bir sahnede kötü adamdan korumak için Meksikalı bir küçük kıza sarılması, yaşadıklarının işledikleri “günah”ın cezası olarak da algılanabilecek olması ve eşin hediye ettiği saate el konulması gibi örnekler filmin bu yaklaşımının ve aile kurumunun “kutsallığı”nı vurgulamasının örnekleri olarak gösterilebilir. “Bana hiç kimse bir şey vermedi. O yüzden kimseye bir borcum yok” cümleleri ile eylemlerini izah eden adamın kurbanlarının topluma boyun eğmişliğini eleştirmesi ve hikâyenin iki kurbanın aralarındaki dayanışmayı öne çıkarmasını ise aksi yönde olgular olarak göstermek gerekiyor.

Erkekler arasında geçen bu “erkek” hikâyesini gerilimi canlı tutarak anlatabilmesi ve bunu maskülenliğe övgü düzmeden yapabilmesi ve bir kara filmden beklenenin aksine atmosferini açık havada da yaratabilmesi ile de önemli olan filmin yönetmeni Ida Lupino çekimlerden önce hikâyenin gerçek hayattaki kötü adamı Billy Cook ile cezaevinde görüşerek işini ne kadar ciddiye aldığını göstermiş. William Talman’ın karakterini abartıya başvurmadan gösterişli kılan performansı ile ekip arkadaşlarından biraz öne çıktığı film gerilim yaratmayı, eğlendirmeyi ve karakterler arabanın dışında olduklarında bile klostrofobik bir atmosfer yaratmayı başarması ile de ilgiyi hak ediyor.