Suç ve Ceza Film Festivali 2016 – 1

campo-grandeCampo Grande – Sandra Kogut : Brezilyalı Sandra Kogut’un yönettiği bir Brezilya – Fransa ortak yapımı. İki küçük çocuğun, geri gelip alacağına söz vererek onları bir apartmanın kapısına bırakan annelerine kavuşma çabalarının hikâyesini anlatıyor film. Kogut “küçük çocukların göz yaşartan dramı” tuzağına düşmeden sakin ve gözlemci bir tavırla anlatmış hikâyesini, zaman zaman bu sakinlik ve “aksiyonsuzluk” filmin aleyhine çalışıyor olsa da. Sekiz ve altı yaşlarındaki iki kardeşi canlandıran Ygor Manoel ve Rayane do Amaral’in hemen hiç aksamayan doğal oyunları filmin en büyük kozlarından biri olurken, hikâyenin karşımıza sık sık getirdiği inşaat görüntüleri (daha net bir ifade ile söylersek, başını alıp gitmiş bir kentsel dönüşüm) değişen bir dünyayı ve bu değişimle birlikte yok olan ilişkileri ima ediyor gibi. Uzun süre aranan bir evin yerinde yükselmeye başlayan “rezidans”lar ve inşaatı çevreleyen panolardaki “mutlu aile görüntüleri” bugün Türkiye’nin herhangi bir yerinde göreceklerinizle birebir aynı. Küreselleşme ve neo-liberalizm ifadeleri ile özetlenebilecek bu durum ne var ki hikâyenin kendisinin olması gerektiği kadar bir parçası olmuyor ve çocukların hikâyesi final de dahil olmak üzere bir parça fazla iyimser görünüyor tüm o sevecen karakterler nedeni ile. Çocukların bırakıldığı kadının kendi çocuğu ile ilişkisini sorgulamasına yol açması, iki çocuğun ikili sahnelerindeki yalın gerçekçilik ve maddî nedenlerle oluşan fiziksel değişimlerin bireylerin geçmişlerini, anılarını da nasıl yok ettiğini hatırlatması ile ilgiyi hak eden bir film.

Savcı Avukat Baba ve Oğlu (The Prosecutor The Defender The Father and His Son) – Iglika Triffonova : Yugoslavya’nın dağılmasından sonra oluşan kaos ve ardından yaşanan katliamlar yakın tarihin en can acıtan konularından biri. Bulgar yönetmen Triffonova gerçek bir hikâyeden esinlenen ve Bulgaristan – İsveç – Hollanda ortak yapımı olan filmi kendi yazdığı senaryodan çekmiş. Savaşın bitiminden sonra Hollanda’da toplanan uluslararası bir mahkemenin baktığı gerçek davalardan birini anlatıyor film ve bir Bosna köyündeki katliamdan sorumlu tutulan bir Sırp, onun aleyhine tanıklık yapan ve onun komutası altında görev yaparken işlenen suçlarına tanık olduğunu söyleyen bir genç, savcı ve avukat hikâyenin dört ana karakteri olarak çıkıyor karşımıza. Bir “mahkeme filmi” olmaktan kurtarmış filmini yönetmen ve başta Bosna’da geçen sahne olmak üzere etkileyici anlar da yaratmış. “Affedebilecek kadar uzun yaşayacak mıyız” gibi can yakıcı sözlerin yer aldığı film sadece bu trajik tarihi değil, aynı zamanda bir bireyin dramını/çıkışsızlığını ve adalet denen mekanizmanın “gerçek adalet”i gerçekten sağlayıp sağlayamayacağını düşündürmesi ile dikkat çekiyor temel olarak. Triffonova’nın sinema dili alışılanın dışına pek çıkmıyor ve bu da zaman zaman bir monotonluk yaratıyor gibi ama sanki bu özellikle ve hikâyenin trajik gerçekliği nedeni ile seçilmiş gibi görünüyor. Odaklanılabilecek birden fazla temanın yer aldığı hikâye bu nedenle bazen dağılır gibi oluyor ama çok da önemli bir problem değil bu ve bir karakterin içinde bulunduğu bir yalanı artık sürdüremeyip bir sevdiğine sarılmaktan kendisini alıkoyamadığı sahne gibi anlar unutturuyor bu problemi. Bir parça daha yaratıcı bir sinemayı aratmıyor değil ama yine de ilgi gösterilmesi gerekli bir çalışma.
(“Savcı Avukat Baba ve Oğlu”)

Pismo do Amerika – Iglika Triffonova (2001)

“Lanetlenmiş gençliğim, anne, bir nehir gibi hızla akıp gidiyor / İhtiyarlık yaklaşıyor, anne, kara bir gölge gibi”

Ölümcül bir kaza geçiren arkadaşının yanına gitmek için ABD vizesi alamayan bir gencin onun için hazırladığı bir görüntülü mektubun hikâyesi.

İlk yönetmenliğinde Bulgar yönetmen Iglika Triffonova’dan çarpıcı bir çalışma. Dostluğa, kaybolmakta olan değerlere ve ayrılıklara adanan bu “aşk” mektubu alçak gönüllü yapısı içinde ve samimi tonu ile seyircisinin ilgisini çekmeyi başaran ve tüm o “ölüm ve yok olma” temalı işaretlerine rağmen sıcak bir çalışma.

Yanına gidemediği ve uzun süredir ihmal ettiği arkadaşına armağan olarak göndermek üzere onun büyükannesinin söylediği eski bir şarkıyı kaydetmenin peşine düşen genç adamın Bulgaristan kırsalında yaptığı yolculuğun bu görsel hikâyesi hem içerdiği yolculuğu resimleyen ve belgesel tadı taşıyan görüntüleri ile hem de kahramanın kendisinin sürekli saptadığı görüntüleri ile kurguyu asla geri plana itmeyen ama gerçekçiliğe çok yakın sularda dolaşan bir bir çalışma getiriyor karşımıza. Bulgaristan dağlarından, kırlık alanlarından ve buralardaki köylerden büyük şehir medeniyetinin henüz elinin pek erişememiş göründüğü görüntüler filmin ağıt havasını destekleyen en önemli unsurlar. Film çağdaş insana uzak düşen bu farklı dünyaya ağıt yaktığı gibi bu dünyanın parçası olan ve çoğu yaşlı olan insanların birer birer yok oluşunu da oldukça doğal ama bir parça hüzün de içeren bir yaklaşımla sergiliyor seyredene. Film boyunca cenazeler, ölümle ilgili konuşmalar ve yine ölümle ilgili kimi gelenekleri gösteren film bunu tıpkı tüm o yaşlı karakterlerin ölümle barışık yaklaşımını benimseyerek yapıyor ve hiçbir şekilde bu tema üzerinden bir ajitasyona gitmiyor.

Başarılı bir müzik çalışmasının eşlik ettiği pek çok çarpıcı sahneye de sahip bir film bu. Çocuğu olmayan bir kadının Amerika’daki gençten kendisine mektup yazmasını istemesi, çok yaşlı bir kadının hatıra olması için ölü kocasının resmi ile fotoğraf çektirmesi veya isteğin nedenini duyunca kaybettiği oğlu için tuttuğu yası bir kenara bırakıp şarkıyı seslendiren kadının görüntüsü filmin seyredende duygu dolu anlar yaşatacak kimi sahneleri. Tüm o “ölüm” etrafında gezinmelere rağmen yaşam sevgisini ve coşkusunu bir an olsun elden bırakmayan bir film karşımızdaki. Köylerdeki yaşlı kadınların yaşama ve eğlenmeye bağlılıkları veya gezisinden dönen kahramanımızın kız arkadaşı ile çok başarılı bir koreografi ile çekilmiş sevişme sahnesi bu yaşam sevincinin kimi göstergeleri oluyor film boyunca.

Filmin belki de en iyi başardığı şey düşmesi çok kolay olan bir tuzaktan çoğunlukla kendini sakınabiliyor olması ve folklorün veya egzotizmin uzağında durmayı başarabilmesi. Bir kısmı amatör olan oyuncularının doğallığının da çok şey kattığı film büyük şehrin griliği ile dağların aydınlığı arasındaki zıtlığı da başarı ile kullanıyor ve başlarda oldukçka mutsuz ve depresif görünen kahramanımızın dönüşte daha huzurlu görünen halini de gezi boyunca tanık olduğu ve saptadığı doğallığa bağlıyor adeta. Tüm o yüksek ve çirkin apartmanların karşısında doğanın sunduğu müthiş güzellikler, bu iki farklı mekanda yaşayan insanların ölüme olan farklı bakışlarının da nedeni gibi sunuluyor sanki filmde. Ölüleri dirilten şarkının sembolik sonucu ise çağdaş insanın kapılıp gittiği girdaba bir cevap.

Amerika’daki bir dosta yazılan bu mektubu dünyanın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik yozlaşmanın temel sorumlusu olan kapitalist politikaların baş savunucu ABD’nin kendisine yazılmış bir mektup olarak görmeli aslında. Daha uzun yaşamaya, daha çok kazanmaya ve bireyselliğe faşizan bir hırsla yaklaşan bir topluma uzak diyarlardan yazılan ve ona benzemekten korkan ama durdurulamaz değişimin de farkında olan insanların oluşturduğu bir mektup. Hikâyedeki o kısacık “seni seviyorum Ivan” anı kadar sıcak ve tedirgin bir umut ile yazılmış bir mektup.

(“Letter to America” – “Amerika’ya Mektup”)

Razsledvane – Iglika Triffonova (2006)

“Adalet olmazsa darmadağın oluruz. Resmen palavra!”

Abisini öldürme şüphesi ile tutuklanan bir adamın suçunu ispatlamaya çalışan bir dedektifin suçlu ile iletişim kurma çabasının hikâyesi.

Sinemada sorgulama üzerine düşününce akla ilk gelen filmlerden biri Claude Miller imzalı benzersiz “Garde à Vue” olur. Bu film de sorgulayan ile sorgulanan arasında taraflardan birinin direnmesi nedeni ile kurulamayan ilişkinin seyrini getiriyor karşımıza ama sık sık bu temanın dışına çıkarak kendi problemleri olan dedektifi de içine alan ve belki de konuyu bir parça dağıtan yan yollara sapıyor.

Film yarattığı atmosfer ve karanlık duygusu ile büyük ve gizemli bir şeyler olacakmış hissini verirken, aslında odaklandığının suçlu ile iletişim olması filmin başarısını zedeleyen en temel unsur. Sonuçta suçlu ile iletişim kurabilme ve onu konuşturabilme, suçlunun hissettiği yalnızlık duygusunu kullanma, ve iki oğlundan biri ölen diğeri öldüren konumunda olan bir annnenin trajedisi gibi elle tutulur ve zaman zaman oldukça iyi işlenen temaları olan bir filmin ayrıca bir gizem atmosferine ihtiyacı var mıydı tartışılır bir konu. Yine de bu çelişki gibi görünen konular ayrı ayrı ele alındığında her birinde belli bir çizginin üzerine çıkmayı başaran bir film bu.

Dedektif rolünde Svetla Yancheva ve şüpheli rolünde Krassimir Dokov’un başarılı olduğu film katillerden nefret etmek ile onlara merhamet etmek arasında kalan ve sıradan insanların neden olabileceği vahşet karşısında dehşete düşen karakteri üzerinden dolaylı yoldan da olsa “insanlığın hali” üzerine düşünmeye de çağırıyor bizi. Bir parça daha olgun, konsantrasyonunu daha az dağıtmış bir film çok daha iyi olurdu diye düşünmemek elde değil.

(“Investigation” – “Soruşturma”)