Sur Mes Lèvres – Jacques Audiard (2001)

“Arkadaş canlısı biri olmalı, boyu çok uzun olmasın, hoş elleri olsun…”

Ancak işitme cihazı ile duyabilen, dudak okuyabilen ve sekreterlik yapan bir kadınla onun yanına asistan olarak giren ve şartlı tahliye edilmiş bir suçlunun birbilerine yardım ederken karıştıkları tehlikeli işlerin hikâyesi.

Jacques Audiard ve Tonino Benacquista’nın senaryosundan Audiard’ın çektiği bir Fransız filmi. Yönetmenin ve görüntülere imza atan Mathieu Vadepied’nin karakterlerine fiziksel ve ruhsal olarak çok yaklaşan kamera çalışmasının çekici bir yoğunluk ve karanlık bir atmosfer kattığı filmin iki başrol oyuncusunun (Emmanuelle Devos ve Vincent Cassel) sert birer gerçekçiliği olan performansları da üst düzeyde. Kimin kimin tuzağına düşeceği konusunda hikâyenin özetinin yaratacağı beklenti ve klişeleri ustaca kıran film, merak ve gerilim duygusunu sonuna kadar koruyor ve Fransız suç sinemasının parlak örneklerinden biri oluyor. Şartlı tahliye memuru ile ilgili yan hikâyenin gerekliliği tartışmaya hayli açık olsa da görülmeyi hak eden bir suç filmi bu.

Bir inşaat firmasında sekreterlik yapan Carla (Emmanuelle Devos); iki kulağına da işitme cihazı takan ve onları çıkardığında hemen hiç işitemeyen, dudak okuma yeteneği geliştirmiş, iş yerindeki arkadaşlarının sık sık alayına ve küçümsemesine uğrayan, asosyal bir hayat süren ve silikliği kıyafetlerine de yansıyan bir kadındır. Paul (Vincent Cassel) nitelikli soygun ve gasptan dolayı iki yıl yattığı cezaevinden şartlı olarak tahliye edilir ve hemen hiçbir şartı karşılamamasına rağmen, Carla tarafından yardımcısı olarak işe alınır. Önce kadın adamı, sonra adam kadını kendisine yardıma zorlar ve hikâye klişelere kapılmadan, sağlam bir gerilim ve suç filmine dönüşür. Farklı dünyaların insanları olan bu iki karakterin birbirlerine yardım ederken, kaderlerinin ortaklaşmasını oldukça çekici bir şekilde anlatıyor bize Audiard işte bu hikâye ile.

Paul’ün denetiminden sorumlu şartlı tahliye memuru görevlisinin kendi başına çekici olabilecek hikâyesine burada neden yer verildiğini anlamak zor. Ana hikâye ile ilişkilendirmek ya da onu beslemek adına bir bağ kurmaya çalışmak oldukça çaba gerektiriyor açıkçası ve bu havada kalma durumu bu görevli ile ilgili kimi sahnelerin (örneğin adamın iç çamaşırlarının içinde müzik dinlediği sahne) gücü de gereğinden fazla dikkat çekiyor. Bu problem bir yana bırakılırsa, Vadepierd ve Audiard’ın senaryosu içeriği, kurgusu ve su gibi akan tasarımı ile oldukça başarılı. Toplam dokuz dalda aday olduğu César ödülünü filme kazandıran 3 daldan biri (diğerleri kadın oyuncu ve ses dallarında) olan senaryo başından sonuna kadar seyircinin ilgisini hep canlı tutuyor. İçerdiği bazı sert sahnelere rağmen şiddeti sömürmeyen hikâye Audiard’ın hareketli sinema dilinin de katkısı ile filmin önemli kozlarından biri oluyor ve bu tür filmlerle başı çok da hoş olmayanların da ilgisini çekecek iki ana karakteri ile kendisini sürekli ilgi ile izletiyor. Senaryonun bu tür suç filmlerine genellikle zarar veren romantizm ve cinsellik unsurlarını da oldukça doğru bir biçimde kullanması ve onları da baştan sona bir merak uyandırma aracı olarak özenle değerlendirmiş olması da değerini hayli yükseltiyor. Carla’nın ayna karşısındaki sahnelerinden bazı diyaloglara Audiard cinselliği sadece karakterini daha iyi tanımamız için kullanıyor tam da olması gerektiği gibi. Sadece Carla ve Paul’ü değil, yan karakterleri de ikna edici bir derinlik ve gerçekçilikle ele almış bu senaryo ve bir suç filminin doğru tonda bir psikolojik boyut içerdiğinde değerinin kesinlikle arttığını da kanıtlıyor.

Filmin önemli başarılarından biri -yine senaryonun bir başarısı olarak- ilk on, on beş dakikadan sonra oluşan “çekici bir kötü adamın tuzağına düşen tatminsiz kadın” beklentisini kırması ve bu klişeden uzak durarak bambaşka bir mecrada akmaya başlaması. Sürpriz için sürpriz yaratma peşinde koşmadan ve hikâyenin doğal görünümünü hiç yitirmeden farklı kanallarda ilerleyebilmek önemli bir başarı ve senaryo -deyim yerindeyse- tıkır tıkır işleyen akışı ve temposu ile bu başarıyı hep muhafaza ediyor. Kameranın genellikle hareketli olması ve özellikle Paul ve Carla karakterlerine çoğunlukla baş ve omuz çekimleri ile yaklaşması senaryonun gücünü daha da artırmış. Keşke o gereksiz yan hikâye hiç olmasaymış; çünkü sadece iki ana karakterine odaklanmış olsa hikâyenin yoğunluğu çok daha fazla olurmuş ve hem biçim ve içerik olarak film seyircisinin yüzüne daha da sert bir yumruk olarak inebilirmiş. Cyril Holtz, Pascal Villard ve Marc-Antoine Beldent imzalı ve César ödüllü ses çalışması da filmin bir çekici unsuru. Seslerin tamamen kesildiği, çok belirsizleştiği ve öne çıktığı anlar özenle belirlenmiş görünüyor ve baş karakterlerden birinin sağır olmasının neden olabileceği klişelerden çoğunlukla uzak durularak, özgün bir çalışma çıkarılmış ortaya.

Final sahnesinin Carla ve Paul’un -nihayet- gerçek bir çift olduğunu, sevgi ve güvenin bir ilişki için olmazsa olmazlığını gösterdiği filmde iki başrol oyuncusunun performansları dört dörtlük. Vincent Cassel ustası olduğu bir şekilde karakterinin sadece ruhunu değil, bedenini de giyinmiş adeta üzerine ve sert, sağlam ve gerçekçi bir oyunculuk gösterisi sunmuş. Emmanuelle Devos ise tüm yeteneğini Carla karakterinin emirine vermiş ve tıpkı hikâyenin beklenmedik akışları gibi, karakterinin beklenmedik davranışlarını da inandırıcı kılmış. Bu da hayli önemli bir başarı; çünkü onun gerçekçiliğindeki en ufak bir aksama filmin tüm çekiciliğini ve verdiği keyfi yok edebilirmiş. Sinemada baş karakterlerine ruhsal ve fiziksel olarak yaklaşmanın bir hikâyenin düzeyini nasıl yükseltebileceğinin örneklerinden biri olmasını bu iki oyuncunun başarılarına da borçlu film.

Şiddetten romantizme cinsellikten karanlık karakterlere her alanında özgün olabilmeyi başaran bu Jacques Audiard filmi Fransız sinemasının 2000’li yıllardaki ilgiyi kesinlikle hak eden örneklerinden biri ve karakterlerini özellikle sevdirmeye çalışmadan, seyirciyi onların yanına çekebilmesinin de başarısını ortaya koyduğu bir çalışma.

(“Read My Lips” – “Dudaklarımı Oku”)

De Rouille et D’Os – Jacques Audiard (2012)

de_rouille_et_d_os“Bacaklarıma ne yaptınız? Bacaklarıma ne yaptınız?”

Bir balina eğitmeni ile yoksul bir işçi adam arasında başlayan ve kadının geçirdiği trajik bir kaza sonucu farklı bir yön alan ilişkinin hikâyesi.

Craig Davidson’ın aynı adlı hikâye kitabından uyarlanan bir Fransa – Belçika ortak yapımı. Senaryosu Thomas Bidegain ve Jacques Audiard tarafından yazılan filmin yönetmen koltuğunda oturan isim de Audiard olmuş. Kolayca abartılı bir trajediye dönme potansiyeli olan bir hikâyeyi seyircinin gözünden yaş getirmeye çalışarak değil, onu iki kahramanının duygularını paylaşmaya çağırarak anlatmayı tercih eden film gerçekçi tavrı ve zarif dili ile dikkat çekiyor öncelikle. İki baş karakteri canlandıran Marion Cotillard ve Matthias Schoenaerts’in adeta bir oyunculuk dersi verircesine tam anlamı ile döktürdükleri filmin senaryosunun kadının adama kazadan sonraki yönelişini yeterince iyi açıklayamamak ve ikinci yarısında zaman zaman kendisini toparlayamamak gibi sıkıntıları olsa da, dürüst yaklaşımı, karakterlerini oturttuğu çerçeveyi doğru seçmesi ve onları yargılamak/yargılatmak yerine bizi olan bitene seyirci olmaya çağırması ile önemli bir film. Hikâyesinin odağında yer alan “insan bedeni” temasının da hakkını veren film görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

“Pas ve Kemik” ifadesi, yüzün bir darbe alması sonucu dudakların dişlere çarpmasının ağızda yarattığı kan tadı için kullanılıyormuş. Filmi seyredince ve adamın tüm o hayli sert dövüş sahnelerinin tanığı olunca bu tadı siz de alıyorsunuz açıkçası. Jacques Audiard tıpkı hikâyenin genelinde olduğu gibi bu sahnelerde de hayli gerçekçi davranmış ve Matthias Schoenaerts’in muhteşem oyunu ile de ortaya çok etkileyici bir sonuç koymuş, seyrettiğimizi “kan tadı” açısından değerlendirirsek. Filme kaynaklık eden ve Kanadalı Craig Davidson’a ait olan hikâyede balina eğitmeni olup kazaya uğrayan bir erkekmiş ama filmde bu karakteri kadın yaparak ve karşısına yine onun gibi bedeni ile bir derdi olan bir erkek karakter yerleştirerek çok doğru bir seçim yapmış Bidegain ve Audiard ikilisi. Evet, doğru bir seçim bu çünkü hikâyenin odağında –bir karakterinin trajedisi, bir diğerinin hayatta kalma çabası gibi ön planda olan konular olsa da- insan bedeni de var. Kadının geçirdiği kazanın sonucunda beden bütünlüğünü yitirmesi ve hayatının bu nedenle tamamen değişmesi söz konusuyken, adam bedenini tüm çıplaklığı ile ortaya koyduğu bir dövüş sporu ile meşgul. Hikâye boyunca insanın bedeni ile ilişkisi, onu algılayış ve kullanış şekli ve bedeninin onun için ne ifade ettiği bir alt metin olarak sürekli kendisini gösteriyor. Adamın dövüşlerde yıpranan bedeni hayli sert sahnelerde karşımıza gelirken, dökülen dişler, akan kan ve hırpalanan bedenler adeta bir resmî geçit yapıyor perdede. Adam bedeni ile yaptığı bu işten mutlu ve kazandığı bir dövüşten sonraki yüz ifadesi ile de gösteriyor bunu. Kıacası bedeni ile gurur duyan, yaşamı ona bağlı görünen birisi o. Kadın ise hikâyenin başında bedeninin bir kısmını yitirirken, yitirdikleri ile, bir başka deyiş ile söylersek, “eksik bedeni” ile nasıl bir yaşam kuracağı sorusu ile karşı karşıya kalıyor. Bedenlerin birleşip tek bedene dönüşmesi ve işte belki de aşkın tarifini bununla yapması ile dikkat çekiyor film bir yandan da.

Adamın yaşadığı çevre ile ilgili betimlemeler, işçi sınıfı ve varoşlar üzerinden gerçekçi bir şekilde anlatılırken, işten çıkarmalar, yoksulluk ve hatta açlık hikâyenin bir sosyal süsü olarak değil, karakterlerin doğal yaşamlarının bir parçası olarak almışlar yerlerini. Bu doğallığı olması gerektiği boyuta taşıyor film ve iki baş karakterini de, hiçbir anında hikâyenin, yargılamıyor. Örneğin adamın kadına “cinsellik teklifi”ndeki duyarsızlığı, insanların işten kovulmasına neden olması, çocuğu ile ilişkisindeki acemilikleri veya ilk tanıştıkları gece kadına kısa eteği nedeni ile yaptığı benzetme filmin onu bir “kahraman” değil bir birey olarak görmeyi seçmesinin sonucu şüphesiz. Hayli başarılı bir görsel efekt çalışması ile kadının vücut noksanlığının tüm gerçekçiliği ile gösterildiği filmin gerçekçilikte aksadığı yer ise kadının geçirdiği kazadan sonra adamı neden aradığı, neden ona güvendiği veya adamın kadını ilk kez evinden dışarı çıkmaya nasıl bu denli kolay ikna ettiği gibi hikâyenin gelişimi içinde pek de önemsiz olmayan noktalar. Senaryo ikinci yarıda da nasıl toparlayacağını bilememiş gibi görünüyor zaman zaman. Aynı problem ile ilgili bir başka örnek de ilerleyen arkadaşlığa rağmen kadının adamın çocuğu olduğunu oldukça geç öğrenmesi; belki bununla o aşamaya kadar ilişkinin arkadaşlık ve cinsellik ile sınırlı kaldığı vurgulanmak istenmiş ama açıkçası pek de yeterli bir açıklama değil bu.

Ve iki baş oyuncu, Marion Cotillard ve Matthias Schoenaerts. İlki çok daha fazla sayıda olmak üzere buradaki oyunculukları ile bolca ödüle aday veya sahip olmuş bu ikili. Her ikisi de mükemmel bir oyunculuk ile karakterlerinin hem ruhlarına hem bedenlerine bürünmüşler ve iki gerçek insan olarak getirmişler onları karşımıza korkuları, umutları, acıları ve mutlulukları ile. Üstelik hayli zor roller bunlar: Kolayca bir abartılı performansı teşvik edecek karakterini -evet, bir kez daha söylemeli- öylesine mükemmel bir doğallıkla oynuyor ki Cotillard, hissettiği tüm duyguları bire bir geçiriyor bize. Schoenaerts ise tüm yaptıklarını bir doğallık içinde yapan ve iyi ile kötü ayrımı üzerinden değil doğru bildiği yoldan ilerleyen karakterini o denli elle tutulur hale getirmiş ki nerede ise bir belgeselin doğallığı içinde hareket ediyor tüm hikâye boyunca. Alexandre Desplat imzalı müziğin başarılı bir şekilde oluşturduğu zemin üzerinde bu iki müthiş oyuncu karakterlerini zenginleştiriyorlar oyunculukları ile ve filmin en önemli öğelerinden biri oluyorlar. Sert karakterlerin bu sert hikâyesini romantizmi ihmal etmeden ama gereksiz yumuşaklıklara da kapılmadan ve sürekli olarak sanki bize “işte tüm olan biten bu, en ufak bir ekleme veya çıkarma yapmadım” diyerek anlatan film görülmeyi hak ediyor kesinlikle. Epeyce kan, epeyce ter ve biraz da gözyaşı dökülen ve seyircisine de o hissi yaşatan bir film bu ve bir melodramın hakkını eski filmlere de göz kırpan ama kesinlikle çağdaş görünmeyi da başararak anlatıyor bize. Belki bir peri masalı bu ama gerçek insanlarla anlatılan ve gerçek olmasını tüm kalbinizle dileyeceğiniz türden.

(“Rust and Bone” – “Pas ve Kemik”)

De Battre Mon Coeur s’est Arrêté – Jacques Audiard (2005)

“Emlakçıyım. Binalara fare salıyorum, suyu elektriği kesiyorum. Bazen arkadaşlarla beyzbol sopası alıp gideriz. İnsanları evden çıkmaya zorlarız”

Piyanist olmak ile acımasız bir emlakçı olmak arasında kalan bir adamın hikâyesi.

James Toback’ın 1978 tarihli “Fingers” filminden uyarlanan bu film, Amerikalıların yaratıcılık sıkıntısı çektiğinde Avrupa ve Uzak Doğu sinemalarına dönmesinin tam tersini yapıyor ve ortaya çok başarılı bir sonuç koyuyor. Temel olarak bir ikilemin filmi bu, her bireyin hayatı boyunca karşılaşabileceği ve işte o aşamada yaptığı seçimlerin (veya seçim yapmaktan korkmanın) sonraki tüm hayatını etkileyeceği türden.

İlk sahnelerinde diyalogları ve çekimleri ile sanki bir uyuşturucu satıcılığı içinde imiş gibi gösterdiği adamların gerçek işini anladığımızda iki iş arasında fark olmadığı mesajını vererek başlayan film tüm süresi boyunca kahramanımızın içinde bulunduğu ikilemde hangi tarafta olduğunu açıklıkla ve sıkça vurguluyor. Bir tarafta günümüzün geçerli değerlerinin öne sürdüğü yasal ama etik olmayan bir iş var ve kahramanımızın bu işteki yetkinliği ortada. Diğer tarafta ise tüm enerjisini ve tutkusunu adamasına rağmen arzu ettiği seviyeye gelemeyeceği bir iş var. Film boyunca bu iki seçeneğin arasında bocalayan adamı, ve yaşadığı ikilemin boyutlarını ve karakteristiklerini seyirciye taraf tutmaktan çekinmeden gösteren senaryo filmin en başarılı öğelerinden biri. Bu senaryoya bir eldiven gibi uyan mizansen anlayışı ve özellikle Romain Duris’nin oyunculuğu filmin başarı düzeyini oldukça yukarıya taşıyor.

Filmin hemen tüm karelerinde görünen Duris zaman zaman “fiziksel” bazen de duygu yüklü oyunculuğu ile özellikle babasının cesedini bulduğu sahnede zirveye çıkan bir gösteri sergiliyor. Abartılı bir oyunculuğa kaymaya çok uygun olan bu sahnede Duris karakterini yapaylıklardan arınmış bir şekilde tüm çıplaklığı ile karşımıza getiriyor. Benzer şekilde, arkadaşının eşine söylediği yalanın ortaya çıktığı sahnede takındığı “beceriksiz” tavırda da yaşadığı tüm panik, tereddüt ve şaşkınlığı bize aynen geçiriyor. Tüm film süresince “özdeşleşmeye” inanılmaz bir doğallıkla çağırıyor ve hikâyesine ortak ediyor bizi oyuncu ve onun sık sık karşımıza gelen hareketli elleri ve parmakları bile iyi bir oyuncunun nasıl tüm vücudu ile oynayabileceğini ispatlıyor seyredene.

Tüm süslemelerden arınmış görünen basit bir hikâyeden böylesine bir başarı elde edilmesinde bir diğer büyük payın sahibi yönetmen Jacques Audiard. Bir şekilde filme zarafet katmayı başarmış, bu başka bir yönetmenin elinde çok farklı yerlere gidebilecek senaryoya. Hareketli bir kamera kullanımı, zaman zaman stilize bir anlatım ve baş kahramanın serbest bırakılmış görünen oyunculuğunda da kendini gösteren oyuncu yönetimi filmi geldiği o başarılı noktaya taşıyan önemli faktörler.

Yok etmenin karşısına yaratıcılığı koyan film, sanatın yaratıcılık yolu ile insanları yukarılara taşıması ile içinde bulunduğumuz ekonomik düzenin gereklerinden biri olan ve güçlüye hizmet etmek anlayışı üzerine kurulu diğer işin insanları yok etmesi ve onlara yaşam hakkı tanımamasını karşı karşıya getiriyor böylece. Bir tarafta boş evlere yerleşen kaçak göçmenleri o evlerden atmaya odaklı bir iş, diğer tarafta ise bir göçmenden alınan dersler ile edinilmeye çalışılan bir kariyer; ötekini yok eden bir anlayış ile ötekinin zenginliğinden beslenen bir anlayış. Film bu karşılaştırmayı başka araçlar ile de sık sık yapıyor; bir tarafta bir sanatçı anne, diğer tarafta kaba bir baba veya bir tarafta sertliğe prim veren bir baba diğer tarafta o babanın aşağıladığı ince ruhlu bir emprezaryo. Birbirlerinin dillerini bilmeyen iki insanın sanatın o birleştirici dili üzerinden bir araya gelebilmelerini ve birlikte yaratabilmelerini samimi duygular ile gösterebilen ve kalbimizin ritimlerini kaçırmamak ve/veya birini kaçırdığımızda her zaman yakalanabilecek yeni bir ritim olduğuna inanmak üzerine şık bir film.

(“The Beat That My Heart Skipped” – “Kalbim Bir An Durdu”)