Les Demoiselles de Rochefort – Jacques Demy (1967)

“Seninki gibi büyük bir tutku için Paris çok küçük bir yer”

Yaşadıkları Rochefort’u terk ederek, şöhret ve aşkı bulmak üzere Paris’e gitmeyi düşleyen ikiz kız kardeşlerin şehirlerindeki son hafta sonunda bir karnavalda yaşananların hikâyesi.

Jacques Demy’nin senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Yönetmenin “romantik üçleme” adı altında toplanan filmlerinin sonuncusu olan film (Diğerleri 1961 tarihli “Lola” ve 1964 yapımı “Les Parapluies de Cherbourg” (Şerburg Şemsiyeleri)) Michel Legrand’ın etkileyici şarkıları ile güçlenen, sağlam kadrosundan önemli bir destek alan bir çalışma ve Amerikan müzikallerinden esinlenen bölümleri olsa da bir Fransız yapımı olduğunu hep hatırlatması ile de dikkat çekiyor. Güneşli bir deniz kıyısında geçmesi ile uyumlu olarak, bir yaz aşkının hafifliğini taşıyan film bir müzikal için “kompleks” görünebilecek hikâyesinin kurgusunun ustalıkla halledilmesi ve üçlemenin diğer filmlerine ve başka sinemasal ögelere göndermeleri ile ayrıca ilgi çekebilir.

Demy’nin filmini sağlam ve eğlenceli bir müzikal ve bir klasik yapan birden fazla unsuru var; bunlardan belki de ilk anılması gerekeni zengin kadrosu: İkizleri canlandıran ve gerçek hayatta da -ikiz olmasalar da- kardeş olan Catherine Deneuve ve Françoise Dorléac’ın (25 yaşında bir trafik kazasında hayatını kaybetti Dorléac) yanında Amerikalı oyuncular George Chakiris ve Grover Dale (Panayır için kasabaya gelen Etienne ve Bill rolündeler), bir başka Amerikalı sanatçı Gene Kelly (müzisyen Andy Miller rolünde), Jacques Perrin (ressam ve şair olma heveslisi Maxence), Michel Piccoli (müzik dükkanı sahibi Simon Dame) ve Danielle Darrieux (kızların annesi). Darrieux dışındakiler şarkıları kendileri söylememişler ama filme kattıkları değeri -seyircinin gözü ile bakınca- azaltmıyor bu durum. Bu kadroyu çoğunlukla meydan, sokak ve köprü gibi dış mekânlarda bir araya getiren film stüdyolarda oluşturulan sahnelerin kısıtlarından kurtarmış karakterlerini ve onları daha gerçek kılmış böylece. Amerikalı yıldızların varlığı ise filme -gişe açısından Amerika’da beklenen sonuç elde edilememiş olsa da- uluslararası bir hava ve Amerikan müzikallerinin tadını kazandırmış. “West Side Story”deki (Batı Yakasının Hikâyesi) Köpek Balıkları çetesinin lideri olarak müzikallerin tarihinde kalıcı bir yer kazanan Chakiris ve Holyywood müzikallerinin usta ismi Gene Kelly Amerikan klasiklerindeki oyunculuklarını ve danslarını taşımışlar hikâyeye ve filme önemli bir keyif katmışlar. Kelly’nin adeta “Rochefort’da Bir Amerikalı”yı oynadığına tanık olmamızı sağlayan film sadece bu açıdan bile önem taşıyor.

Doğrudan veya üstteki örnekler gibi dolaylı pek çok göndermesi var filmin meraklısının ilgisini çekecek; örneğin Deneuve ve Dorléac “Chanson d’un Jour d’été” adlı şarkıyı kırmızı kıyafetler içinde seslendirirken Marilyn Monroe ve Jane Russell’ın “Gentlemen Prefer Blondes” (Erkekler Sarışınları Sever) filminde “A Little Girl From Little Rock”ı seslendirdikleri sahneye açık bir selam gönderiyorlar. Kelly’nin Dorleac ile ilk karşılaştığı sahnedeki çekici dansı ise koreografisi ile yine kendisinin oynadığı bir başka başyapıt olan Vincente Minnelli filmi “An American in Paris”ten (Paris’te Bir Amerikalı) taşınmış filme. Böylece Demy hayranı olduğu iki filmi (Robert Wise ve Jerome Robbins başyapıtı “West Side Story” (özellikle koreografisi ile) ve “An American in Paris”) yeniden yaratmış bir bakıma ve ABD’de olmasa bile, Fransa’da seyirciden büyük bir ilgi gören bir sonuç elde etmiş. Karakterlerden birinin ünlü bestecilerin isimlerini sıralarken Legrand’ın adını da anması, bir karakterin Etienne ve Billy’e “Jules ve Jim” (Truffaut’nun bizde Unutulmayan Sevgili adı ile gösterilen başyapıtı) diye seslenmesi, yine aynı iki adamın ilk kez Cherbourg’da bir barın önünde tanışmış olmaları ve bir cinayete kurban giden kadın sanatçının adının “Lola” olması gibi diğer göndermelerin yanında, Demy’nin eşi ve ünlü sinemacı Agnès Varda da bir sahnede rahibe olarak çıkıyor karşımıza.

Demy’nin müzikali sadece Legrand’ın müzikleri ile değil, Norman Maen’in koreograsini yaptığı dansları ile de dikkat çekiyor. Açılışta yer alan ve bir “transporter köprü”nün mekânı olduğu sahneden başlayarak tıpkı “West Side Story” gibi çoğunlukla sokakları mekân edinen film Maen’in modern havalı korografisinden bolca yararlanıyor ve seyirci olarak bize epey keyif sağlıyor. Elbette Kelly ve Chakiris profesyonel tecrübeleri ile dans açısından öne çıkıyorlar ama Deneuve gibi bir yıldızın da aralarında olduğu ünlü isimlerin dansları da oldukça başarılı ve usta oyunculukları ile birleştirerek bu becerilerini, filmin önemli birer eğlence kaynağı oluyorlar. Legrand’ın Oscar’a aday gösterilen ve caz havaları da olan müzikleri ise rahatlıkla hak ediyor mükemmel tanımını. Bu usta müzisyenin sözlerini Jacques Demy’nin yazdığı şarkıları, başta “Chanson de Maxence” olmak üzere çok çekici ve enstrümantal bölümler de aynı derecede büyüleyici havalara sahipler. Bu görsel ve işitsel unsurlara, başta ikizlerin kıyafetleri olmak üzere, Marie-Claude Fouquet ve Jacqueline Moreau imzalı tüm kostümleri ve tıpkı kostümler gibi canlı renkleri ile 1960’ları güçlü bir nostalji ile karşımıza getiren set ve dekorlarını da eklememiz gerekiyor.

Bir hayaller ve hayal kırıklıkları hikâyesi seyrettiğimiz ve elbette bir (aslında birden fazla) aşk öyküsü de aynı zamanda. Hikâyede bir cinayetin, üstelik de vahşi bir cinayetin yer alması ve görüntüye sık sık askerlerin girmesi seyrettiğimize tedirgin bir hava da katıyor. Ne var ki bu tedirginliği zarif bir biçimde dengeleyen ve panayır bölümünde -gösterilerin güzelliğine rağmen- bir parça düşse de temposu gayet doğru ayarlanmış görünen film, kostümlerinin canlı ve parlak renklerinin sıcak enerjisini yakalıyor hemen hep. “Kısacası, sizinle yatmak istiyoruz” gibi diyalogların Fransız havasını desteklediği film hayatımızın tesadüflere ne kadar bağlı olduğunu da gösteriyor çok karakterli hikâyesi ile. Bu hikâyenin komedi ve dramı, lirizmi ve hatta küçük bir gerilimi birlikte ve doğallığını yitirmeden içerebilmesi ise Demy’nin başarısının bir başka göstergesi.

Klasik müzikallerin “konuşmalar – şarkı (ve dans) – konuşmalar – şarkı (ve dans)…” sırasında bir küçük ama önemli farklılık da yaratmış Demy. Konuşmalı bölümlerin pek çoğunda ilgili sahnenin ana karakterleri değil ama, örneğin o sırada sokaktan geçenleri bir müzikalin lirizmini hatırlatacak şekilde dans ederken gösteriyor film bize; bu da filmin hemen her sahnesinin bir müzikal havasında olmasını sağlamış ve klasik dizilimi kırmış farklılık yaratacak şekilde. Gayriresmi üçlemenin bir önceki filmine hüzün hâkimdi bir bakıma, burada ise finalinin de altını çizdiği gibi, tüm o parlak renklerin ve güneşli sahnelerin yarattığı bir sıcaklık ve coşku öne çıkıyor ve ortaya mutlaka görülmesi gerekli bir film çıkıyor.

(“The Young Girls of Rochefort” – “Tatlı Günler”)

Lola – Jacques Demy (1961)

“Onu yargılamaya hakkım yok. İlk aşkının hatırası ile yaşıyor. Anlamışsınızdır demek istediğimi: İlk aşklar unutulmaz”

Şimdi çocuklu ve bekâr bir anne olan ve kabarelerde dansçı olarak çalışan ilk aşkı ile karşılaşan mutsuz bir genç adamın hikâyesi.

Jacques Demy’nin yazdığı ve yönettiği bir Fransa – İtalya ortak yapımı. Demy’nin Alman yönetmen Max Ophüls’e ithaf ettiği ve onun son filmi olan 1955 tarihli “Lola Montès” filminin kahramanının adını verdiği Lola adındaki bir dansçı ile “sıkılan” bir genç adam olan Roland’ın yıllar sonra tekrar karşılaşması sonucu yaşananları anlatıyor film temel olarak. Baş karakterinin ve adının Josef von Strenberg’in 1930 yapımı “Der Blaue Engel” (Mavi Melek) filmindeki burleks dansçısı Lola’dan da esinlendiği söylenen film Fransız Yeni Dalga akımından klasik sinemaya müzikalden lirik bir gerçekçiliğe uzanan farklı havaları olan, başrollerdeki Anouk Aimée ve Marc Michel’in farklı birer çekiciliği olan performansları ile değerlenen ve Demy’nin kendine has sinemacılığının ilk örneği olarak ayrı bir önem taşıyan bir klasik yapıt.

Demy filmini “Müziksiz bir müzikal” olarak tanımlamış; ama bu tanımlama filmde müzik olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine Beethoven’dan (“La Majör 7 Numaralı Senfoni”) Mozart’a (“Re Majör Flüt Konçertosu”), Weber’den (“Dansa Davet” adlı vals) Bach’a (“İyi Düzenlenmiş Klavye”) klasik bestecilerin eserlerinden, ünlü Fransız besteci Michel Legrand’ın orijinal müziğinden, Edith Piaf için yazdığı şarkılarla bilinen Marguerite Monnot’un bir şarkısından (“Moi, j’Étais Pour Elle”) ve sözlerini Demy’nin eşi olan ünlü Fransız sinemacı Agnès Varda’nın yazdığı şarkıdan (“Lola”) bolca yararlanıyor film. Ama bu yararlanma bir müzikalde gibi diyalogların şarkılarla aktarılması şeklinde değil filmde; evet,değil ama yine de tuhaf bir şekilde bir müzikal seyrettiğiniz havasına kapılıyorsunuz sık sık. Benzer şekilde müzikallerdeki gibi şarkılar sık sık bir dansla veya bir dans koreografisi ile süslenmiyor (Kabaredeki dans sahneleri hariç; çünkü bu bölümler o sahnenin doğal bir parçası) ama bir şekilde Demy’nin mizanseni ve usta görüntü yönetmeni Raoul Coutard’ın kamerası adeta bir gizli koreografiyi ima edercesine karşımıza getiriyor karakterleri ve tüm görüntüleri hareketli bir şekilde. Dolayısı ile Demy’nin filmi için yaptığı tanımlama kesinlikle çok doğru. Demy’nin bu hikâyedeki Roland Cassard karakterini 3 yıl sonra çekeceği “Les Parapluies de Cherbourg” (Cherbourg Şemsiyeleri) adlı müzikal filminin hikâyesinde de kullandığını düşünürsek, yönetmenin burada da bir müzikalin çerçevesi içinde hareket ettiğini söylemenin yanlış olmayacağını daha da rahatlıkla ileri sürebiliriz.

Filmin hikâyesi de bir müzikalinkini hatırlatıyor sık sık. Hemen tamamı yalnızlık çeken karakterlerinin “döngüsel” denebilecek hikâyelerinin açılışında bir Çin atasözünü gösteriyor bize Demy ve müzikallere de göndermede bulunuyor bir bakıma: “Ağlayabilen ağlasın, gülmek isteyen gülsün”. Bu filmin hikâyesi de mutluluk ama çoğunlukla da hüznü ile bu söze uygun bir içeriğe sahip ve seyirciyi hangi duyguyu tercih edeceği konusunda serbest bırakıyor bir bakıma. Wong Kar-Wai’nin “Chung Hing Sam Lam” (Chungking Ekspresi) adlı filminin ikinci yarısının esin kaynağı olarak gösterdiği bu Demy filmi farklı karakterlerin çakışan ama bazen de birbirlerine teğet geçen hikâyelerini işte bu hava ile anlatırken, özellikle iki baş karakteri ile sinema tarihinin önemlilerinden ikisini de yaratıyor bizim için: Marc Michel’in oynadığı Roland ve Anouk Aimée’nin canlandırdığı Lola. Roland yaşadığı yerden ve insanlarından sıkılan, “gitmek” isteyen genç bir adam. Sokakta yıllardır görmediği bir kadınla karşılaşıyor; gerçek adı ile Celine şimdi Lola adı ile kabarelerde dansçılık yapan, çocuğunun babasını yedi yıldır görmeyen bir kadındır ama ilk aşkı olan adamı unutmamıştır ve onu beklemeye devam etmektedir. Bu karşılaşma Roland’a Lola’nın da kendisinin ilk aşkı olduğunu hatırlatacaktır. Birkaç önemli karakteri daha var filmin; Madam Desnoyers (Elina Labourdette) 14 yaşındaki kızı Celine (Annie Duperoux) ile yaşayan dul bir kadındır; bir kitapçıda karşılaştığı Roland’a ilgi gösterir ve onu belki de yalnızlığını giderebilecek bir erkek olarak görür. Kızı Celine ise büyüme çağının deli doluluğu içinde kendi yolunu bulmaya çalışan bir genç kızdır ve bir Amerikalı bir denizci olan Frankie (Alan Scott) ile arkadaş olmuştur annesini rahatsız eden bir şekilde. Frankie’nin birgün döneceği ABD’de onu bekleyen bir nişanlısı vardır ve zaman zaman yattığı Lola’dan da hoşlanmaktadır bu arada. Bir de filmin açılışıında üstü açık lüks arabası içinde gördüğümüz Michel (Jacques Harden) var; hikâyenin başında şehre geri döner ve bu dönüşün gerekçesini ve birden fazla karakterin hayatını nasıl etkileyeceğini finalde gösterecektir bize Demy. Sadece tüm bu karakterleri değil, daha başka birkaç karakteri de (örneğin Roland’ın düzenli gittiği kafedeki iki kadın) seyircinin onları tanımasına olanak sağlayacak bir netlikte gösteriyor bize film ve belki de sinemanın en “dürüst” hikâyelerinden birini anlatıyor. Dürüst çünkü karakterler birbirleri ile çok açık konuşuyorlar her zaman ve özel duygularını rahatlıkla paylaşıyorlar diğerleri ile. Yalan söylediklerinde bu sadece karşılarındakini korumak için oluyor ve sonra zaten bunu itiraf da ediyorlar. Roland başta olmak üzere karakterler duygularını konuştukları kişilere rahatça ifade ediyorlar ve bu durum hikâyenin insan sıcaklığı ile sarılı olmasını sağlıyor ki filme hayli önemli bir çekicilik katıyor bu ilişkiler.

Bekleyen ya da giden karakterler geçidi bir hikâye seyrettiğimiz. Demy’nin eğlenceli bir havada senaryoya yedirdiği polisiye unsurlar ile de renklenen hikâye “ilk aşk”ın unutul(a)mayacağını bu karakterleri özenle kullanarak anlatırken; gitmenin, beklemenin ve dönme(me)nin onların ruhlarında dokunduğu yerleri de özenle sergiliyor. Bir müzikal hafifliği içinde tesadüflerin de önemli bir yer tuttuğu filmde karakterlerin örtüşen yönleri de hayli ilginç. Örneğin iki farklı karakter aynı adı taşıyor, iki kadın da çocuklu ve bekâr, biri dansçı olarak çalışırken bir diğeri dansçı olma hayali kuruyor veya birin seçimi diğerlerinin seçimlerini de etkiliyor. Bu bol konuşmalı film tam da bir Fransız filminden bekleneceği şekilde her birinin hayatını aşkın (varlığı ya da yokluğunun) nasıl etkilediğini de gösteriyor şiirsel bir şekilde. Bu şiirselliğin gerçekçiliği ve Yeni Dalga’ya özgü uçarılığı onu farklı ve orijinal kılıyor şiirsel diğer pek çok hikâyenin aksine ve özellikle Roland’ın duygusal değişimleri üzerinden anlatılan hayaller seyirciyi de doğal bir şekilde yanına çekebiliyor. Genç adamın “Tam anlamı ile umutsuz vakayım. Vaktimi hayal kurmakla geçiriyorum. Sıkıldım artık” cümleleri ile tarif ettiği gitmek odaklı ruh hâlinin, âşık olduğunu hissettiği anda “Bu sabah insanlar gözüme güzel göründü. Koşup öpmek geldi onları içimden” ile ifade edilen bir şekle dönüşmesini doğal ve sevimli kılan da Demy’nin bu lirik gerçekçi dili ve hikâyesi oluyor şüphesiz.

Genelde klasik sinema ile Yeni Dalga arasında bir yerde duran filmde Demy sadece bir kez teknik bir oyuna girişiyor: Cecile adındaki 14 yaşındaki kız ile Amerikalı asker arasındaki arkadaşlığı ve eğlendikleri lunaparktaki sahneleri gösterirken yapıyor bunu yönetmen ve eğlence aletlerini terk ederken ikiliyi yavaşlatılmış bir gösterimle ve Bach’ın müziği eşliğinde çıkarıyor karşımıza. Celine’nin duyguları büyümekte olan bir genç kızın aşka benzer hislerine yaklaşırken, Amerikalı asker ona bir abi gibi davranıyor tüm birlikte oldukları sahnelerde. Demy’nin aralarında yaş farkı olan ve taraflardan birinin çocuk olduğu “çift”in dostluğu üzerinde durması ilginç; çünkü Celine’i ilk gördüğümüz sahnede, kendisine uygunsuz bir şekilde bakan bir adama dilini çıkarıyor çocuk. Filmin bu “pedofili” teması üzerinde durması yorumlanmaya açık.

Michel Legrand’ın hikâyeye güç ve keyif katan müziğinin önemli kozlarından biri olduğu filmin hikâyesi -özellikle finali ile- bir müzikal hafifliğine uygun tasarlanmış. Demy’nin kendi çocukluğunun geçtiği Nantes’da çektiği filmde Roland adındaki genç adam bir “bilinmeyen”e doğru ilerlerken (“Cherbourg Şemsiyeleri” bu bilinmeyeni sonradan aydınlatıyor olsa da) Fransız sinemasının sinema tarihine armağan ettiği karakterlerden biri olarak iz bırakıyor seyirci üzerinde. Bu biraz naif, biraz hüzünlü genç adam bir yandan Yeni Dalga’nın erkek karakterlerini hatırlatırken, öte yandan da gitmek üzerine odaklı mutsuzluğu ile döneminin gençlerinin sembolü de oluyor bir bakıma. Onun, işe hep geç kaldığı için kendisini azarlayan patronuna, o sırada okuduğu André Malraux’nun “La Condition Humaine” (İnsanlık Durumu) adlı romanından yaptığı alıntı da (“Ne için çalıştığını bilmeden günde on iki saat çalışan bir adam için ne saygınlık ne de gerçek bir hayat mümkün olabilir”) bu bağlamda önem taşıyor. Malraux’nun kitabının 1927’de Şangay’daki başarısız komünist ayaklanmanın parçası olan insanların karşı karşıya kaldığı varoluşçu ikilemleri anlattığını düşünürsek Demy’nin bu kitabı seçmesi öenmli ve Roland’ın da amaçsız hayatı için aynı duyguları taşıdığını söyleyebiliriz.

Demy’nin filminin üç baş oyuncusu da karakterlerine hak ettikleri gerçekçiliği verirken, her biri kendi karakterine uygun bir oyunculuk benimsemiş. Örneğin yalnızlık çeken kadını oynayan Labourdette tıpkı karakteri gibi klasik bir tarza sahip performansı ile onun aşk arayışını bizim de hissetmemizi sağlıyor. O tarihlerde kariyerinin başında olan Marc Michel tıpkı karakteri gibi biraz yorgun, kırgın ve hüzünlü bir oyunculukla gerçekten çok başarılı. Kabare dansçısını oynayan Anouk Aimée ise beklenenin aksine seksapelliği öne çıkaran bir performanstan özenle uzak durmuş ve sözlerini Varda’nın yazdığı şarkıyı seslendirirken olduğu gibi, hem seksi hem “normal” bir kadın (hâlâ ilk aşkının sıcaklığını içinde taşıyan sıradan bir kadın) olmayı başarmış çarpıcı bir şekilde. Nantes şehrinde belediye başkanlığını, ardından da Fransa Başbakanlığı yapmış olan Jean-Marc Ayrault’nun “Jacques Demy ile Nantes arasındaki bir aşk hikâyesi” olarak tanımladığı filmde bir karakterin ağzından duyduğumuz “Hayat filmlerde her zaman daha güzel” cümlesi ve Roland’ın sinemada seyrettiği Mark Robson 1953 tarihli filminin (“Return to Paradise” – “Cennete Dönüş) hikâyesinin Demy’nin filmininki ile başkarakteri açısından benzerlik taşıması ise tıpkı dönemin Yeni Dalga sinemacıları (örneğin Truffaut) gibi yönetmenin de taşıdığı sinema sevgisinin bir dışavurumu olarak görülmeli. Başta bir müzikal olması düşünülen ama maddî sıkıntı nedeni ile bu yapılamayınca, Demy’nin ustalıkla türün havasını yine de sindirmeyi başardığı film her sinemaseverin görmesi gereken bir klasik. Yönetmenin yine bütçe sıkıntısı nedeni ile sessiz çekmek zorunda kaldığı filmi belki bir başyapıt değil ama kesinlikle çok başarılı bir sinema yapıtı.

Les Parapluies de Cherbourg – Jacques Demy (1964)

“Aşktan ölmek sadece filmlerde olur”

Erkeğin askere alınması ile ayrılmak zorunda kalan genç bir çiftin hikâyesi.

Fransa ve Almanya ortak yapımı olarak çekilen ama sinema tarihine elbette tam bir Fransız klasiği olarak geçen bir film. Fransız yönetmen Jacques Demy’nin “romantik üçlemesi”nin ikinci filmi (diğerleri 1961 tarihli ve yönetmenin müziksiz bir müzikal olarak nitelendirdiği “Lola” ve 1967 tarihli müzikal “Les Demoiselles de Rochefort – Tatlı Günler”) olan çalışma tamamı ile müzikal olan ve en sıradan konuşmaların bile “resitatif” olarak adlandırılan şekilde müzikal olarak dile getirildiği bir eser. Michel Legrand’ın ana tema şarkısı olan “Je ne Pourrai Jamais Vivre sans Toi” ve “Recit de Cassard” eserleri başta olmak üzere tüm hikâye boyunca aralıksız hikâyeye eşlik eden müziği zaman zaman caz, tango ve rumbaya da uzanan bir çeşitlilik gösteriyor ve filmin bugün hâlâ keyifle seyredilmesinin de baş nedenlerinden biri oluyor. Demy’nin kendi yazdığı “basit” hikâyeyi usta elleri ile nasıl bir başyapıta dönüştürebildiğinin bu “renkli” örneği başta Catherine Deneuve ve Nino Castelnuovo olmak üzere oyuncularının da zenginleştirdiği ve sevenini kendisine aşık eden filmlerden kesinlikle.

1979’dan başlayarak ve en son 2014 yılında sahneye de uyarlanan film Fransız sinemasının adeta ABD müzikallerine alternatif olarak çıkardığı bir film gibi görünüyor bugün. Tıpkı operada olduğu gibi tüm konuşmaların müzik eşliğinde aktarıldığı çalışma bir Hollywood müzikalinde çoğunlukla olduğu gibi sırtını sadece güçlü şarkılara dayamaktan -yukarıda anılan şarkılardan özellikle ilkinin hüzünlü melodisi ile tam bir klasik olduğunu vurgulayalım bu arada- ve gerçeklikten çok fantezilere sığınmaktansa, müziği tüm hikâyesine yayıyor ve müzikalin sıradan insanların sıradan dünyalarını anlatan bir gerçekçilik içinde de var olabileceğini ve üstelik ortaya sağlam bir sonuç çıkabileceğini kanıtlıyor. Özellikle basit ama çok etkileyici finali bu gerçekçiliğin ve yaşayan karakterlerin hikâyesi olmanın iyi bir örneği kesinlikle. Demy’nin hikâyesinde doğaüstü öğeler, zorlamalar veya sadece göze ve kulağa hitap eden unsurlar yok kesinlikle. Mücevher tüccarı karakteri veya finaldeki tesadüfi karşılaşma bir ABD müzikalinde renkli bir zorlama olarak görünecekken burada asla gerçekçilikten uzaklaşıldığı duygusunu yaratmıyor. Bunda da en büyük etken sanırım Demy’nin başta Deneuve ve Castelnuovo olmak üzere tüm karakterlerine “aşık olması”. Evet, aşık olması çünkü yönetmen her bir karakterini tüm doğallığı ile karşımıza getirirken onları o denli “insan” kılıyor ki seyirci olarak onların yaşadıklarından etkilenmemeniz mümkün değil kesinlikle.

Cannes’da Altın Palmiye kazanan filmin Jean Rabier imzalı görüntülerine ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Rabier ve Demy bir müzikale ama özellikle de bu müzikale çok yakışan bir görselliği yaratmayı başarmışlar. Açılıştaki yağmurlu havada renkli kıyafetli ve şemsiyeli insanlı görüntüler bir buçuk saat boyunca içine gireceğimiz dünyanın habercisi oluyor kesinlikle. Filmin tüm süresi boyunca bir renk cümbüşü ile baş başa bırakıyor bizi filmin yaratıcıları. Sarı yağmurluklardan 1960’ların havasını yansıtan tüm renkli kıyafetlere, odaların renklerinden örneğin dans salonunun kırmızısına kadar gözlerinizi alamayacağınız bir renk cümbüşü bu. Duvar kağıtlarına da yansıyan tüm bu canlı renklerin ve bu görsel dünyanın bir kaosa veya bir yapaylığa dönüşmemesini de yine Demy ve Rabier’in başarı hanesine eklemek gerek kuşkusuz. Bunda kamera kullanımının zarifliğinin de ciddi payı var. Rabier’in kamerası hemen hep sakinliğini kuruyor ve kafedeki veda sahnesinde olduğu gibi (Legrand’ın hüzünlü müziğinin eşlik ettiği bir sahne bu) karakterlerine önce yavaşça yaklaşıp sonra yine yavaşça uzaklaşırken seyirciyi de kendisi ile birlikte zarif bir dünyanın içinde salınmaya davet ediyor sanki. Demy bir başka sahnede kadın ve erkeği sokakta adeta kaydırırken hem filme bir peri masalı havası vermeyi hem de bu anda bile onları sokağın gerçekçiliği ile bütünleştirmeyi başarıyor. İngiliz edebiyatçı ve sinemacı Chris Petit’nin yazdığı bir eleştiride filmde yer alan Esso benzin istasyonu için “Bir Esso istasyonu hiç bu kadar romantik olmamıştı” derken ne demek istediğini benzersiz final sahnesini görenler çok iyi anlayacaktır.

Demy’nin savaş (adı dile getirilmese de Cezayirdeki bağımsızlık savaşı bu) ve evlilik dışı hamilelik gibi unsurları ve gerçekçi karakterleri ile alıştığımız Amerikan müzikallerinden ayrılan filminin iki baş oyuncusuna, Castelnuovo ve özellikle Deneuve’e ise ayrı bir selam göndermek istiyor. Deneuve daha göründüğü ilk karede yalın güzelliği ile insanın içini ürpertiyor kesinlikle. Şarkıları diğer oyuncular gibi o da kendisi söylemiyor ama bu kırık aşk hikâyesinin kadın kahramanını nasıl olması gerekiyorsa öyle oynuyor; önce aşık ve heyecanlı, sonra tereddütlü ve endişeli ve finalde de olgun ve kabullenmiş. Karakterinin geçtiği tüm aşamaları onunla birlikte yaşatıyor size adeta. Castelnuovo da ondan geri kalmıyor ve bu “mutsuz” sonla biten hikâyenin bir başka kalbi kırık kahramanını tüm saflığı ile getiriyor karşımıza. Madeleine karakterini canlandıran ve kısa bir sinema kariyeri olan Ellen Farner ise bu ilk filminde rolü ile öne çıkamayan tek isim olmuş gibi duruyor.

Bernard Evein‘in set tasarımları ve Jacqueline Moreau’nun kostümleri ile ayrıca renklenen bu filmde Demy kimi unutulmaz sahnelere de imza atmış. Açılış jeneriğine eşlik eden bölüm, kafedeki veda sahnesi veya çok akılllıca düşünülmüş mizanseni ile -filme de adını veren- şemsiye dükkanının dışında sokakta çılgın bir karnaval sürerken, içeride hüzün içinde dolanan Deneuve’u seyrettiğimiz bölüm çok başarılı gerçekten. Tabi bir de finali eklemek gerekir bunlara. Kahramanlarımızın benzin istasyonunda -belki de son kez- karşılaştıkları bu final ne göz yaşı talep ediyor sizden ne de bir duygu sağanağını indiriyor tepenize. Aksine, o anın iç burkan hüznünü sizin hissedip kendi başınıza yaşamanızı istiyor adeta. Film ortaya bir soru bırakarak sona eriyor aslında ve “Gerçek aşk diye bir şey var mı” diye soruyor ama cevabını seyircisine bırakma saygısını da gösteriyor. Mutlaka görülmeli.

(“The Umbrellas of Cherbourg” – “Cherbourg Şemsiyeleri”)