La Religieuse – Jacques Rivette (1966)

“Efendim, bana “Tanrı’ya yoksulluk, iffet ve bağlılık yemini ediyor musunuz” diye sordunuz. Sizi duydum, cevabım: “Hayır”. Hanımlar, beyler ve özellikle siz anne ve babam, sizler şahidimsiniz. Burada zorla tutuluyorum. Bana yapılan zulme herkesin önünde karşı çıkmak için anne babamın arzusuna razı gelmiş gibi yaptım. İlahi bir çağrı almadım. Aileme boyun eğmek istemiyorum. Sevgili ailem, rahibe dışında benden istediğinizi yapın. Rahibe olmak istemiyorum! Hayır!”

İsteği dışında rahibe olmaya zorlanan genç bir kızın ve maruz kaldığı dinsel ve toplumsal baskıların hikâyesi.

Aydınlanma Çağı’nın önemli isimlerinden Fransız filozof ve yazar Denis Diderot’nun aynı adlı romanından uyarlanan bir Fransız yapımı. Senaryosunu Jean Gruault ve Jacques Rivette’in yazdığı ve yönetmenliğini de Rivette’in üstlendiği film tıpkı kaynak olarak aldığı roman gibi kilisenin ve iktidarın tepkileri ile karşı karşıya kalmış ve sansür kurulundan onay almasına rağmen hükümet tarafından gösterime girmesi engellenmiş bir yıldan uzun bir süre boyunca. Yazıldıktan on altı yıl ve Diderot’nun ölümünden iki yıl sonra basılabilen romandan uyarlanan film ailesi tarafından manastıra kapanıp rahibe olmaya zorlanan ve sadece dinin -insan doğasına aykırı- kuralları ile değil, kilise kurumunun ve özellikle de manastır hayatının dayattıkları ile de boğuşmak zorunda kalan ve on sekizinci yüzyılda kadınların toplum düzeni içindeki çaresizliklerini ve sadece dinin değil, toplumsal hayatın katı dayatmaları karşısındaki konumlarını da karşımıza getiren önemli bir çalışma. Hikâyesini uzun uzun anlatırken, final bölümlerini nedense bir parça hızlı geçen, başroldeki Anna Karina’nın anti-manastır olarak tarif edebileceğimiz çekiciliği ve oyunculuğu ile ciddi bir katkı sağladığı ve insanı içinde yaşaması mümkün olmayan ve onu insanlığından çıkaran hayatlara zorlayan toplumsal düzen ve kurallara sert bir eleştiri getiren bir çalışma bu.

Filmin başında, anlatılanın bir kurgu hikâye olduğu ama Diderot’un gerçek karakterlerden esinlendiğini belirten ve kadınların kapatıldığı manastır hayatı ile ilgili bilgi veren bir metin yer alıyor. Gerekliliği ve katkısı tartışılır olan bu metinden sonra sürekli çalan çanların sesinin eşlik ettiği bir jenerikle açılıyor film. 1757 yılında Paris’teyiz; bir genç kızın iffet, bağlılık ve yoksulluk yemini ile manastıra kabul edileceği bir töreni izliyoruz. Kızın tüm karşı koymasına ve yardım çığlığına rağmen, onu ve manastırın temsilcilerini töreni seyredenlerden ayıran perde rahibe adayının çaresizliğinin üzerine kapanır. Çaresizdir çünkü kadının seçim hakkının olmadığı bir toplumsal düzen vardır, ailesinin maddî durumu iyi değildir ve törende neden olduğu skandal nedeni ile bir eş bulması da mümkün değildir artık; evlenemeyen tüm kadınlara olduğu gibi sonu ya düşkünlerevi ya cezaevi ya da akıl hastanesi olacaktır. Bu nedenle kaderini kabul etmek ve manastıra gitmek zorundadır. Yönetmen Jacques Rivette bu ilk sahneleri herhangi bir süslemeye gitmeden, doğrudan diyebileceğimiz bir dil ile anlatıyor. Anne ile genç kadının konuşmalarında bu iki karakterin diyaloglarına çan seslerinin eşlik etmesini sağlayarak ve onları duvarda asılı bir çarmıha gerilmiş İsa ikonası altında görüntüleyerek kadının mücadelesini kime karşı kaybedeceğini de vurguluyor Rivette.

Suzanne Simonin adını taşıyan genç kadının bundan sonraki hayatını temel olarak dört farklı bölümde anlatıyor hikâye: Gittiği ilk manastırda iki farklı başrahibe ile olan dönem, ikinci manastır dönemi ve finalde dışarıdaki hayat. Her biri kendi acıları ve umutları olan bu bölümler kadının aradaki tüm “mutlu” günlerine rağmen sürekli olarak dibe doğru sürüklenmesinin resmini çiziyorlar bize. Alain Levent’in büyük bir kısmı manastır içinde geçen hikâyedeki başarılı görüntü çalışmasının (özellikle dinsel motiflerin ağır bastığı sahnelerde din temalı klasik tabloların estetiğini yaratması ile dikkat çekiyor bu çalışma) önemli bir değer kattığı film, manastır hayatının insan ruhunu nasıl ezdiğini ve yok ettiği ve doğasının yerine dinsel kökeni nedeni ile tabu olan bir hiyerarşiyi yerleştirdiğini güçlü bir biçimde ve dilini hiç sakınmadan anlatıyor. Manastırın “Tanrı’nın bağışı ve cezalandırması” kavramlarının damgasını bastığı günlük hayatı içinde kadının hiç vazgeçmediği kaçma ve kurtulma hayalinin ona bir yandan umut sağlarken bir yandan da bir işkence kaynağı olduğu gerçeğini hep canlı tutuyor Rivette. İsyanlar, korkular, saflık, pişmanlık, umut, direniş ve mücadele ile geçen uzun bir dönemi tüm bu yanları ile elle tutulur kılıyor film ve baş karakterinin bir avukat aracılığı ile seküler düzeni dinsel düzenin karşısına çıkarmasını da iç burkan bir çaresizliğin neden olduğu acılık ile anlatıyor bize.

Suzanne Simonin karakteri üzerinden bir din ve kilise eleştirisi yapıyor film ama bu eleştiriden daha çok öne çıkan manastır hayatının oradaki tüm karakterlerde yarattığı travmanın dehşeti. İnsanın tüm doğal dürtülerini bastırmaya zorlandığı ve belki tam da bu yüzden bir ikiyüzlüğün hayatını yaşamaya zorunlu tutulduğu bir yer olarak işaret ediyor manastırı. Genç kadının “Manastırı da, bu durumu da, dini de sevmiyorum. Ne buraya ne başka bir yere kapatılmak istiyorum” sözleri bu travmanın önemli dışavurumlarından biri; “Dini de sevmiyorum” ifadesinin sadece bu cümlenin muhatabı olan başrahibeyi değil, cümleyi kuranı da aynı ölçüde dehşete düşürmesinin bir örneği olduğu gibi, dinin ilk çıkış anından sonra nasıl süratle anlamını yitirmeye başladığını, -sahip olduğu inananlarca kabul edilen- gerçekliğini nasıl yitirdiğini ve sonuçta inananını bile inancından şüpheye düşürebildiğini anlatan bir hiikâye bu. Neyle suçlandığı sorulduğunda “Suçum ilahi bir çağrı almamış olmak ve sözümden dönmek” diyen kadının hikâyesi üzerinden bir inanca ve o inancın katı kurallarına boyun eğmeye zorlanan tüm bireylerin hikâyesini anlattığını söyleyebiliriz filmin. Finalde görüntüye gelen ve Katolik Kilisesi’ne karşı Fransız Kilisesi’nin haklarını savunan Jacques Benigne Bossuet’ye ait olan sözlerin de (“Denize açılmayı bilmeyen adamın kılavuzsuz sefere çıkmasına sebep olan deliliği, Tanrı’nın rehberliği olmadan dinî hayata giren mahlûkların deliliğine benzer”) vurguladığı bir deliliği ve bu deliliğe zorlananları anlatıyor trajik bir hikâye ile Jacques Rivette. Tek umutları “Bir kapının açık unutulması, manastırın yanması veya duvarların bir bir çökmesi” olan karakterlerin hikâyesini, manastır dışında da özgür olamayacaklarını söyleyen yalın ve âni bir finalle bitirerek de etkisini katlıyor.

Jean-Claude Eloy’un modern ve gerilimli notalarının eşlik ettiği hikâye boyunca klasik müziğin ustaları François Couperin, Johann Pachelbel ve Jean-Philippe Rameau’nun eserleri de kullanılmış dönemin atmosferini başarılı bir biçimde yeniden yaratabilmek için. Bir insanın sömürünün ve baskının her türü (cinsel, dinsel, toplumsal vb.) ile karşılaştığı film, görüntüsünün aksine, sadece dine değil, insan üzerinde baskı kuran tüm unsurlara eleştiri getiriyor ve elle tutulur bir tecrübesinin bile olmadığı “dışarıdaki dünya”ya kaçmak isteyen bir kadının trajik sonunu sergiliyor bize. Jean Grualt’nun önce tiyatroya (Rivette bu oyunun yönetmenliğini de yaparken, Anna Karina da başrolde yer almış oyunda), daha sonra sinemaya uyarladığı Diderot romanına dayanan bu film yalın, sert ve etkileyici bir sinema yapıtı, özet olarak.

(“Suzanne Simonin, La Religieuse de Denis Diderot” – “The Nun”)

36 Vues du Pic Saint Loup – Jacques Rivette (2009)

“Palyaço biraz her şey, biraz hiçbir şeydir”

Uzun bir seyahata çıkmış görünen bir İtalyan’ın yolda karşılaştığı eski usul bir Fransız sirkindeki bir kadına aşık olmasının hikâyesi.

Fransız yazar Raymond Roussel’in hayat hikâyesinden esinlenen film Fransız Yeni Dalgası’nın unutulmaz isimlerinden Jacques Rivette’in seksen bir yaşında çektiği ve şimdilik son eseri olan bir çalışma. Hayli uzun filmleri ile tanınan yönetmenin bu filmi süresi ile filmografisinde farklı bir yerde duruyor ve sadece 84 dakika sürüyor. Sakin ve mutlak klasik bir sinema dili ile çekilen film küçük hikâyesi ve sadeliği ile geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir havadan epey uzak ve bu tür sinemaya aşina olmayanlar için fazla mızmız görünebilir. Buna karşılık Rivette’in yılların olgunluğunun izlerini de taşıyan film, meraklıları için oyunculuklarından atmosferindeki hüzün ve melankoliye, kaybedilen “şeylere” duyulan özlemden sevimliğine hayli çekici yanlara da sahip.

Hiç konuşmasız bir sahne ile başlayan film, sonra açılıyor ve görselliğe abanmayıp hikâyesinin atmosferi ve bu atmosfer içinde dolanan küçük karakterlerinin diyalogları ile o konuşmalı Fransız filmlerinden birine dönüşüyor. Rivette hemen her sahnenin girişinde tekrarladığı kameranın kısa bir süre ve yavaşça kayması ve sonra sabit kalması dışında hiçbir teknik gösteriye başvurmadan, bizden hikâyenin “yaşayan” karakterlerinin arasına karışmamızı bekliyor ve bunu yaparken de hikâyedeki “geçmişte yaşanan trajediyi” öne çıkarmasına rağmen bu trajediden çok onun karakterler üzerinde bıraktığı etkiye odaklanıyor. İtalyan oyuncu Sergio Castellito’nun filmin tonuna hayli yakışan hafif ve uçarı oyunu ile canlandırdığı karakterin geçmişinden ve geleceğinden söz edilmemesi ve onun sirk çalışanlarının hayatlarını şu ya da bu ölçüde değiştirmesi, bu karakteri gizemli ve hatta bir ölçüde kutsal kılıyor sanki. Bu İtalyan, bir sirk çalışanının yıllardır yapmakta olduğu bir numarayı daha çarpıcı kılması için ona küçük tüyolar verirken asıl olarak Jane Birkin’in (film çekildiğinde 63 yaşında olduğunu düşünürseniz) şaşırtıcı bir genç kız havası vermeyi başardığı karakterinin suçluluk duygusunu yok etmesini sağlıyor.

Eğer atmosferine giremez ve karakterlerinin arasına karışamazsanız keyif almanızın hayli zor olduğu türden bir film karşımızdaki. Bu zorluk kısmen bir parça fazla durağan olmasından, her bir sahnenin adeta birer küçük tiyatro oyunu sahnesi imiş gibi tasarlanmasından ve popüler sinemanın seyirciyi alıştırdığı türden hiçbir büyük oyuna başvurmamasından kaynaklanıyor. Açıkçası Rivette film boyunca bu konuda seyircinin hayatını hemen hiç kolaylaştırmadığı gibi zaman zaman anlatımında sarkmalar da oluyor ve yine kimi anlamlarında gösterilenin “önemsizliği” ilgiyi ayakta tutmayı güçleştiriyor. Aslında film genel olarak tam da sirk çalışanlarının bugün hayli zayıf görünen eskimiş numaralarındaki havanın hissettirdiğini kendisi için de hissettirmeye çalışıyor gibi. Sirkteki sayıları birkaç kelimesi ile ifade edilebilecek kadar az seyirci ve bu seyircilerin son bir sahne dışındaki tepkisizliği üzerinden Rivette kendi sinemasının ve genel olarak klasik sinemanın da ağıtını söylüyor diye düşünülebilir. Bu sahneler hikâyedeki kadının trajedisinin de desteklediği bir kayıp duygusunu, geri getirilemeyecek bir geçmişe karşı duyulan kırık ve buruk bakışı ve içinde bulunulan koşullar ne olursa olsun hayatta kalma dürtüsünü sergileyen sahneler ve filmi sevebilmek için işte tam da bu anların duygusunu içselleştirebilmek gerekiyor. Kendilerinden biz “son klasikleriz” diye söz eden bir grup sirk sanatçısının bu hikâyesini tüm bunlara dayanarak Rivette’in kendi hikâyesi olarak da düşünmek gerekiyor belki de.

Castellito’nun karakteri hikâyenin sonunda görevini (veya hafif kutsal havasını düşünürsek misyonunu) tamamlayıp yolculuğuna devam ederken sanki biten bir tiyatro oyununun sonunda sahneyi terk ediyor gibi çıkıyor görüntüden ve yine sonlarda üç ayrı karakterin dönüşümlü olarak ve doğrudan seyirciye hitap ederek karakterlerinin görüşlerini ve bu arada neler olduğunu anlatmasında olduğu gibi seyrettiğimizin bir tiyatro gösterisi olduğu havasını veriyor bize. “Bu sirk dünyadaki en tehlikeli yeridir ve her şeyin de mümkün olduğu bir yer” denilen hikâyede bu sirki yönetmenin tüm sanat hayatını düşünerek sanatın (ve bu çalışma özelinde sanatın sinema alt dalının) sembolü olarak görmek ve filme bu açıdan da bakmak mümkün. Rivette bu yaşlanmak, değerini yitirmek, geçmişe ve özellikle de yaşandığı anda sonsuz acı veren olaylara bugünün gözü ile yeniden bakmanın gerekliliği üzerine de söyleyecekleri olan film ile,kimileri için fazlası ile hafif ve hatta boş, kimileri içinse derdinin ne olduğunu anlamak için düşünmeye çağıran bir çalışma yapmış özet olarak. Sinema dili belki biraz yavaş ve karakterleri fazlası ile küçük görünen bu filmin aslında Rivette’in elinden çıkmış olması bile kimileri için yeterli bir seyir nedeni olacaktır kuşkusuz.

(“Around a Small Mountain” – “36 Dağ Manzarası”)