Playtime – Jacques Tati (1967)

“Bütün bu elektrikli zamazingolar! Bu düğmeleri kullanırken çok dikkatli olmalısın”

Bir adamın ileri teknolojili modern ürünlerin ve binaların hâkim olduğu Paris’te dolaşırken yaşadıkları ve yaşattıklarının hikâyesi.

Jacques Lagrange’ın katkı sağladığı senaryosunu yazan Jacques Tati’nin yönetmenliğini de yaptığı bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. Gösterime girdiğinde seyirciden yeterince ilgi görmeyip usta sinemacıyı maddî açıdan çok ciddi bir sıkıntıya soksa da, eleştirmenlerce çok beğenilen ve bugün de pek çoklarınca onun başyapıtı kabul edilen film, Hulot karakterinin ve Paris’i gezmekte olan bir Amerikalı turist grubunun peşine takılarak hayli komik ve modernliğe/teknolojiye acı bir eleştiri içeren bir yapıt. Diyaloglar açısından sessiz filme yaklaşan ama başarılı ses efektlerine sahip olan ve konuşmaların çoğunlukla ortam sesi içinde kaybolmasına özellikle dikkat edilen film acele etmeyen mizahı ile ve Tati’nin filme özel inşa ettirdiği setleri ile dikkat çekerken, teknolojinin insanı bir bakıma makineleştirdiğini gösteriyor ve üzerinden geçen 55 yıldan sonra bugün daha da doğru görünen bir mesaj veriyor bize. 70 mm formatında çeklien film dev yapıların egemen olduğu bir dünyada insanın nereye gitmekte olduğunu düşündürten çok önemli bir film.

Francis Lemarque’ın davulun sürüklediği, caz havalı orijinal müziğinin eşliğinde karşımıza gelen jenerik yazıları mavi ve bulutlu bir gökyüzü üzerinde beliriyor ve jenerik bittiğinde ilk gördüğümüz dev bir binanın gökyüzün yarısından çoğunu kapattığı bir görüntü oluyor. Bu, filmin meselesi için çok çarpıcı bir seçim; doğanın -çiçek satan bir kadının tezgâhı dışında-hiç ortada görünmediği film insan elinden çıkan yapay unsurların hâkim olduğu bir dünyada insanın zavallılıkla örülü komedisini anlatıyor çünkü. Bu ilk gördüğümüz yapı bir süre sonra anlayacağımız gibi bir havaalanı terminali ve orasının havası ile hiç uyuşmayan rahibe kıyafeti içinde iki kadını görüyoruz öncelikle. Onların yürüyüş tarzı (biraz mekanik, sanki düz çizgiler üzerinde kalmaya gayret edercesine bir soğukluk içeren bir tarz bu) daha sonra aynı bina içindeki hemen tüm karakterlerde de gösteriyor kendisini. Bu sahneden başlayarak Tati’nin mizah anlayışı ile de tanışmış oluyoruz. Bir komedi yaratmıyor usta sinemacı, kendisini trajikomik bir hayatın içine kendi elleri ile atan insanlığın komik durumunu sergiliyor tarafsız bir gözle. Bunu yaparken de hiç acele etmiyor yönetmen ve sanki gerçek hayatın içinde gezdirdiği kamerası ile kendimizle yüzleşmemize aracılık ediyor güçlü bir biçimde.

Tati’nin buradaki telaşsızlığının en sağlam kanıtı olarak hikâyenin ikinci yarısının uzun bir bölümünün geçtiği restoran sahnesi gösterilebilir. 1968 yılında çektiği “The Party” (Tatlı Budala) ile bir komedi başyapıtı yaratan Blake Edwards’ın orada Peter Sellers’ın muhteşem oyunu ile daha da güçlenen yemek sahnesini pek çok sinemasever -üstelik muhtemelen bir defadan fazla- keyifle seyretmiştir. Edwards orada hızlı bir tempo ile ve peş peşe kahkaha attıracak bir içerikle seyircisine yumruk üzerine yumruk atıyor bir bakıma ve kendisine ilgisiz kalınmasına asla izin vermiyordu. Edwards’ın yemek sahnesine esin olmuş olan Tati filmindeki restoran bölümü ise -üstelik filmin en tempolu bölümü olmasına rağmen- yine de sakin kalıyor o filme göre. Bu sahne dışında ise Tati sakin görselliğini komedisinin bir aracı yapıyor ve oldukça gerçekçi bir hava yakalıyor. Onun bu tercihi geniş kitlelerin, filmine hak ettiği ilgiyi göstermemiş olmasının da ana nedeni olabilir. Evet, arada sıkı kahkaha attırdığı yerler var filmin (örneğin restoran bölümünün tümü veya bir binanın bir işçi tarafından temizlenmekte olan hareketli camına yansıyan otobüsteki kadınların cam hareket ettikçe adeta bir lunapark trenindeymiş gibi sesler çıkardıkları müthiş yaratıcılık ânı) ama Tati filmin genelinde daha sakin ve sessiz filmden karikatüre ve görsel bir tasarıma uzanan tercihleri ile farklı bir yol tutturuyor ki filmin bugün bir klasik, bir başyapıt olmasının arkasında da onu biçimsel açıdan ve içerik olarak kalıcı kılan bu seçim var.

Zaman zaman bazı karakterleri (özellikle insanlara hizmet edenleri) adeta poz veren bir havada, bir yapaylık çerçevesi içinde gösteriyor Tati. Bu karakterlerin hep o devasa binalarda çalışanlar olması mekânların, içindeki insanları güçlü bir biçimde etkilediği savının sağlam bir kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. Mimarlığın temel unsuru olan mekân, içinde yaşayanları biçimlendirdiği için çok önemlidir. Şehri de bir büyük mekân olarak düşünürsek ve örneğin David Harvey gibi bir Marksist entelektüelin yazılarında sıkça yer verdiği ve Fransız sosyolog Henri Lefebvre’in 1968 toplumsal eylemlerinden önce yarattığı “Şehir hakkı” kavramını hatırlarsak, Tati’nin burada yarattığı (ya da sergilediği) Paris üzerinden hayli sıkı bir felsefî alana el attığını söyleyebiliriz. Harvey’in “şehir hakkı”nı kapitalizmin temeli olan “mülkiyet hakkı”nın karşısına koyduğunu; çünkü ilkinin toplumsal, ikincisinin ise bireysel olduğunu ve Tati’nin filminde de bireylerin o dev binaların/mekânların içinde hapis/ezilmiş olarak görüntülendiğini hatırlamakta yarar var. Hikâyede şehir hakkını kullanabilen değil, bu hakkı mülkiyetine almış olanların bilinçli/bilinçsiz esiri olmuş insanları görüyoruz. Filmin sadece şehrin doğasından değil, tarihî/turistik mekânlarından uzak durması da hayli ilginç. Tati adeta, insanın doğal olandan ve kendi tarihî/kültürel/sosyal birikiminden uzaklaşt(ırıldığ)ını söylüyor bize hızla hayatlarına giren teknoloji nedeni ile. Eyfel Kulesi, Zafer Takı ve Sacré-Cœur Bazilikası gibi eserler hep bir camdaki yansımaları üzerinden gösteriliyor bize örneğin.

Karakterlerin teknoloji karşısındaki acizlikleri ve ona düşkünlükleri sık sık mizah kaynağı olarak kullanılıyor filmde. Tati’nin oynadığı Hulot karakterinin bir binanın bekleme salonundaki koltuklarla olan macerası hayli eğlenceli ve sanatçının sessiz sinemayı hatırlatan mizahının da çarpıcı bir örneği. Şehrin yerlisi olan tüm karakterlerin, özellikle o binalarda çalışanların hep gri tonlarda giyinmesi de teknolojinin iddia edilenin aksine, insanları tektipleştirmesinin sonucu olarak kullanılmış olsa gerek. Filmin güçlü bir görselliğe sahip bir sahnesinde Hulot’nun İngilizcede “cubicle” denen bölmelerinde birer robot gibi çalışanlara baktığını görüyoruz. İnsanların -iş için zorunlu olanlar dışında- iletişimini koparan, sınırlar koyan bu tasarımların, insan doğasına aykırılığını kanıtlamak isteyen herkesin kullanabileceği bir görselliği var bu sahnedeki görüntüleri ile. Hulot karakterini, kullandığı diğer üç filminin aksine (“Les Vacances de Monsieur Hulot” (Bay Hulot’nun Tatili), “Mon Oncle” (Amcam) ve “Trafic” (Trafik)) burada filmin tümünün ana kahramanı olarak değerlendirmemiş Tati. Örneğin restoran sahnesinin önemli bir bölümünde Hulot hiç yer almıyor. Hikâyeye zarar veren bir durum değil bu ama seyirci alışkanlığı/beklentisi açısından onun ortalıkta olmadığı uzun anlar filme farklı parçalardan oluşmuş havası veriyor ki bu da genel olarak filmin lehine olmamış.

Hikâye boyunca farklı gerçek markaların (Avis, Philips vs.) kullanılması sergilenen manzaranın gerçeklik duygusunu artırırken; teknolojinin insanları, hayatları ve dünyayı tektipleştirmesine de işaret ediyor bir bakıma. Bu tektipleştirmenin ilginç bir görsel sembolü de var filmde: Bir binanın camlarında farklı ülkelerin turistik posterleri var ve posterlerin hepsinde aynı dev binanın fotoğrafını görüyoruz. Görsel olarak o kadar aynı ki bu posterler eğer ülkelerin adları üzerlerinde yazmasa neresi olduklarını bilmeniz imkânsız. Bu standartlaşmaya ek olarak, Tati’nin filminin, çekildiği yıl yayımlanan “La Société du Spectacle” (Gösteri Toplumu) adlı Guy Debord kitabındaki tezleri hatırlattığını da söylemek mümkün. Debord’un eserinde sosyal hayat tarihini, “var olmanın sahip olmaya ve sahip olmanın da görülmeye doğru gerilemesi” olarak tanımlamasını hatırlatan bir sahne var filmde. Hulot’nun askerlik arkadaşının evinde geçen bu sahnede kamera duvar yerine boydan boya cam kaplı binayı ve dairelerini dışarıdan çekiyor. Binadaki tüm dairelerin perdeleri açıktır ve içerideki hayat dışarıdakilerin gözleri önündedir tamamen. Bu gösterme/görülme çabası bugün insanların sosyal medya düşkünlükleri/kullanımı ile kendisini devam ettirirken, ilginç bir şekilde evin dışından geçen hiç kimse dönüp pencereden içeri bakmıyor bile.

Filmin bütçesini önemli ölçüde yükselten muhteşem seti (“Tativille”, Türkçesi ile söylersek Tati Köyü adı verilmiş bu sete) yanında, film bugün elbette restoran sahnesi ile de hatırlanıyor ve hep hatırlanacak. Henüz inşaatı tamamen bitmemiş bir restoranda, üstelik beklenenden daha da fazla sayıda müşteri gelmesi nedeni ile yaşanan kaos çok güçlü bir sinema tecrübesi sunuyor bize. Tüm o kalabalığın yönetilmesi, adeta bir kaos balesi gibi sahnelenmesi ve komedinin doğal akışı bir saniye bile gözünüzü görüntüden ayırmamanızı gerektirecek kadar güçlü. Sahnenin sonunda trafikte akan (daha doğrusu akmaya çalışan) araçların bir göbek (dönel kavşak) etrafında dönüp durmasının bir panayırdaki atlıkarıncayı çağrıştırdığı filmde yukarıda bahsedilen renk tercihlerini biraz daha açmakta yarar var. Genellikle gri, siyah veya soluk mavinin hâkim olduğu renk seçimi filme siyah-beyaz bir hava verirken; Tati kırmızı ve yeşili, öne çıkarmak istediklerini vurgulamak için seçiyor bu renksizliğin içinde. Örneğin turist grubundaki bir kadın yeşil kıyafeti ile restorana geldiğinde hem o ortama hem de hikâyenin geneline aykırı bir canlılık geliyor filme ve restorandaki karakterler çılgınca dans ederlerken ve peş peşe gelen aksaklıklar ortamı “normal” olandan gittikçe daha da çok uzaklaştırırken, görüntüler ve objeler de daha canlı renklere kavuşmaya başlıyor.

Zaten fazla olmayan konuşmaların sık sık ortam sesi içinde anlaşılmayacak bir şekilde kullanıldığı filmde ses efektlerinden ve kurgusundan da çarpıcı bir sonuç elde edilmiş. Tam anlamı ile tadına varabilmek için bir defadan fazla görülmesi gerekli olan ve her seyredişte yeni bir yanı keşfedilecek olan yapıt garip bir büyüye sahip ve gördüklerimiz görüntü ve sesle yaratılmış bir büyülü balenin tadını veriyor. Trufaut’nun “Sinemanın çok farklı olduğu bir başka gezegenden gelen bir film” olarak tanımlayıp övdüğü film sinemanın o kendine has gücünün en önemli örneklerinden biri kesinlikle.

(“Oyun Vakti”)

Mon Oncle – Jacques Tati (1958)

“Şu dayısı ona örnek olacak adam değil, tam tersine kötü örnek oluyor”

Kız kardeşi ile kocasının ve evlerinin temsilcisi olduğu teknolojik dünyaya uyum sağlayamayan Bay Hulot’nun hikâyesi.

Fransız sinemacı Jacques Tati’nin yarattığı Bay Hulot karakterinin ikinci sinema macerası. 1953 tarihli “Les Vacances de Monsieur Hulot – Bay Hulot’nun Tatili”nden sonra tekrar seyircinin karşısına çıkardığı Hulot karakteri ile Tati bu kez İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’nın hızla bir tüketim toplumu olmasını ve bu durumun sembollerinden olan teknoloji ile bezeli ve modern mimarinin örneği olan evlerde yaşayanları eleştirisinin odağına alıyor. Tüm Tati filmleri gibi ağırlıklı olarak görsel bir komedi bu (Hulot karakteri tüm film boyunca sadece birkaç cümle kuruyor ve sesini de ilk kez duyduğumuzda hikâye yarım saatini geride bırakmış oluyor) ve hiçbir diyalogun da aslında bir öneminin olmadığı bir çalışma. Tati’nin kendine has sinema anlayışının ve dilinin bir diğer parlak örneği olan bu eser kuşkusuz her sinemaseverin görülmesi gerekliler listesinde olmayı hak ediyor.

Evet, bir görsel komedi bu: Karakterler çok az konuşuyorlar ve konuştuklarında da hikâyeye bir boyut katmaktan çok sadece içinde bulundukları sahnenin doğal görünmesini sağlayan “ses”leri üretiyorlar. Diyalogların bu bilinçli önemsizliği doğal olarak başta Hulot olmak üzere tüm karakterlerin yaptıklarına ve tepkilerine odaklanmasını sağlıyor seyircinin. Bir başka ifade ile, hikâyenin “mesaj”ının sinema sanatının özüne uygun olarak görsel bir dil aracılığı ile bize ulaşmasını sağlıyor bu tercih. Burada mesaj ifadesini biraz açmak gerekiyor: Tati’nin Jacques Lagrange ve Jean L’Hôte’ün katkıları ile oluşturduğu senaryo kaba bir mesaj kaygısının peşinde değil ve dozu abartılı bir didaktizme başvurmuyor hiç. Yine de tekrarlanan espriler, altı görsel olarak çizilen unsurlar ile film çok net bir meselesi olduğunu (belki kimilerine biraz fazla doğrudan görünebilecek bir şekilde) dile getirmekten sakınmıyor hiç. Hulot’nun yaşadığı ev ile kızkardeşinin ailesi ile birlikte yaşadığı evin birbirlerine taban tabana zıt görüntüleri ve ilkindeki “doğal” yaşamın ikincisinde “yapay” bir yaşama yerini bırakmış olmasının örneklerinden biri olduğu şekilde, Tati kaybolan (ama korunması gereken) bir dünyanın yerini süratle modern, hızlı, teknolojik ve soğuk bir dünyanın aldığını ve bu dünyada bireyin varlığını kanıtlayan en önemli ögenin onun bir tüketici olarak konumu olduğunu söylüyor bize.

Tati eski ile yeni dünyayı hikâye boyunca farklı örnekler aracılığı ile karşılaştırmaya devam ediyor: Bu örneklerin en çok kullanılan ve en önemlilerinden biri Hulot’nun yeğeni olan küçük erkek çocuk. Dayısı (filmin Türkiye’de “Amcam” adı ile gösterilmiş olması saçmalığını da hatırlatalım bu arada) ile birlikte geçirdiği tüm zamanlarda ailesinin rutinlere bağlanmış ve doğallıktan uzak zengin yaşamındaki mutsuzluğu geride bırakıyor ve tam da yaşına uygun keyfili ve eğlenceli zamanlar geçiriyor küçük afacan. Mahallenin diğer çocukları ile giriştikleri küçük yaramazlıklar, moden dünyanın bireyleri yoksun bıraktığı ve hafızalarından da sildiği “mahalle yaşamı”nın ve insanların birbirleri ile tanışıklıklarının ve selamlaşmalarının güzelliğinin bir parçası olarak sık sık kullanılıyor filmde. Benzer bir biçimde, çocuğun yaşadığı evdeki köpek de en keyifli anlarını sokak köpekleri ile birlikte dışarıda geçirdiği zamanlarda yaşıyor. Başlardaki bir sahnede bu köpek eve döndüğünde, dört sokak köpeğinin bahçe kapısının (bir hapishane kapısından farksız bir kapı bu) dışında kalması ve bir süre sonra oradan ayrılmaları bize birbirinden keskin çizgilerle ayrılmış iki farklı dünya ile karşı karşıya olduğumuzu söylüyor.

Hulot’nun kızkardeşi ve eniştesinin günlük rutinleri üzerinden hayli etkileyici bir eleştirel yanı olan bir mizah üretmiş Tati. Örneğin kadının sabah kocası ve oğlunu yola koyarken elindeki bezi ile her şeyin (gerçekten her şeyin) tozunu alması, aynı kadının sadece misafir geldiğinde -evinin teknolojisini ve modernliğini göstermek için- bahçedeki yunuslu fıskiyeyi çalıştırması veya teknolojik mutfağındaki mekanik hareketleri güldürürken bizi, bir yandan da insanın modenleşme uğruna nasıl doğal yanından uzaklaştığını sergiliyor akıllıca tasarlanmış bir şekilde. Zengin evinin bahçesinde verilen partide fıskiye ile yaşananlar ve her bir karakterin tuhaflığı da (sürekli kahkaha atan kadın gibi) bu yeni yaşama Tati’nin getirdiği eleştirilerin görsel sembolü olarak yerlerini alıyorlar filmde.

Hulot karakterini de komedi filmlerinin kahramanlarından farklı bir şekilde kullanıyor Tati. Kendisinin canlandırdığı bu karakter seyircinin karşısına çıktığı ilk filmde olduğu gibi yine tek kişilik şovlarını sergileyerek epey eğlendiriyor seyirciyi ve elbette hikâyenin odak noktası oluyor ama takdir edilecek bir şekilde hikâyeyi sadece onun etrafında döndürmüyor Tati ve hemen tüm karelerinde görünmesine rağmen filmi “onsuz olmaz” kılmıyor. Filmde ilk göründüğü sahnede sallanarak yürüyüşü; elindeki çantası ve şemsiyesi; domates, balık ve köpekle yaşadıkları ve pazarcı tezgahındaki gazeteyi okuyuşu ile tipik bir Hulot profili çizerken tam da Tati’nin hedeflediği gibi bulunduğu yerdeki diğer unsurları (karakterleri ve nesneleri) ezmeden onların bir parçası olarak yaşıyor bu ölümsüz karakter.

Mahallenin çocuklarının büyüklere oynadıkları oyunlar, sokak ortasındaki çöpü bir türlü temizle(ye)meyen çöpçü gibi eğlenceli anları olan film çocukların kirli elleri ile reçelli ekmekleri büyük bir iştahla yedikleri “pis”, eğlenceli ve sürprizli bir dünya ile evlerin bahçesinde sadece taşların üzerine basarak yürünebilen, her ânı önceden planmış ve kurallar çerçevesinde yaşanan bir dünyayı yan yana koyuyor ve ne uğruna neyin yitirildiğini anlatıyor tüketim toplumu olmanın sonucu olarak. Hulot’nun bisikleti ile eniştesinin modern arabasının çatıştığı bir dünya bu ve Tati bu çatışmanın taraflarının hangisinin yanında durduğunu net bir şekilde söylüyor. Bu bağlamda Hulot’nun yaşadığı evin de üzerinde durmak gerekiyor: Tati bir söyleşisinde “Geometrik çizgiler sevimli insanlar üretmez” demiş ve filmdeki modern ev de tüm geometrik çizgili unsurları ile (bahçedeki taşlı yol, tüm mobilyalar vs.) içindekileri mutlu etmek için değil, onları bir tüketim toplumu üyesi olarak temsil etmek üzere inşa edilmiş havası ile onun bu ifadesinin somut bir karşılığı olurken, Hulot’nun yaşadığı ev tam tersi bir resim gösteriyor bize. Doğal bir labirenti andıran görüntüsü, yuvarlak hatları ve ilginç merdiven yapısı ile diğer evin ima ettiklerinin tam tersini söylüyor ve içinde yaşayanlara bir sıcaklık vaat ediyor.

Hulot’nun eniştesinin oldukça keyifli bir kaos sahnesinin yaşandığı fabrikasında üretilen hortumların malzemesinin modern tüketim toplumunun sembollerinden biri olarak da nitelendirebileceğimiz plastik olması da kuşkusuz Tati’nin özellikle yaptığı bir seçim. Tıpkı bu seçimin doğruluğu gibi Tati sesi de yine çok doğru bir şekilde ve zaman zaman komedinin parçası yaparak kullanıyor. Örneğin Hulot’nun evinin penceresinden çıktığını sandığımız sesin gerçek kaynağı, yaşadıkları ortamın gürültüsünden dolayı birbirlerini duy(a)mayan karı koca ve modern evdeki teknolojik aletlerin varlıklarını hep hatırlatan ve bireyleri ezen sesleri bu görsel komediyi zenginleştirecek biçimde kullanılıyorlar.

Alain Romans, Franck Barcellini ve Norbert Glanzberg’in Hulot’nun dünyasının özgürlüğünü ve eğlencesini yansıtırken diğer karakterlerin farklı dünyalarına da uygun bir şekilde eşlik eden müziklerinin yer aldığı filmi dokuz ayda çekmiş Tati ve kurgusunu da bir yılda tamamlamış titiz çalışmasının sonucu olarak. Kimi eleştirmenlerin gereğinden fazla didaktik ve eski olanı yüceltmesi ile fazlası ile nostaljik bulduğu film bu eleştirileri kısmen de olsa hak ediyor belki ama hızla değişen ve yerelliğini yitirip küreselleşen bir dünyaya tepki olduğunu unutmamalı bu filmin. Dolayısı ile bugünün gözü ile -en azından sadece bu gözle- değerlendirmek haksızlık olacaktır filme. Etkileyici dekor ve set tasarımlarında (başta iki ayrı ev ve fabrikadaki ofisler olmak üzere) imzası olan Henri Schmitt’in başarısını da anmamız gereken film hem iyimser hem kötümser görüntülerle sona ererken kararı seyirciye bırakıyor. Yeğenin babaya ilk sevgi gösterisi olumlu, yıkılan evler ve Hulot’nun şehirden ayrılması olumsuz bir sonuç bir bakıma ve Tati’nin komedisinin seyirciyi eğlendirirken aynı zamanda düşünmeye/sorgulamaya yönelttiğinin de birer kanıtı.

(“My Uncle” – “Amcam”)

Les Vacances de Monsieur Hulot – Jacques Tati (1953)

“Bay Hulot bir haftalık tatil için deniz kenarında. Şimdi kameranın arkasında kendinize bir yer bulun ve bu tatili onunla birlikte yaşayın. Bir hikâye beklemeyin; sonuçta tatilin amacı eğlencedir ve eğer peşine düşerseniz hayatın kendisinde bir kurguda bulacağınızdan daha fazla eğlence bulursunuz”

Tatilini geçirmek için deniz kenarındaki bir otele gelen Bay Hulot’nun, onun neden olduğu kaosun ve diğer tatilcilerin hikâyesi.

Fransız sinemacı Jacques Tati’nin yarattığı Bay Hulot (Monsieur Hulot) karakterinin ilk sinema macerası olan bu filmin senaryosunu Tati; Pierre Aubert, Jacques Lagrange ve Henri Marquet ile birlikte yazarken, yönetmen koltuğunda da kendisi oturmuş. Açılışta seyirciye net bir şekilde söylendiği gibi bir hikâye anlatmayan; bunun yerine, bir hafta süren tatil boyunca yaşananları ve hayatın doğasında yer alan komik ve eğlenceli yanları sergileyen bir film bu. Daha sonra üç Tati filminde daha seyircinin karşısına çıkan; iyi niyetli, biraz sakar ve istemeden irili ufaklı kaoslara neden olan Hulot karakterinin bu ilk macerası kesinlikle bir defadan fazla görülmeyi hak eden ve bunu sadece iyi/eğlenceli bir film olduğu değil, aynı zamanda her defasında yeni keşiflere imkân verdiği ve tatil sonunda yaşanan bir şeyleri geride bırakmak zorunda olmanın neden olduğu hüzün ve nostaljiyi tüm derinliği ile karşımıza getirebilmesi ile de başaran bir film bu.

Jacques Tati’nin bu ilk Hulot filmi 1953 yılında gösterime girmiş ilk kez ama yönetmen yaşamı boyunca filmi yeniden kurgulamış, çeşitli sahneler ekleyip çıkarmış ve müziğini de gözden geçirmiş sürekli olarak. Bunun sonucunda önce 1962’de, sonra da 1978’de iki farklı versiyonunu vizyona sokmuş yönetmen. Filmini ne denli canlı tuttuğuna, son versiyona Spielberg’in 1975 yapımı “Jaws – Denizin Dişleri” filminden esinlenerek çektiği ve hayli eğlenceli bir sahneyi eklemiş olması kanıt olarak gösterilebilir sanırım. Fransa’da sinemalarda büyük ilgi gören film, bu ilginin sonucu olarak Jean-Claude Carrière tarafından ve Pierre Étaix’in çizgileri ile, aynı ismi taşıyan bir roman ile edebiyata da uyarlanmış.

Hulot karakterini askerliğini yaparken tanıştığı Alouette adlı bir arkadaşı üzerinden yarattığını söyleyen Tati’nin filmdeki diyaloglarının basitliği ve sıradanlığı (hatta kimilerine göre sıkıcılığı) sinemacının özellikle başvurduğu bir tercihin sonucu. Bununla iki ayrı şey hedeflemiş Tati: Komedisini ve eğlencesini sözler değil, aksiyon ve görüntüler üzerinden üretmek ve evrensel bir gerçek olan tatilcilerin tüm sorumluklarından ve hayatlarının stresinden uzaklaştıkları banal günlerinin boş konuşmalarını göstermek. Açıkçası bu hedeflerin her ikisi de yakalanmış bu önemli filmde. Alain Romans’ın caz ve pop arasında gidip gelen keyifli müziğinin desteklediği film diyalogların hemen hiçbir öneminin olmadığı bir “hikâye” anlatıyor bize. Örneğin tren istasyonundaki açılış sahnesinde kendilerini sahile götürecek olan trenin kalkacağı peronu keşfetmeye çalışan kalabalık tatilci grubunun koşuşturması tam bir sessiz sinema örneği olarak çıkıyor karşımıza. Sadece istasyondaki sorunlu bir hoparlörden gelen ve trenin kalkacağı peronu duyuran ses ile ortam sesinin eşlik ettiği bu sahne Tati’nin insanoğlunun komik acizliğini sergileyerek sıkı bir giriş sağlıyor filme.

Evet, filmin bir hikâyesi yok, aynı şekilde başlayan ve biten bir olay dizisi de yok filmde. Kalabalık bir karakter grubu üzerinden bize insanın tatil sırasında büründüğü hallere dair bir resim dizisi sunuyor bunun yerine film ve bu dizi içinde de -özellikle sondaki havaî fişek bölümü ile zirvesine çıkan- komik anlar getiriyor karşımıza. Komikliklerin ve eğlenceli anların birbirinden bağımsız gibi görünmesi ve hatta öyle olması günümüz Türkiye komedilerinde zaman zaman karşımıza çıkan “skeçler dizisi”nden çok farklı bir durum ama. Bu skeçler kurguları, karakterleri ve oluş bitiş şekilleri ile hep bir bütünün parçası gibi oluşturulmuşlar ve sonuçta da ortaya kesinlikle bütünlüğü olan bir eser çıkmış. Hulot karakteri dışındaki diğer karakterlerin her birinin de bir “hikâye”si var filmde ve senaryo tüm bu karakterleri ve hikâyelerini ustalıkla bir araya getirmiş; sonuçta ortaya çıkan ise benzeri bir tatil yapan herkese oldukça tanıdık gelecek bir görüntü olmuş. Küçük sersemlikler, çatışmalar, rahatlama ve eğlenme çabasının neden olduğu komiklikler ve işte bu “sersemce geçen” günlerin bitiminde duyulan ve hayatın gerçeklerine dönecek olmanın yarattığı hüzün.

Eski püskü ve her an parçalara ayrılacakmış gibi görünen, egzosundan durmadan gürültülü sesler çıkaran arabası ile Hulot karakteri filmin elbette en çekici kozu. Otele ilk girdiğinde kapıyı açması ile dışarıdaki rüzgârı içeri alması ve bu rüzgârın neden olduklarından sondaki havaî fişek sakarlığına kadar her göründüğü anda etkiliyor seyredeni ve kesinlikle eğlendiriyor. Uzun boyu ve bunun neden olmuş gibi göründüğü dengesizliği, sallanarak ve adeta olduğu yerde zıplayarak yürüyüşü ve bu yürüyüşü sırasında öne doğru hep hafifçe eğilmesi ile bir sessiz film karakteri ve karikatürü gibi duruyor Tati kendisinin canlandırdığı bu karakterde. İki elini birden sık sık eline koyan bu adam bir genç kıza bavullarını taşıması için yardım ederken, Jaws filminden esinlenen bir sahnede denizin ortasında ikiye bölünüp kendi üzerine kapanan bir kanonun içinde kaldığında, bir cenaze töreninde neden olduklarından bir tenis raketini aptalca kullanmasına kadar filmin komedisinin büyük bir kısmını üretiyor. Diğer karakterler ise komedi kaynağı oldukları kadar, belki ondan da çok bir tatilci profilinin eğlenceli bir resmi için poz vermişler sanki yönetmene. Kendisine sürekli şehir ve ülke dışından telefon gelen yoğun iş adamı, savaş anılarını tekrarlayıp duran yaşlı asker, entelektüel genç adam, tatile yalnız gelen genç kadın, radyonun başından ayrılmayan adam ve yaşlı çift gibi karakterler hep bir sessiz sinema filminden fırlamışa benzeyen karikatür havaları ile dikkat çekiyorlar.

Komedisini sözlü esprilerden değili karakterlerin yaptıkları/yapamadıkları ve sersemliklerinden alan ve bir “tatil günlüğü” havasındaki bu film, diyaloglarının bilinçli önemsizliğine rağmen sesin önemli olduğu bir çalışma. Tati ilk filminde (“Jour de Féte – Bayram Günü”) olduğu gibi sesi komedisinin ve çizdiği resmin önemli bir parçası yapmayı başarıyor. Hulot’nun arabasının egzosunun sesinden tatilcilerin karmaşasının sesine, radyonun sesinden Hulot’un çaldığı plağın sesine ve otel kapısının çıkardığı sese aslında epey gürültülü bir film bu tüm sessiz sinema havasına rağmen. Tati’nin ilk filminden kimi öğeleri de (örneğin ilk filmde Tati’nin postacı karakterinin meyhanenin kapısından girmesi ile bir üst katın penceresinde görünmesi arasında imkânsız denecek kadar kısa bir süre vardır; bu filmde ise tatilcilerin istasyondaki alt geçidin bir ucundan girip hemen diğer ucundan dışarı çıkmaları yine çok kısa bir sürede gerçekleşir) taşıdığı filmi aslında sadece bir komedi olarak nitelendirmek haksızlık. Tati komedi üzerinden ve eğlendirmeyi de ihmal etmeyerek, insan doğası üzerine bir inceleme üretiyor kesinlikle. Görülmeyi, birkaç kez görülmeyi ve üzerinde düşünülmeyi hak eden bir inceleme bu. Hiçbir kabalığa başvurmayan, mimikleri komedinin aracı kılma kolaylığına başvurmayan ve tüm karakterlerini olduğu gibi -onları hiçbir abartılı tavır ve aksiyona zorlamadan- kullanan çok önemli bir film bu, özetle söylemek gerekirse.

(“Monsieur Hulot’s Holiday” – “Bay Hulot’nun Tatili”)

Jour de Fête – Jacques Tati (1949)

“Ne kadar çalışırsan çalış, asla Amerikalı postacılar gibi olamazsın”

Bir Fransız kasabasına yılda bir gelen bir gezici lunaparkın ve kasabadaki herkesin dalga geçtiği postacının burada seyrettiği bir sahte belgeselden etkilenerek Amerikalılar gibi daha verimli çalışma çabasının hikâyesi.

Fransız sinemacı Jacques Tati’nin yönettiği ve senaryosunu Henri Marquet ve René Wheeler ile birlikte yazdığı bir Fransa yapımı. Tüm yönetmenlik kariyeri biri belgesel türünde olan toplam üç kısa film, bir televizyon filmi ve beş sinema filminden oluşan bu kendine has sinemacının ilk uzun metrajlı eseri olan bu çalışması, kendisinin yönettiği ve oynadığı 1947 yapımı kısa filmi “L’École des Facteurs”den uyarlanmış. Filmlerinde başrolü de üstlenen ve senaryolarını da yazan bu usta sinemacı Fransızların “auteur” ifadesi ile andıkları türden ve eserlerinin tüm artistik kontrolüne sahip olan bir sanatçı. Bu ilk uzun metrajlı filmi, örneğin pek çok eleştirmen tarafından başyapıtı kabul edilen 1967 yapımı “PlayTime”ın gerisinde kalsa da onun kendine has özelliklerini yansıtan ve özellikle “tek adam şovu” yaptığı sahnelerde hayli parlayan bir çalışma. Tati’nin farklı -ve belki de herkese göre olmayan- mizah anlayışının henüz olgunlaşma aşamasında olduğu dönemin eseri olan film tüm Tati filmleri gibi sosyal ve toplumsal bir eleştiri de barındırıyor bünyesinde. Sinemanın dahilerinden biri olan yönetmenin bu ilk uzun metrajlı filmi tüm eserleri gibi mutlaka görülmeli her sinemasever tarafından.

Tati bu filmi iki ayrı kamera ile ve eş zamanlı olarak hem renli hem siyah-beyaz olarak çekmiş ama renkli kopya teknik bir nedenle laboratuvar sürecinden geçemeyince film vizyona siyah-beyaz olarak çıkarılmış. Renkli kopya ancak 1995 yılında tamamlanabilmiş ve gösterime girmiş. 2015 yılı verisine göre Fransa’da sinema salonlarında 7 milyondan fazla kişi tarafından seyredilen ve en çok bilet satılan 40 Fransız filminden biri olan çalışma temel olarak bir Fransız kasabasında postacı olarak çalışan, herkesin arkadaşça davrandığı ama sık sık dalgasını da geçtiği adamın kabaca bir gününü anlatıyor bize. Kasabayı yılda bir kez ziyaret eden küçük bir lunaparkın geldiği bayram gününde postacımız burada ABD’deki posta hizmetlerinin verimliliğini anlatan, eğlenceli bir sahte belgesel seyrediyor ve kendisi de Amerikalı meslektaşları kadar verimli çalışmak için hummalı bir faaliyete girişiyor. Onu bu yolda kışkırtan ise lunaparkın iki sahibi oluyor ve bu uğurda onu sarhoş da ediyorlar.

Film 1949 yapımı; Fransa’yı düşman işgalinden “kurtaran” ABD’nin politik ve beraberinde kültürel olarak da Avrupa’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi Fransa’da da etkisini hayli artırdığı günler bunlar. Tati’nin hikâyesi doğrudan olmasa da bu duruma bir tepki, ya da en azından bu durumla ilgili bir saptama ve Amerikan hegemonyası ile ilgili bir uyarı olarak görülebilir. Sakin ve eğlenceli bir hayatın sürdürüldüğü, en büyük olayın yılda bir gelen küçük bir lunapark olduğu bir Fransız kasabasına ABD’nin hız ve verimlilik odaklı yaklaşımını sokuyor Tati ve kendisinin canlandırdığı postacının bu yeni düzene uymak için gösterdiği çaba sırasında içine düştüğü durumu bir bakıma tüm bir Fransız (ve hatta Avrupa) toplumunun sembolü olarak kullanıyor. Tati’nin yaptığı aslında doğrudan bu “yeni düzen”in kendisini eleştirmekten çok, onun tüm bir toplumu ve kültürünü değiştireceği ve yerel kimlikleri yok edeceği yönünde bir uyarı daha çok.

Yönetmenin 1947 tarihli, on altı dakikalık kısa filminden yola çıkarak çekilen ve o filmin uzatılmış hâli olarak nitelendirilebilecek olan çalışmada kimi mizah anları doğrudan bu kısa filmden taşınmış buraya. Belki tam da bu nedenle film sanki iki ayrı ana bölümden oluşuyor: Tati’nin kendisinin canlandırdığı François karakterinin ana ögesi olduğu sahneler ve diğerleri. Bunların ilki filmin en parlak anlarının da yer aldığı bölümler ve özellikle Tati’nin “şov”larının yer aldıkları sıkı bir eğlencenin de kaynağı oluyor. İkinci ana bölümdeki sahneler ise daha standart bir görünüme sahipler ve asıl olarak ilk bölümdeki anlara ve eğlenceye hazırlıyorlar seyirciyi. Jean Yatove imzalı ve lunapark havasını yansıtan müziğin eşlik ettiği hikâyede bu “standart” anlarda temel olarak başka bir şeyi yakalıyor Tati görüntü yönetmenleri Jacques Mercanton ve Jacques Sauvageot’nun çalışmaları üzerinden. Elinde bir dilim ekmek ile evinden fırlayarak atlıkarıncayı taşıyan traktörün peşine düşen çocuk, yanındaki keçisi ile kasabanın sokaklarını dolaşarak yorum yapan ve zaman zaman da bize hitap eden yaşlı kadın, tarlalarında çalışan çiftçiler, köy meydanı, meyhane sahibi ve müşterileri ile tipik bir Fransız kasabasının resmini çiziyor ve yukarda anılan ABD hegemonyasının bu resmi değiştireceğini hatırlatıyor bize sık sık yönetmen. Filmin en tempolu sahnelerinin postacının Amerikalı meslektaşlarına özendiği sahneler olması, buna karşılık kasabanın halkına ve yaşamlarına odaklanan sahnelerin adeta “Hayat Uzun Sakin Bir Irmaktır” mottosuna uygun anlatılması da bunu doğruluyor.

Tati tarzına uygun olarak “konuşmalı bir sessiz film” olarak çekmiş filmi ve gerek kamera kullanımı gerekse diyalogların hikâye için çok da önemli olmaması ile bir sessiz film havası yakalamış. Gerçekten de diyalogların pek çoğunun çıkartılmasının hikâyeden hiçbir şey eksiltmeyeceğini düşüneceğiniz bir film bu. Buna karşılık kimi sesli bölümler de filmin en parlak esprilerine ev sahipliği yapıyor. Örneğin iki genç aşığın çadırda gösterilen bir filmden gelen konuşmalar eşliğinde sessizce birbirlerine bakarak o filmin diyaloglarını adeta canlandırmaları hayli çarpıcı bir komikliğe sahip. Tek makas hareketi ile saç kesme sahnesi ise tam bir sessiz film mizahı ters yönde bir örnek olarak. Bu sonuncuya benzer bir sahne de sesini duyduğumuz bir karasinek ile önce postacımızın, sonra bir çiftçinin ve daha sonra tekrar postacının boğuştuğu bölüm. Bugün “politik doğrucu” bir bakışla belki de eleştirilebilecek bir mizahı da şaşı adam ile yakalıyor Tati ve açıkçası sıkı bir kahkaha da attırıyor seyircisine yine sessiz sinemaya selam yollayarak.

Tati’nin filmde görünen tüm karakterleri bir şekilde mizahın ve hikâyenin parçası yaptığı filmde postacının ve çalışma arkadaşlarının görüntülerden çok sesin öne çıktığı komik anları ve Amerikan tarzı mektup teslimi sırasında yaşanan tüm komiklikler gibi parlak bölümler dikkat çekerken, yaşlı kadının finalde söylediği “Amerikalılar istedikleri gibi davranabilirler ama dünya daha hızlanmayacak” cümlesini Tati’nin mesajı olarak görmeli kuşkusuz. Yönetmenin “slapstick” yeteneklerinin sergilendiği bu çalışma kendisinin Alman işgali sırasında yaşadığı Sainte-Sévère-sur-Indre kasabasında çekilmiş ve yöre halkı da hikâyede pek çok rolü üstlenmiş. Bu seçimin de sağladığı doğallık ile Tati kasabayı hızla Amerikalaşan bir dünyadan henüz uzak olan bir hayatı bize hatırlatmak için kullanıyor üzerinden geçen yetmiş yıl sonra bile.

(“The Big Day” – “Bayram Günü”)