Two Lovers – James Gray (2008)

“Bir daha sevebileceğime ihtimal vermiyordum… seni seviyorum”

Ailesinin evlenmesini beklediği bir kadın ile çekici komşusu arasında kalan ve geçmişindeki aşk acısının etkisini hâlâ taşıyan bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu James Gray ve Ric Menello’nun yazdığı, yönetmenliğini Gray’in yaptığı bir ABD filmi. Dostoyevski’nin 1848 tarihli “Belye Nochi” (Beyaz Geceler) adlı hikâyesinden serbest bir biçimde esinlenen senaryo huzur ve sakinlik vaat eden bir sevgi ile güçlü bir arzu arasında sıkışan ve depresyonun etkisindeki bir adamın öyküsünü, başroldeki Joaquin Phoenix’in komplekslik ile doğallığı birlikte içeren güçlü performansı ile karşımıza getiriyor. Amerikan sinemasından çok Avrupa sinemasına yakın duran film dram ile romantizmi başarılı bir biçimde dengelemiş görünen bir yapıt ama sonuçta Hollywood kökenlerinden ve senaryosundaki bazı gerçekçilik sorunlarından da yeterince sıyrıl(a)mayan bir çalışma.

Sessizliğin ve yavaşlatılmış görüntülerin gizemli ve hüzünlü bir zarafet kattığı bir sahne ile açılıyor film. Leonard (Joaquin Phoenix) babasının kuru temizleme dükkanında ona yardım eden, bipolar rahatsızlığı bulunan ve depresyonu nedeni ile ilaç kullanan bir adamdır. Açılış sahnesinde yaşananların endişelendirdiği ailesi onu babasının bir iş arkadaşının kızı (Vinessa Shaw) ile tanıştırmak istemektedir. Tam da o günlerde Leonard hayli çekici ve kendi sorunları da olduğunu öğreneceğimiz bir komşusu (Gwyneth Paltrow) ile tanışır ve süratle onun çekiciliğine kapılır. Bundan sonrası gerçek bir sevgi ile gerçek bir tutkunun karşı karşıya gelmesinden doğan bir çatışmanın içine düşen adamın yaşadıkları olarak ilerliyor. Kendisi de Rusya kökenli yahudilerden olan James Gray ilk filmi “Little Odessa”da olduğu gibi yine, bölgede yaşayan Rus kökenliler nedeni ile “Little Odessa” adı ile de bilinen Brighton Beach’de geçen bir hikâye getiriyor karşımıza yapımcıları arasında da yer aldığı bu yapıtta.

Her ikisi de genetik bir rahatsızlık olan Tay-Sachs hastası olduğundan, çocuklarının ergenlik çağından önce büyük bir ihtimalle ölmelerine neden olacak bu problemle doğacağını öğrenince nişanlısı tarafından terk edilmiştir Leonard. Oldukça büyük bir travmaya neden olmuştur bu terk edilme ve adamı intihar girişimine kadar sürüklemiştir. Aslında hayli eğlenceli ve karizmatik bir adamdır Leonard ama depresyonun da güçlü etkisi altındadır. Hobi olarak çektiği siyah-beyaz fotoğrafların insansızlığında da kendisini göstermektedir ruh hâli. James Gray ve Ric Menello’nun ortak senaryosu sinemada en iyi karşılığını Luchino Visconti’nin 1957 tarihli filmi “Le Notti Bianche”de (Beyaz Geceler) bulan Dostoyevski öyküsünü yola çıkış için bir esin kaynağı olarak kullanmış ve onunla pek de ilgisini korumamış. En önemli çekicilik kaynağı olarak Leonard karakterini kullanan ve bu hedefinde Joaquin Phoenix’in sağlam performansından önemli bir destek alan filmin hem güçlü hem zayıf yönlerini de bu karakter oluşturuyor.

Vinessa Shaw’ın oynadığı Sandra ne kadar garantili bir tercihse, Gwyneth Paltrow’un Michelle karakteri bir o kadar riskli görünüyor. Leonard’ın bu iki kadın arasında gidip gelmesi adamın kendi ruhsal durumu açısından bakıldığında öyküye önemli bir çekicilik katıyor ama onun özellikle Michelle ile olan ilişkisinin başlarındaki sağlam duruşu çok da gerçekçi görünmüyor. Kendisi travmalı ve ruhsal denge problemi olan bir adamın sorunları olan bir kadına tanık olduğumuz desteği gerçekten verebilmesi ya da bulundukları durumu yönetebilme becerisi göstermesi pek mümkün değil açıkçası. Neyse ki Phoenix, karakterini fiziksel ve ruhsal olarak o derece güçlü bir biçimde almış ki üzerine onu seyrederken bu problemleri rahatlıkla görmezden gelebilirsiniz. Depresif beden hareketlerinden üç kadına bir arabanın içinde şov yaptığı sahneye, Michelle’in bir arkadaşlık olarak gördüğü ilişkilerinde kendisinin hissettiğinin aşk olduğunu itiraf ettiği andan “kaçma planı”na kadar pek çok sahnede ustalığını gösteriyor oyuncu ve filmi performansı ile tek başına bile görmeye değer kılıyor.

Senaryonun dramla romantizm arasında zarif bir biçimde salınması ve hatta çok ufaktan bir mizah havasını bile doğal bir şekilde barındırabilmesi filmin bir başka önemli kozu. Leonard’ın Michelle’in evinde bir kapının arkasına saklandığı, vasat bir komediye yakışacak zorlama sahne bir yana bırakılırsa aşkın varlığı/yokluğu ve tutkunun çekiciliği ile güvenin rahatlatıcılığının çelişmesi üzerine olan hikâyesi, dramı arayanları da romantizmi isteyenleri de mutlu edebilecek bir içeriğe sahip. Kendisi hakkında duymak istediği sözleri -bunun farkında bile olmadan- başkasına söyleyen, bağlanma arzusu ile yanıp tutuşan ve genç bir ergen ruhundan kurtulamamış bir karakterin yaşadıklarını seyircinin ilgisini, her zaman olmasa da, ayakta tutacak şekilde anlatabilmiş Gray’in filmi. Finalde alınan kararın arkasında yatanlar ve bu kararın sürdürülebilirliği üzerinden yaratılan belirsizlikle de doğru bir seçim yapılmış. Bu finale eşlik eden opera eseri, doğal olarak çağrıştırdığı karakterin (ve belki de aslında onun temsil ettiği duyguların) gölgesinin varlığını sürdüreceğini ima ediyor bize sanki.

New York’un Amerikan sinemasının hep anlatageldiği gibi, sadece büyük karakterlerin büyük olaylar yaşadığı bir yer olarak değil, sıradan insanların sıradan yaşamlar da sürdüğü bir şehir olarak kullanılması filme dikkat çeken bir gerçeklik kazandırmış. Üç ana karakterin de hastalık/sağlıkla ilişkili yanlarının olması da filmi ilginç yanlarından biri: Leonard bipolar ve bunun için ilaç kullanıyor, Michelle ADHD’si (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) olduğunu söylüyor ve Sandra bir ilaç firmasında çalışıyor. Bu durumdan yola çıkıp, senaryonun adam için doğru seçimin Sandra olduğunu ima ettiği söylenebilir belki ama bu Gray’in sade ve zarif hikâyesine yakışmayacak kabalıkta bir sembolizm olur açıkçası. Buna karşılık, filmdeki mekân seçimleri daha şık bir sembolün sonucu olmuş gibi görünüyor: Sıcak ve yakınlıkların öne çıktığı sahneler genellikle iç mekânlarda geçerken, gerilimler ve ayrılıkların hâkim olduğu sahneler için dış mekânlar seçilmiş genel olarak. Hikâyenin ailenin “koruyuculuğu” (Leonard’ın evinin duvarlarındaki onca aile fotoğrafını düşünün) imasına uygun bir seçim bu. Gwyneth Paltrow’un kariyerinin en sağlam oyunlarından birini sergilediği filmde anne rolündeki Isabella Rossellini senaryonun kendisine oynayacak pek bir alan bırakmaması nedeni ile kendisini hak ettiği kadar gösteremiyor. Benzer şekilde Vinessa Shaw da onca sahnesine rağmen, Leonard’a ilgisini de açıklayamayan senaryonun ciddi bir ihmaline uğruyor ve karakterini geliştirme fırsatı bulamıyor. Özetlemek gerekirse; ince anlatımı, Joaquin Phoenix’in benzersiz performansı ve çocuk kalmış bir erkeğin romantizmle zenginleşen dramını anlatan hikâyesi ile hoş bir film bu.

(“İki Aşık”)

The Immigrant – James Gray (2013)

“O kadar çok sınavdan geçtim ki! Hayatta kalmak için bu kadar çok çaba göstermem günah mı? Bunca kötü şey yaptıktan sonra hayatta kalmayı istemek günah mı?”

1921’de kız kardeşi ile birlikte ABD’ye gelen göçmen bir Polonyalı kadının hayatta kalma çabasının hikâyesi.

James Gray ve Rick Menello’nun orijinal senaryosundan Gray’in çektiği bir ABD yapımı. Karşılaştığı tüm güçlüklere karşı, kendisi ve hasta kız kardeşi için yeni bir hayat kurma mücadelesi veren genç bir kadının hikâyesini anlatan yapım öncelikle oyuncularının performansı ve usta görüntü yönetmeni Darius Khondji’nin çalışması ile dikkat çekiyor. Senaryosunun, olmaya çalıştığının aksine, kahramanının hikâyesini epik bir dil ile anlatmak için yeterli görünmediği filmin Cannes’da Altın Palmiye için yarışan filmler arasına seçilmesi de bir parça şaşırtıcı aslında çünkü film ne popüler sinemanın sağlam örnekleri arasında yer alabilecek bir güçte ne de sinema dili açısından bir yenilik, tazelik içeriyor. Buna karşılık -özellikle oyuncularının katkısı ile- ilgi ile izlenebilen, ticarî sinemanın rahat seyredilen anlatım biçimine sahip ve aksamayan mizanseni ile ilgi gösterilebilecek bir çalışma bu.

James Gray bu beşinci uzun metrajlı filmini o zamana kadar çektiği en iyi film olarak tanımlamış bir röportajda ama belki onun kariyeri için kabul edilebilecek bu “en iyi” tanımı, genel olarak sinema dünyası açısından bakıldığında daha çok “vasatın bir parça üstünde” tanımı ile değiştirilmeli gibi duruyor. Üç başrol oyuncusundan (Marion Cotillard, Joaquin Phoenix ve Jeremy Renner) özellikle Cotillard’ın, karakterini gerçek kılan, akıbeti için merak duygusu uyandıran ve onun ruhuna girmişe benzeyen performansı filmi temel olarak ilgiye değer kılan ve buna ek olarak bir de başarılı görüntü çalışmasından ciddi bir destek alıyor film. Ne var ki hikâye, kadının başına gelenler, inatçı mücadelesi, göçmen olmanın zorluğu, kadın olmanın zorluğu, iki erkeğin birden tutkusunun nesnesi olmak vs. gibi temalarla karşımıza gelirken, senaryo daha çok iyi bir fikirin yeterince geliştirilememiş hali gibi duruyor. Bunlar filmin ilgiyi hak etmesini engellemiyor neyse ki ama bir epik macera beklentisini yaratıp sonradan daha alçak gönüllü bir havada ilerleyen hikâye bir parça hayal kırıklığı da yaratıyor açıkçası.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan “İkinci Polonya Cumhuriyeti”nin Sovyetlerle giriştiği savaşta anne ve babaları öldürülen iki genç kadının gemi ile ABD’ye gelmesi ile başlıyor hikâye ve kardeşlerden biri hastalığı nedeni ile altı aylığına karantinaya alınırken diğeri de sınır dışı edilme riski ile karşı karşıya kalıyor. Bu ilk sahneden başlayarak, Cotillard’ın canlandırdığı genç kadın bir yandan ABD’de kalabilmenin yollarını ararken, diğer yandan kardeşinin tedavisi için gerekli olan parayı kazanmaya çalışıyor. İki erkek çıkıyor karşısına: Biri bir revüde “kadınları” ile gösteriler düzenleyen bir adam (Phoenix), diğeri ise sihirbazlık gösterileri yapan bir başkası (Renner). Her ikisi de kadına aşık oluyor hikâye ilerledikçe ve filme ilginçlik katan asıl aşk, içerdiği saplantılı tutku ve kötülük ettiği birine aşık olmanın tuhaflığını barındırması nedeni ile bu adamlarının ilkininki oluyor. Açıkçası senaryonun genellikle tanıdık görünen tüm öğelerinin içinde en orijinal görünen unsuru bu ve filme de cazibe katıyor kesinlikle. Senaryonun nerede ise oyuncularının performansının abartılı görünmesine neden olan güçsüzlüğü (diyaloglar ve hikâyenin gelişimi, öne çıkan oyunculukları boşa düşürüyor zaman zaman çünkü) içinde bu öğeyi James Gray’in yönetmenlik çalışması pek iyi değerlendiremiyor ne var ki. Bir final sahnesi çok daha etkileyici olabilir veya cinayet sahnesi sıradan bir melodramdakinden çok daha farklı bir şekilde çekilebilirmiş örneğin. Phoenix’in ve Renner’ın zaman zaman senaryoya rağmen karakterlerini ayakta tutabildiklerini söylemek gerekiyor ek olarak.

Filmi çekici kılan bir görsel atmosferi var üzerinde durulması gereken. Özellikle Ellis adasındaki sahnelerde Darius Khondji’nin kamerası kurmayı başardığı hüzünlü ve karanlık atmosfer ile ciddi bir katkı sağlıyor filme ve hikâyenin kimi eksikliklerini de kapatıyor. “Amerika Düşü”nün negatif bir resmini çizmesi ve bir kadının cesaret ve azim gerektiren hikâyesini anlatması ile önemli olan film sadece Cotillard’ın performansı için bile görülmeye değebilir aslında. Lehçe konuşabilmek için ciddi bir hazırlık yapan ve daha da önemlisi İngilizceyi bir Polonyalı gibi konuşmayı başaran oyuncunun performansı, özellikle kararsızlık ve işlenen “günah”ların vicdan azabının duyulduğu anlarda doruğa çıkıyor. Keşke senaryo -örneğin iki erkeğin ona neden bu denli tutku ile bağlandığını anlatamaması gibi- problemlere sahip olmasaymış; ama buna rağmen görülebilir bir çalışma bu.

(“Bir Zamanlar New York”)

The Yards – James Gray (2000)

“İstediğin gibi bir evlat olamadım, biliyorum anne. İyi bir insan olmak için elimden geleni yapacağıma söz vermiştim. Daha önce olanlarda hatalı olduğumu kabul ediyorum, ama söyledikleri şeyi ben yapmadım. Asla kendimi temize çıkaramayacağımı biliyorum. Sadece bilmeni istiyorum anne; ben yapmadım!”

Hapisten yeni çıkan genç bir adamın içine düştüğü yolsuzluk ve cinayet ortamında yaşadıklarının hikâyesi.

Seyrek aralıklarla film çeken ve kalitesini de belli bir çizginin altına düşürmeyen ABD’li yönetmen James Gray’in 2000 tarihli ikinci filmi. Senaryolarını çoğunlukla tek başına yazan Gray bu filmde Matt Reeves ile işbirliği yapmış hikâyeyi oluştururken. Hapisten çıkıp temiz bir hayata geçmek isteyen bir gencin hikâyesi olarak başlayan ve benzerlerinden çok da ayrılmayan film senaryosunun akıllıca kurgulanmış olması, güçlü oyuncu kadrosunun -özellikle Joaquin Phoenix’in- performansları ve Gray’in hikâyesini baştan sona ilgi ile izleten yönetim anlayışı ile dikkat çekiyor. Finalinin bağlanma şekli bir ABD filmi ile karşı karşıya olduğumuzu bize hatırlatsa da ve hikâyenin akışı zaman zaman şematik bir hal alsa da ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma.

1980’li yılların ortasında yaşanan gerçek bir yolsuzluk olayından esinlenen hikâye öncelikle güçlü oyuncu kadrosu ile dikkat çekiyor. Mark Wahlberg, Joaquin Phoenix, Charlize Theron, James Caan, Ellen Burstyn ve Faye Dunaway’den oluşan bir kadro her yönetmenin rüyasına girecek bir ekip olsa gerek. Oyuncuların tümü de üst düzey oyunculuklar ile filme ciddi katkıda bulunuyorlar ve özellikle Phoenix, Wahlberg ve Caan bir parça öne çıkıyorlar sanki. İşte bu güçlü kadro Gray ve Reeves ikilisine ait olan ve –kimi inandırıcılık problemlerine rağmen- akıllı kurgusu ile dikkat çeken senaryonun seyirciye de parlak bir şekilde yansımasını sağlıyorlar. Hikâye, evet pek yeni bir şeyler söylemiyor ve hapisten çıkan ve geçmişinde yasadışı işlere bulaşmış olan bir adamın –burada araç hırsızlığı söz konusu- yeni hayatını nasıl kuracağı üzerinden ilerliyor temel olarak. Belki benzerlerinin aksine temiz kalmaya çalışırken kendini fenalıkların içinde bulan bir kahramanı anlatmıyor veya zaten uslanmamış bir “kötü” karakteri tekrarlamıyor ama finalde gereksiz bir Hollywood şablonuna saplanmış olması dışında bir şekilde kendisini farklı göstermeyi başarıyor. Bunda sanırım en büyük etken hikâyenin kurgusu: Aksiyon ile etkileme kolaycılığına kapılmayan ama onun sağlayacağı heyecanı da dozunda kullanım ile ihmal etmeyen, tıkır tıkır işleyen ama seyircinin de üzerine gelmeyen ve her bir sahnesi seyirciyi bir sonraki sahneye hazırlayan ama küçük sürprizleri de ihmal etmeyen bir kurgu bu ve filmin de en büyük artısı kesin olarak.

Gray’in bugüne değin yönettiği beş filmin dördünde rol verdiği ve fetiş oyuncusu olarak nitelendirebileceğimiz Phoenix’in Mark Wahlberg ile birlikte sürüklediği film ihaleler aracılığı ile yapılan yolsuzlukları ve en küçük bireyinden tepedeki yöneticilerine kadar herkesi sarmış görünen bir yozlaşmayı ilgi çekmeyi başararak sergiliyor perdede. Üstelik bunu yaparken sistemde sıkıntı olmadığını ve sorunun bireylerde olduğunu vurgulayan Hollywood filmlerinin aksine bozukluğun sistemde olduğunu söylemekten çekinmiyor. Bunu belki sert bir şekilde yapmıyor ama gerek bu yozlaşmada kaybedenlerin yine hep “küçük insanlar” olacağını ve büyüklerin her zaman ayakta kalacağını vurgulaması, gerekse Faye Dunaway’in canlandırdığı teyze karakterinde olduğu gibi pek çok insanın da ahlâksızlığın doğrudan içinde olmasa bile en azından görmemezliğe gelerek getirisinden yararlandığını söylemesi ile eleştirisinin hakkını veriyor kesinlikle. Gray bu doğru duruşunu kimi sahnelerdeki parlak mizanseni ile de desteklemeyi becermiş ve kendi adına yükünü başarı ile sırtlamış. Wahlberg’in canlandırdığı genç adamın içine zorla ve çaresizce itildiği suikast sahnesi oyuncunun parlak performansı kadar Gray’in kamera açıları ve tempolu anlatımı ile heyecanla izleniyor. Wahlberg ile Phoenix arasındaki kavga sahnesi de yine hem oyuncuların performansı hem de Gray’in seyirciye gerçeklik duygusunu birebir geçiren yönetimi ile çarpıcı kesinlikle. Bir de bir “pazarlık sahnesi” var ki sistemin çürümüşlüğünü çok sıradan bir ana tanık olduğumuzu hissetirecek bir sakinlikte anlatması ile Gray’in hanesine bir artı puan daha ekletiyor kesinlikle.
Howard Shore’un başarılı müzik çalışması ve Harris Savides’in özellikle iç mekanlardaki eskinin atmosferini hatırlatan görüntüleri ile de dikkat çeken film sinema tarihindeki öncüllerinden esinlenmiş ve bu farklı esin kaynaklarını akıllıca bir araya getirmiş bir çalışma. Sidney Lumet’İn 1970’li yıllarda çektiği ve toplumdaki yozlaşmalara odaklandığı filmlerinden Coppola’nın “Godfather – Baba” serisine –hikâyenin önemli karakterlerini bir aile kurgusu içinde akıllıca bir araya getirmesi ve mafyavari yapılanmaları ile- uzanan bir esinlenme bu ve belki çekildiği 2000 yılı ve bugün için bir parça eski görünebilecek klasik sinema dili ile bu esinlenmelerden iyi bir sonuç çıkmış ortaya. Belki filmin iki baş oyuncusunun, Wahlberg ile Phoenix’in birbirine taban tabana zıt performanslarını aynı anda seyretmenin keyfini de eklemeli son olarak. İlki nerede ise fısıldayan bir ses tonu ile konuştuğu karakterinin çıkmazlarda kalmışlığını, ikincisi ise daha gösterişli bir şekilde karakterinin hırsı ile saptığı yolda yaşadıklarını çarpıcı bir biçimde sergiliyorlar. Evet finali fazla Amerikan ve filmin eleştiri gücünü de zayıflatıyor ve zaman zaman yine Hollywood’a özgü klişelere uğramamazlık edemiyor ama filmden alınacak keyfi eksiltmemeli bu problemler.

(“Çeteler Savaşı”)