Loving – Jeff Nichols (2016)

“Yüce Tanrı beyaz, siyah, sarı, malay ve kızıl ırkları yarattı ve onları farklı kıtalara yerleştirdi. Bu tür evlilikler onun bu düzenlemesine karışmak anlamına gelir; ırkları ayırması onun ırkların karışmasını istemediğini gösterir”

Beyaz bir adam ile siyah bir kadının 1958 yılında Virginia’daki evliliklerinin tutuklanmalarına neden olmasının ve aldıkları cezaya karşı giriştikleri yasal mücadelenin hikâyesi.

Richard ve Mildred Loving çiftinin gerçek hikâyesini anlatan ve yine onların mücadelesini konu alan, Nancy Buirski’nin yönettiği 2011 tarihli “The Loving Story” adlı belgeselden uyarlanan bir ABD yapımı. Jeff Nichols’ın yazdığı ve yönettiği film iki baş oyuncusunun performansları ile dikkat çektiği ve konusuna gerçek olaylardan hemen hiç sapmadan yaklaşan bir çalışma ve gücünü de büyük ölçüde bundan ve hikâyesini sesini hiç yükseltmeden anlatmasından alıyor. Nichols’ın mizansen anlayışından oyuncuların performansına “sessiz” bir film bu ve birkaç sahne dışında hiçbir duygunun, eylemin altını çizmiyor ve temelde “aşkın ve evliliğin her türlü kısıtlamadan bağımsız ve doğal bir hak” olduğuna odaklanmasına rağmen, mesaj verme tuzağına düşmüyor hiç. Evlilikleri ile ABD anayasasının ırklar arası evlilikleri federal bir hak kılan karar almasını sağlayan çiftin hikâyesi normal koşullar altında Hollywood’un elinde bir mesaj ve zafer çığlığı filmine dönüşürdü ama burada Nichols tam tersi bir tutum izliyor. Onun bu tercihi filme bir farklılık katıyor ve bir güç de sağlıyor ama öte yandan aynı tercih hikâyeyi zaman zaman bir parça soğuk da kılıyor açıkçası.

Gece vakti yoksul bir evin verandasında konuşan bir çift. Siyah kadın beyaz erkeğe hamile olduğunu söylüyor ve erkek bu haberi çok kısa bir şakınlıktan sonra gülerek ve “Güzel, gerçekten çok güzel” diyerek karşılıyor. Kadın da mutluluk dolu bir gülümseme ile karşılık veriyor. 1958 yılında Virginia’dayız. Irklar arası evliliklerin yasak olduğu on beş eyaletten biri burası, polis şefinin ifadesi ile “birlikteliklere bir ölçüde göz yumulabildiği ama evliliğin çok ileri gitmek demek olduğu” bir eyalet. Erkeğin “daha az bürokrasi” var demesi ile çift Washington’a giderek orada evleniyor. Sonrası evlerine polis baskını, yerel mahkemenin erkek ve bir kadını bir yıl hapis cezasına çarptırması ve onlara bu cezadan kurtulmak için iki seçenek bırakması: Boşanmak veya eyaleti terk ederek 25 yıl boyunca asla birlikte oraya girmemek. Sonrası önce yerel, ardından eyalet mahkemesinde süren ve sonuçta federal mahkemeye kadar uzanan ve yıllara yayılan bir mücadele.

Jeff Nichols bu özgürlük mücadelesini bir belgesel ciddiliğinde ve olabilecek en sessiz biçimde anlatıyor. Duygusal patlamaların (aşk, öfke, korku, yılgınlık vs.) dizginlendiği performansları ile oyuncuların da ayak uydurduğu bir anlatım tercihi bu. Böyle bir hikâye için Amerikan sinemasının seyirciyi alıştırdığı tüm klişelerden özenle uzak durmuş Nichols. Örneğin iki sahne dışında yerel beyaz halkın bu birliktelik ve evlilikle ilgili tepkisini hiç göstermiyor ve bu tepkinin tanığı olduğumuz sahnelerin ilkinde öpüşen çifte uzaktan ve onaylamayan bir şekilde bakan beyaz erkekleri görürken sadece, ikincisinde ise adamın arabasına bırakılan ve sahibini bilmediğimiz bir notu görüyoruz. Bunun yerine otoriteyi temsil eden emniyet ve adalet teşkilatlarının tepkisine odaklanıyor hikâye. Bu tercih seyircinin filme -kesinlikle hak ettiği- bir dikkat ve özenle yaklaşmasını gerektiriyor. Adamın annesinin evliliği onaylamayan vücut dili, adamın tüm boş vakitlerini siyahlarla geçirmesi ve oldukça etkileyici bir sahnede bu evliliği yaparak güvenli konumunu terk edip risk aldığı için adamın siyah bir birey tarafından eleştirilmesi gibi ögeler üzerinden anlatıyor derdini. Açıkçası bunca alçak gönüllü ve sade olan bir filmin zaman zaman hiç talep eder gibi görünmediği halde seyirciden duygusal bir karşılık alabilmesinin de en temel kaynağı onun bu samimi ve seyirciyi kışkırtmayan anlatımı. Belki tam da bu nedenle Life dergisinin fotoğrafçısının aşkın resmini çektiği sahne müthiş bir aşk sahnesi olurken, final tüm sadeliğine rağmen seyirciyi bir mutluluktan ağlama hissine sürükleyebiliyor.

Loving çiftinin hikâyesi 1996’da bir televizyon filmi olarak da çekilmiş ve çeşitli kaynaklara göre hikâyeyi daha ticarî bir dil ile anlatan bir çalışma olmuş bu. “Tanrının kuralı bu: Serçeyi serçe, bülbülü bülbül yaratmış. Farklı olmalarının bir nedeni var” anlayışına karşı verilen mücadeleyi anlatan filmin hikâyesi sessizliği üzerinden gerilimini üretmeyi başarıyor. Birkaç sahnede bir parça daha ileri adım atması gerekirken bunu yapmaması filmin gücünü bir parça zayıflatıyor. Örneğin adamın, davalarına dönemin Adalet Bakanı Robert Kennedy’nin yönlendirmesi ile önemli bir insan hakları örgütünün bakacağını haber aldığı sahnedeki -nerede ise- tepkisizliği bu sahnelerden biri ve seyirciyi ister istemez bir parça uzak tutuyor olan bitenden. Buna karşılık eş zamanlı olarak gösterilen iş kazası ile bir çocuğa araba çarpması kurguları ve anlatımları ile filmin geneline hâkim olan tavra hayli ters düşüyor ve hak etmediği halde zorlama görünüyor. Adamın bir yanlış anlama sonucu paniğe kapıldığı an ise Nichols’ın genel sessizlik havasına ters düşmeden de farklı hareket ederek seyirciyi etkileyebildiğini gösteren bir örnek oluyor.

David Wingo’nun filmin genel havasına uygun ve sesini yükseltmeden insanın içine işlemeyi başaran müziği ile hikâyeye katkı sağladığı filmin cezaevi ve mahkeme sahnelerinin gerçek olayların yaşandığı yerlerde çekilmiş olmasının da desteklediği gerçekçi havası bir diğer artısı. Ne var ki Nichols federal mahkeme sahnesinde bu genel anlatım tercihinden nedense uzaklaşıyor ve mahkeme binasını adeta yüce bir konuma yerleştiren kamera açısı ile açtığı bu sahnede federal yargıçları da adeta “kutsal”laştırarak yüzlerini hep flu gösteriyor. Bu mahkemenin aldığı karar ile bir adaletsizliği yok etmesi ve bir özgürlüğün kalıcı biçimde yolunu açması kuşkusuz çok önemli ama aynı mahkemenin başka yargıçlarla -örneğin şimdi Trump’ın atadığı ve atayacağı yargıçlarla- nasıl ters yönde kararlar alabileceğini düşünürsek, bu yüceltme fazla Hollywoodvari görünüyor.

İşçi sınıfından kahramanları anlatması ve toplumu ayrıştıranın renkler/ırklar olmadığını göstermesi ve kadının ağzından “Küçük çarpışmaları kaybedebiliriz ama büyük savaşı kazanacağız” cümlesini dile getirerek toplumsal mücadelerin benimsemesi gereken bir yolu işaret etmesi ile önemli ve dürüst bir film bu. 2010 yılında ABD’deki evliliklerin yüzde on beşten fazlasının kendilerini aynı ırktan görmeyen çiftler arasında gerçekleştiğini düşünürsek gerçek hayattaki kahramanlarının nasıl önemli bir hikâyenin parçası olduklarını daha iyi anlayacağımız filmde iki başrol oyuncusunun (Joel Edgerton ve Ruth Negga) performansları ciddi bir övgüyü hak ediyor. Bu derece sade ve alçak gönüllü bir performansla bu derece gerçekçi bir hava yakalayabilmeleri ve adeta gerçekten olan bitene tanık olduğumuz havasını yaratmaya katkı sağlamaları her iki oyuncunun da ne denli çarpıcı bir başarı yakaladıklarının en önemli göstergesi. Görüntü yönetmeni Adam Stone’nun özellikle kırsal bölgedeki sahnelerde yakaladığı sakin güzellik ile dikkat çektiği ve çiftin gerçek hayattaki fotoğrafı ile kapanan film kendilerini kahraman olarak değil, aşklarının neden tepki ile karşılandığını anlayamayan sıradan insanlar olarak gören çiftin bu “sıradanlık”larına saygı ile yaklaşan bir sinema eseri olarak yerini alıyor sinema tarihinde. Daha büyük duygular, eylemler, epik bir özgürlük hikâyesi bekleyenler değil, aşkın sade yüceliğine saygı duyanlar için bir film bu.

Take Shelter – Jeff Nichols (2011)

“Bunu açıklamak zor; sadece bir rüya değil, bir his bu. Bir şey geliyor olabilir, kötü bir şey. Açıklayamıyorum ama bana inanmanı istiyorum”

Gördüğü kâbuslar nedeni ile ailesini yaklaşan bir tehlikeden koruma telaşına kapılan bir adamın hikâyesi.

Jeff Nichols’ın yazıp yönettiği bir ABD yapımı. Başta finali olmak üzere farklı okumalara açık hikâyesi, özenli anlatımı ve iki başrol oyuncusunun sağlam oyunları ile ilgiyi hak eden bir çalışma olan film, özel efektleri çok az kullanıyor ve bunun da sağladığı doğal havası ile gerilimini ve gizemini gerçek kılmayı başarıyor çoğunlukla. Aile geçmişi nedeni ile akıl sağlığından endişesi olan adamın gördüklerinin gerçekliği konusunda hissettiklerini seyirciye geçirmesi başarması ile de dikkat çekilen filmin etkileyici olsa da finali bir parça tartışmalı ve süresi bir parça daha kısa tutulup hikâyenin alçak gönüllülüğüne uygun bir hale getirilebilirmiş gibi de görünüyor.

Hikâyenin dayandığı temel temayı sahip olunan bir değeri/varlığı yaklaşan bir tehlikeye karşı korumak olarak özetlemek mümkün; buradaki değer/varlık aile, tehlike ise korkunç bir yıkıma neden olabilecek bir fırtına. Hikâyenin başında iş arkadaşının “İyi bir hayatın var, bir adama yapabileceğin en iyi iltifat bu galiba: Onun hayatına bakmak ve iyi demek. O adamın doğru şeyler yaptığını gösterir bu” diyerek hayatını takdir ettiği kahramanımızın işte bu sahip olduğu “şey”i koruma kaygısı ile yaptıklarını seyrediyoruz film boyunca. Kendisinden başka kimsenin görmediği şeyleri görmeye, hissetmediklerini hissetmeye başlayan adamın, annesinin o henüz on yaşındayken akıl hastası olması ve evi terk ettikten sonra bir bakım evine yatırılması gibi bir travması var geçmişte ve kendi kendisine verdiği bir söz de sürekli aklında: Asla ailesini terk etmeyecek. Öte yandan küçük kızının sağır olması da hayatındaki bir diğer sıkıntı. Görmeye başladığı kâbusların adamın hayatını esir aldıktan sonra ona “normal” olmayan şeyler yaptırmaya başlamasının, üzerine özenle titrediği ailesini yıkıma götürecek gibi görünmesi, adamın akıl sağlığı konusundaki “belirsizlik” -özellikle de finali düşünürseniz- ile birlikte hikâyenin gerilimini başarı ile oluşturuyor. Yönetmen Nichols’ın kendisine ait senaryoyu ustalıkla anlattığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Adamı canlandıran Michael Shannon’ın karakterinin korkularını akıllıca yansıtan oyunculuğu da bu başarılı anlatımı destekliyor ve filmi ilgi ile izlemenizi sağlıyor hikâye boyunca.

David Wingo’nun müziği ve Adam Stone’un görüntüleri hikâye için olması gereken türden: Her ikisi de hikâyenin gerilimini ve tedirgin edici atmosferini beslerken, kendilerini gereğinden çok öne çıkarmıyorlar ve asıl olanın hikâyenin kendisi olduğunu hiç unutturmuyorlar bize. Nichols’ın gerilimini yapaylık hissi uyandırmadan adım adım kurabilmesinden destek alan filmin anlattığını bir üst boyuta taşıyıp, günümüz toplumunda bireylerin sahip olduklarını (akıl sağlığı, aile, refah durumu, iş vs.) korumak için ne kadar güçlü bir mücadele vermeleri gerektiğinin bir sembolü olarak okumak mümkün ve adamın “sıradan” bir birey olması bu kayıpların herkesin her an başına gelebileceğinin sembolü gibi görülebilir bu okumayı destekleyecek şekilde. Yıkımı getirecek olan herhangi bir şey olabilir: İklim değişikliği, terörizm, ekonomik kriz vs. Hikâye sıradan bir bireyin bu gibi tehditler karşısındaki yalnızlığını ve çaresizliğini anlatıyor diye düşünmek mümkün olduğu gibi tüm bunları bir kenara koyarak filmi sadece bir gerilim filmi olarak izlemek de mümkün elbette. Nichols’ın filmin aynı zamanda senaristi olarak bu okumalardan daha büyük olanını tercih ettiği açık ve bunu en çok destekleyen de hikâyenin finali. Açıkçası o zamana kadar özenle kurulan yapıya ve inşa edilen gerilime bu finalin ne kadar hizmet ettiği hayli tartışmalı: Belirsizlik veya şaşırtmaca burada filmin amaçladığı gibi bir darbe etkisi yapmıyor ve doğallık ile sadeliği benimsemiş görünen hikâyenin bu tercihinin uzağına düşüyor biraz.

Hikâyenin bir parça kısaltılmasının daha doğru bir tempoya ulaşılması açısından gerekli göründüğü filmde Michael Shannon’ın, gördüklerinin gerçekliğinden şüphelenen ama bir yandan da bunların gerçek olma ihtimaline karşı tedbirler alan adamı çok çarpıcı bir şekilde oynadığını söylemek gerek. Onun başarılı performansı ve doğal ama sert oyunu olmasa “patlayan öfke” sahnesi örneğin hayli zorlama görünebilirdi. Oyuncunun başarısının bir başka göstergesi de karakteri için seyirci üzerinde bırakmayı başardığı etki: Kendisine sempati duyuyorsunuz ama bir yandan da tedrigin ediyor sizi yaptıkları. Bu ikili duyguyu doğallıktan uzaklaşmadan yaratmak elbette ciddi bir başarı ve eşi rolündeki Jessica Chastain’in de sağlam desteği ile parlıyor oyuncu. Hemen her karesi özenle oluşturulmuş görünen, az sayıdaki özel efektleri başarılı (özellikle yağmur sahneleri çok dikkat çekici) ve geniş açılı çekimleri ile bireyin “küçüklüğünü” görselleştirmeyi beceren film görülmeyi hak ediyor. Yaklaşan tehlike ne olursa olsun, tetikte olma hissini uyandıran ve bu hissi hep diri tutan bir film bu.

(“Sığınak”)