2011 Festival Notları 3

35 Rhums – Claire Denis : Bir baba kızın artık ayrılma vakti geldiğini keşfetme hikâyesi. İnanılmaz bir sıcaklık taşıyan ilişkiye başkalarını da katma çabasının ve bu çabaya direnme inadının hüzünlü ama sıcak bir anlatımı. Tindersticks eşliğinde anlatılan bir hikâyeden çok bir durum aslında. Reddedilme üzerine sinemadaki en çarpıcı anları gürültü etmeden gösteren film Alex Descas’ın muhteşem oyunu ile de ilgi çekecek bir çalışma. Sevdiklerimiz ne kadar bizimdir, sonradan gelenler boş bir yeri mi alır yoksa bize ait olan bir yeri mi çalarlar soruları üzerine bir Fransız filmi.
(“35 Shots of Rum” – “35 Tek Rom”)

Essential Killing – Jerzy Skolimowski : Özgürlük ve hayatta kalmak için insanın hangi noktaya kadar gidebileceğini gösteren bir film. Yönetmeninin de dediği gibi önyargıların bir kenara bırakılıp seyredilmesi gereken filmlerden. Çarpıcı bir görsel çalışma ile ait olduğu yerden koparılan bir insanın yalnızlığı ve dünyanın liderlerinin dünyaya ettikleri üzerine soluksuz anlatılan bir hikâye. Doğru tek midir, doğru olanı kim belirler sorularını da sorduran film isimleri ve yerleri belirsiz bırakarak evrensel bir hikâye anlatmaya çalışıyor ve bir adamın kaçış hikâyesi olarak seyretme tuzağına düşmeden ele alınmayı hak ediyor.
(“Ölümüne Kaçış”)

Sandcastle – Boo Junfeng : Bir ailenin ve bir ülkenin geçmişinin keşfinin paralel anlatımı. Tüm üçüncü dünya ülkelerinin ortak sorunları: geçmişle yüzleşmek, çekilen acıları ve nedenlerini anlamak, bireysel ve toplumsal geçmiş ile uzlaşmak. Yeterince olgun olmayan ve biraz düz bir anlatımın etkisini azalttığı ama yine de sakin ve zaman zaman şiirsel tarzı ile derdini aktarmayı başaran bir film.
(“Kumdan Kale”)

The Lightship – Jerzy Skolimowski (1985)

“Her şeyin değişken ve tutarsız olduğu bir dünyada, bir rota belirleyip ona bağlı kalmak hoşuma gidiyor”

Bir fener gemisine çıkan üç soyguncu ile geminin mürettebatı arasındaki mücadelenin hikâyesi.

Leh yönetmen Jerzy Skolimowski’den psikolojik dram/aksiyon karışımı bir hikâye. Hiç hareket etmeyip bir fener görevi gören gemide geçen bu tek mekanlı film iki usta oyuncusunun karşılıklı döktürdüğü ve anlattığı maceranın arka planında yeterince güçlü bir şekilde olmasa da başka temaların da peşinde olan bir çalışma.

Soyguncuların lideri rolündeki Robert Duvall ve geminin kaptanı rolünde Klaus Maria Brandauer filme başarılı oyunculukları ile ve hikâyedeki temel çatışma noktalarından birinin tarafları olarak damgalarını vuruyorlar. Evet bu film bir yandan da “otorite” odaklı çatışmaların filmi. Çete reisi ile kaptan arasında fiziksel çatışmaya dökülmeyen ama zekâ yarışının ve laf oyunlarının arkasının kesilmediği bir otorite çatışması var. Duvall bu çatışmayı farklı boyutlara taşıyarak kaptanın oğlu ile arasındaki otorite çekişmesine de yansıtmaktan geri durmuyor. Filmin bir diğer çatışma konusu olan baba ile oğul arasındaki uyuşmazlık kısmen çocuğun asiliğinden ama asıl olarak çocuğun babasının ikinci dünya savaşındaki sicili ile ilgili dedikodulardan dolayı babasına duyduğu nefretten kaynaklanıyor. Hikâyedeki bir diğer çatışma ise kaptan ile mürettabat ve özellikle geminin subayı arasındaki ne yapmaları gerektiği konusunda çıkan anlaşmazlık ve buna bağlı olarak da kaptanın gemi üzerindeki sorgulanan iktidarı.

Duvall film boyunca kendi entelektüel seviyesinde gördüğü kaptanı alt etmek, otoritesini sarsmak ve kendi zekâsını bu yolla doğrulamak için elinden geleni yapıyor. Bu çabası bir yandan da bir hayranlık içeriyor aslında; kaptana özel hikâyelerini anlatıyor ve “birbirimize iki sevgili kadar yakınız” ifadesi ile nerede ise homoerotik bir çağrışım yapan cümleler kurmaktan geri kalmıyor. Kendi tanımladığı kapsamı ile özgürlüğü sürekli vurgulayarak hiç hareket etmeyen bir geminin kaptanı olan rakibini de aşağılıyor ve kaptanın oğlu için çekici bir rol modeli olmaya soyunuyor.

Aşçının intikamı, çete reisinin dans sahnesi gibi başarılı bir şekilde kotarılmış kimi sahneler de barındıran filmin iki de zayıf noktası var. Stanley Myers imzalı müzik çok öne çıkmadan görevini yerine getiriyor ama araya sık sık giren Hans Zimmer imzalı elektronik müzikler 80’lerin elektronik klavye müziklerinin kötü örneklerinden biri ve nerede ise kulak tırmalıyor. Filmin ne atmosferi ile bir ilgisi var bu müziklerin ne de kendi başına bir çekicilikleri. Bu alçak gönüllü psikolojik aksiyonun bir diğer sıkıntısı da belki bir parça fazla alçak gönüllü olması ve bunun sonucu olarak da özellikle çatışmaların taşıdığı dramatik gücü yeterince güçlü bir şekilde aktarmaması. Bu dramatik gücü seyredenin kendisinin “keşfetmesi” gerekiyor bazen.

Seyrettikten sonra Walt Whitman’ın “O Captain My Captain” şiiri okunarak kendisinden alınan keyfin bütünlenebileceği bu film bir ustanın elinin değdiği belli olan o küçük çalışmalardan.

(“Fener Gemisi”)

Cztery Noce z Anna – Jerzy Skolimowski (2008)

cztery-noce-z-anna

“- Niçin 4 kez odasına gizlice girdin?  – Aşk”

 

Krematoryumda çalışan bir Polonya’lının röntgencilikle başlayan ve gizlice eve girmeye kadar uzanan karşılıksız aşkının hikâyesi.

 

Ünlü yönetmen Skolimowski’nin yetmiş yaşında çektiği film karanlık bir atmosferde geçen ve özellikle son sahnesi ile “imkânsızlığı” vurgulayan bir çalışma. Hemen tümü ile gri ve karanlık renklerin hâkim olduğu mekanlarda (bunun tek istisnasının mahkeme salonu olması filmin karanlığına ek bir katkı yapıyor) geçen hikâye kahramanının içinde bulunduğu umutsuzluğun sürekli altını çiziyor. Yatalak bir büyük anne, eskimiş ve dökülmekte olan evler, çalışmayan eski bir araba, etraftaki tecavüz, kaza ve ölümler, hayata gayri meşru doğarak mağlup başlayan bir adam, krematoryumda bir iş vs.

 

Köhnemiş mekanlarda geçen bu filmde tüm bu olumsuzluklara rağmen kendi yalnızlık ve sevgi ihtiyacını bu sevginin nesnesi olan kişinin haberi olmadan ve haberi olduğunda da itirazına rağmen aşmaya çalışan bir adamın hikâyesi kesinlikle bir “kendini iyi hisset filmi” değil. Asgari seviyede tutulan diyaloglar da seyri kolaylaştırmıyor ama bu diyaloglar çıkarıldığında bile bir şey kaybetmeyecek olan film seyircisini yine de içine çekmeyi başarıyor.

 

Klasik temalı müzik çalışması filmin atmosferine ilave bir vurgu getiriyor ve kahramanının bu bireysel görünen hikâyesini belki de yoksulluk ve sevgisizlik ortamında yaşayan tüm insanların ortak hikâyesine dönüştürüyor. Filmdeki tek “mutlu insanlar” görüntüsünün uzaktan çekilen ve kahramanının sevdiği insanı gizlice gözetlediği sahne olması bu insanların sadece başkalarının mutluluğu ile yetinmek durumunda kalacağını söylüyor sanki.

 

Sevmek ama sevilmemek, sevginin egemen olmadığı bir dünyada sevilmeyi bile anlayamamak ve başkalarının hayatına onların izni olmadan ne kadar sızılabileceği üzerine bir film bu. Sevginin ret edilmesi üzerine uzun uzun düşünme fırsatını da sağlayan film, içerdiği hüzün, sakinlik ve “boşluk” ile seyircinin de çaba göstermesini gerektiriyor.

(“Four Nights with Anna” – “Anna ile Dört Gece”)