Paterson – Jim Jarmusch (2016)

“Bazen boş bir sayfa en geniş olasılıkları sunar”

Şiir yazan bir otobüs şoförünün günlük hayatının ve bu hayatın içindeki şiirin hikâyesi.

Jim Jarmusch’un yazdığı ve yönettiği ve ABD, Fransa ve Almanya ortak yapımı olarak çekilen bir film. Sinemanın kendine has hikâyeler anlatan başarılı yönetmeni Jarmuch bu kez şiir, şiirsellik ve bunların hayatın en küçük detaylarında bile -bakmayı seçen ve görebilenlerin fark edebileceği bir şekilde- yer aldığını anlatıyor bize. Jarmusch’un favorilerinden biri olan, çağdaş Amerikan şiirinin önemli isimlerinden Ron Padgett’ın -bazıları film için özel olarak yazılan- şiirleri üzerinden ilerleyen film, başroldeki Adam Driver’ın sade ama yine de -senaryonun da yardımı ile- zaman zaman hayli farklı görünen oyunculuğundan aldığı destekle kendisini ilgi ile izletmeyi başarıyor. “Olaysız” bir hikâye var karşımızda ama bu bilinçli tercih Jarmusch’un tam da anlatmak istediğine hizmet etmesi ile doğru bir karar olarak görünüyor. Gerçekçi ama hayalci, ciddi ama komik olmayı aynı anda başarabilen film sinemanın hem dil hem hikâye olarak hâlâ yenilikler üretebildiğini kanıtlaması ile de önemli bir çalışma.

Bir pazartesi günü başlayıp ertesi pazartesi günü biten bir hikâye anlatıyor bize Jarmusch bu filminde. New Jersey’deki Paterson adlı şehirde belediyede otobüs şoförü olarak çalışan ve tüm gün ve saatleri aynı rutin içinde geçen Paterson adlı bir adamı getiriyor karşımıza film. Her sabah aynı saatte kendiliğinden uyanan ve işinin dışındaki hemen tüm boş zamanını bir defterde tuttuğu şiirleri yazmakla geçiren bir adam bu. Otobüsün içinde mesainin başlamasını beklerken, sabah kahvaltısını yaparken, öğle yemeğinde sandöviçini yerken, evindeki boş saatlerinde vs. defterine hep bir takım şiirler karalıyor Paterson. Otobüs kullanırken yolcuların kulak misafiri olduğu sohbetlerinden de besleniyor hayal gücü ve sanatı, ve cep telefonu ve bilgisayar kullanmayan, tüm şiirlerini başka bir kopyası olmayan defterinde tutan adamın hayatı sinemanın anlattığı önemli ilham verici hikâyelerden biri oluyor hayli alçak gönüllü içeriği ile. İlham verici çünkü o basit hayatı bize hayli çekici kılacak bir biçimde anlatıyor film, kahramanını gerçekten sevmenizi sağlıyor ve seyircisini de kendi sıradan hayatının arkasındaki şiiri görmeye teşvik ediyor.

Şoförümüzün şiirlerleri gerçekte Ron Padgett tarafından yazılmış; adamın karşılaştığı on yaşlarında bir küçük kızın yazdığı şiirin sahibi ise Jarmusch’un kendisi. Hayli modern havalı şiirler bunlar ve günlük hayatın içinden çekilip alınmış sözlerden ve gözlemlerden oluşturulmuşlar çoğunlukla. Örneğin filmde ilk duyduğumuz şiir kahramanımızın evindeki bir kibrit kutusunun çağrışımları ile hatta daha doğrusu doğrudan kibrit kutusunun kendisi için yazılmış. Bu şiirin de kanıtı olduğu gibi, filmin şiirselliği alıştığımız türden bir şiirsellik değil; günlük hayatın içinde “gizli” olan kadar bir şiir var karşımızda. Doğal bir şiir havası var bu “lirik” kelimesi ile de ifade edebileceğimiz filmde. Bu havayı yaratırken kimi tekrarlardan da yararlanıyor Jarmusch. Öğle tatilinde karşısına geçip şiir defterini açtığı ve hikâye boyunca gördüğümüz belki de tek güzel yer olan şelale, küçük kızın yazdığı şiirin adı olarak (“Water Falls”) karşımıza çıktığı gibi adamın karısının evlerinin duvarına astığı küçük şelale resminin de adı (“Water Falls”) oluyor. Birbirleri ile iletişimi olmayan karakterlerin aynı olay için aynı tepkileri vermesini de bu bağlamda görebiliriz. Örneğin kullandığı otobüs bozulduğunda yolculardan yaşlı bir kadın, kahramanımızın her akşam düzenli olarak gidip birasını içtiği barın sahibi ve karısı aynı cümle ile gösteriyorlar tepkilerini: “Otobüs alev topuna dönebilirdi!” Karısının düşünde ikiz çocuk sahibi olduklarını görmesinden sonra adamın karşısına sürekli ikizlerin çıkmasını da aynı kapsamda, “tekrar”ların bir örneği olarak değerlendirmek gerekiyor.

Şiire olduğu kadar Paterson şehrine de adanmış bir film bu. Hikâye boyunca, Paterson ile yolu buluşmuş veya burada doğmuş ve/veya yaşamış ünlülerin isimlerini duyuyoruz sürekli olarak: Boksör Rubin Carter, Paterson için epik bir şiir yazmış olan şair William Carlos Williams (onun kitabı kahramanımızın başucu eserlerinden biri olarak sık sık karşımıza çıkıyor), 1970 yılında Patersonlu Genç Kızlar Kulübü tarafından yaşayan en seksi erkek seçilen müzisyen Iggy Pop (filmde anlatılan bu hikâye gerçekten yaşanmış), komedi ikilisi Abbot&Costello’dan Lou Costello (şehirde bir heykeli de var) ve bir süre Paterson’da yaşamış ve ülkesine dönerek Kral 1. Umberto’yu öldüren İtalyan anarşist Gaetano Bresci gibi isimler şehrin ünlüleri olarak hikâyede yerlerini almışlar.

Kahramanımız filmdeki tek ilginç karakter değil. Adamın siyah ve beyaz renkleri kullanarak perdeden kıyafete halıdan kurabiyeye farklı alanlarda tasarım yapan karısı (İranlı başarılı oyuncu Golshifteh Farahani var bu rolde) senaryoyu çekici kılan unsurlardan bir diğeri. Tüm film süresi boyunca kocasından başka kimse ile temas kurduğuna şahit olmadığımız ve yaptığı kurabiyeleri satmak için dışarı çıktığı bir Pazar günü dışında tüm zamanını evin içinde geçiren bu karakterin nitelikleri ve kocası ile ilişkileri neredeyse gerçek dışı bir görüntüye sahip. Öyle mükemmel bir evlilikleri var ki kadının gerçek olmadığını, belki de sadece şairimizin bir hayali olduğunu düşünebilirsiniz. Belki de öyledir, kim bilir. Karısının denediği yeni turtayı beğenmese de bunu söylemeyen, ona her zaman sevgi ve ilgi ile yaklaşan, kurabiye yaparak para kazanmaktan country şarkıcısı olmaya sürekli farklı hayaller kuran ve sürekli olarak evdeki bir şeyleri yeniden “tasarlayan” kadına gösterdiği hoşgörü ile ideal bir ilişki resmini çiziyor bize Jarmusch. Gerçek ya da hayalî, bu kadın karakterinin şairimizin hayatını zenginleştirdiği kesin.

Filmde küçük mizah anları da yaratmış Jarmusch. Bardaki çift (“Romeo ve Juliet”) örneğin, kendisini terk eden kadına tutku ile bağlı olan adamın ancak dramatik bir şovdan sonra hayatına devam edebilmesi ile zirvesine ulaşan bir keyif katıyor filme. Barmenin bu adama şovunu kastederek “Sen oyuncu olmalısın” dediğinde, adamın “Zaten oyuncuyum” cevabını verdiği ve Paterson’un ilk kez yüzünde geniş bir gülümseme ile göründüğü sahne veya “kendimi öldüreceğim” sahnesi hayli eğlenceli. Kahramanımızın evindeki köpeği de bir “trajedi”ye neden olsa da, hem adamla ilişkisi (özellikle posta kutusunun direği ile yaptıkları) hem de varlığı ile bu mizaha katkıda bulunuyor. Tıpkı bu mizah gibi hikâyeyi zenginleştiren bir başka unsur da müzikler: Carter Logan, Sqürl grubu ve Jarmusch’un kendisinin imzasını taşıyan müzikler küçük bir gizem duygusunu yaratır ve sürekli kılarken hep “sanki bir şeyler olacakmış” havası sağlıyor filme. Bu tekinsiz havayı zaman zaman senaryo da besliyor ve özelikle kahramanı sevmişseniz tanığı olduğunuz “güzelliğin” bozulma ihtimalinden korkmanızı sağlıyor. Evet, bir trajedi geliyor başına ama bu da tıpkı şiirin kendisi gibi hayatın normal bir parçası kadar iz bırakacaktır şairimiz üzerinde.

Filmin atlanmaması gereken iki de zayıf yanı var. İlki iki saat boyunca seyrettiğimiz “olaysızlığın” bir süre sonra hikâyeyi tekrara düşürmeye başlaması ama neyse ki Jarmusch bu problemi büyütmeden filmi bitiriyor ve daha da önemlisi finale doğru hikâyeye katılan Japon şair gibi çekici unsurlarla bu problemin üstesinden geliyor çoğunlukla. İkinci ve asıl problem ise hikâyenin gerçek hayatta Paterson’daki bir belediye şoförünün yaşayamayacağı -başta ekonomik nedenlerle olmak üzere- bir hayatı yaşayan karakter üzerine kurulu olması. Gerçek hayatta eski görkemli günlerinden uzak olan bu şehirde gangster tiplilerin bile dostça sohbet etmesi ve karakterlerin duygusal problemlerinden başka bir sıkıntıları olmaması filmi tüm gerçek görünümüne rağmen zedeliyor bir parça.

Bu zarif, gerçekçi ve lirik, sanat filmi sadece Paterson’u değil, küçük kızdan Japon adama ve bir çamaşırhanede yazmakta olduğu bir şarkının sözlerini toparlamaya çalışan rapçiye kadar başka şairleri de getiriyor önümüze ve günlük hayatın içindeki şiiri ve daha genel olarak sanatı hatırlatıyor. Bardaki kahramanlığı övüldüğünde, o kısacık andaki performansının çarpıcılığını tüm filme yayan Adam Driver’ın takdiri hak ettiği bu filmi görmekte ciddi yarar var!

The Limits of Control – Jim Jarmusch (2009)

“Hissiz nehirlere inerken, kayıkçılar kılavuzum değildi artık”

Gizemli ve kuryelik yapar gibi görünen bir adamın garip hikâyesi.

Jim Jarmusch’dan farklı okumalara açık ve “altında ne var” yaklaşımı kullanılmazsa sadece üslupçu ve gizemli olarak nitelendirilebilecek bir film. Oysa filmin adı, finaldeki suikast sahnesinin başta diyalogları olmak üzere tümü ve kapanış jeneriğindeki son cümle beklenenin aksine bu farklı okumayı hayli teşvik eden ve bu okumanın peşine düşenlere oldukça yardımcı olacak unsurlar barındırıyor.

Hayli zengin bir kadroyu barındıran bir film bu. Küçük rollerde karşımıza Tilda Swinton, John Hurt, Gael García Bernal, Hiam Abbass ve Bill Murray isimler geliyor film boyunca ama filmin asıl yıldızı elbette hemen her karede görünen Isaach De Bankolé. Sessiz, soğuk, titiz ve evet gizemli kahramanı çok az yüz ifadesi kullanarak tam da rolün hak ettiği bir şekilde canlandırıyor.

Madrid, Sevilla ve Almería’da geçen film görüntü yönetmenliğini üstlenen ve konusunun uzman ve entelektüel ismi Christopher Boyle’un imzasını taşıyan kamera çalışması ile benzersiz görüntülere de sahip. Özellikle Madrid’deki ilginç mimarili mekânlarının üzerinde duran ve zaman zaman kamera hareketleri ile elde edilen ilginç görüntüleri aktaran film pek çok referans ile de dolu; sinemadan şiire ve mimariye, müzikten resime ve bilime pek çok konu üzerinde gezinen diyalogları ile bu tür referanslardan hoşlananlara epey keyif verecek anlara sahip. “Suspicion” filminden “La Vie de Bohème” filmine sinema ve Madrid Ulusal Müzesi’ndeki tablolar ve bu tabloların gerçek hayattaki karşılıkları ile resim bu referansların ağırlıkta olduğu sanat dalları.

Filmin adı “ego” olabilirmiş diye düşünüyor insan filmi seyrederken. Ego ve başta bilincimiz ile ilgili olanlar olmak üzere kendimize koyduğumuz sınırlar üzerine bir entelektül deneme olarak görülebilecek film tam bir görev adamı şeklinde hareket eden kahramanının bu kontrollü hayatını konu ediniyor temel olarak. Sanatçı bohemliğinin bu kavramın içi boşaltılmış karşılıklarını da karşımıza getirerek bu yeni “denetlenebilir ve kontrollü” kopyalarını da eleştiri konusu yapıyor. Film boyunca sık sık karşımıza gelen helikopterin finaldeki varlığı gizemli adamın yaptığı tüm yolculuğun aslında kendi bilincine doğru yaptığı bir seyahat olduğunu ve finalde ortadan kaldırılanın da bilinci üzerindeki kontroller olduğunu söylüyor sanki. Net ifadeler ile sınırsızlığı ve daha geniş anlamda özgürlüğü kısıtlayan ve bohemliği küçümseyen tüm kontrollere bir karşı duruşu da işaret ediyor filmimiz. Bireyin abartılı bireyselliğini, kendini önemli görmesini ve hayatın anlamsızlığı karşısında bunun saçmalığını hem karakterlerinin diyalogları aracılığı ile hem de kimi görüntüleri ile sık sık ve açık bir şekilde ifade eden film kahramanına duygularını gösterme fırsatını tek bir sahnede veriyor; kısa bir flamenko dansını yüzündeki belirgin bir takdir duygusu ile alkışlıyor kahramanımız ve film boyunca herhangi bir duyguyu yansıtmaktan uzak duran adamın bu hali ile de çarpıcı bir zıtlık yaratıyor. Sanata övgü olarak adlandırabileceğimiz bu sahne önemli bir tema olarak gerçek hayatın anlamsızlığının ve sınırlayıcı yapısının karşısına sanatın özgürleştiriciliğini koyuyor sanki.

Hitchcock’tan Orson Welles’e, Kaurismaki (Aki)’den Nicholas Ray’e has sinemaseverlerin takdir ettiği isimlerin referans olduğu bir film elbette cazip bir filmdir sonuç olarak. Bu eser de hem bu referansları ile hem de metaforları ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Amerika’ya da epey bir dokundurduğunu söylemekte yarar var. Amerikalı gansgter konuşmalarından, Matriks filmindeki Ajan Smith karakteri gibi giyinmiş kötü adamlarına ve bu kötülerin başını ortadan kaldıran kahramanımızın finalde giydiği kıyafeti ile de vurgulanan Afrikalı kişiliğine dikkat etmeli.

Finalde kötü adamın kendisini dışarıya karşı korumak için aldığı tedbirlerin boşunalığı ve hatta bu tedbirlerin onun sonunu kolaylaştırmış olması ile tüm kendimize koyduğumuz sınırlara, kontrollü hayatlarımıza sert bir direniş var bu filmde. Tüm bu bahsettiğim okumaları bir kenara koyarsanız sessizliği ve anlatır gibi görünüp anlatmadıkları ile yine de çekici olabilecek bir film. Evet, “güzel filmler rüya gibidir; görüp görmediğimize emin olmadığımız rüyalar.”

(“Kontrol Limitleri”)