Handsome Devil – John Butler (2016)

“Hepimizin utandığı bir şey vardır, hiçbir zaman etkisinden kurtulamayacağımızı düşündüğümüz o utanç verici ânın, hâlâ sabahın dördünde bizi ter içinde uyandıran ânın anısı. Benim o korkunç ânım korktuğum için başıma geldi. Korkmuştum çünkü o güne kadar sahip olduğum tek gerçek arkadaşı kaybetmiştim. İnsanlar korktuklarında kötü şeyler yapıyorlar”

“Farklı” olması nedeni ile yalnız kalan bir öğrenci ve onunla aynı odayı paylaşan ve bir rugby yıldızı olan yatılı okul arkadaşının dostluğunun hikâyesi.

John Butler’ın yazdığı ve yönettiği bir İrlanda yapımı. Cinsel kimlik, etrafındakilerden farklı olmak ve büyümek üzerine bir hikâyesi olan film dram ile komediyi bir arada bulunduran, konusuna yumuşak bir yaklaşımı olan ve LGBTI bireylerin karşı karşıya kaldıkları ile ilgili sosyal bir mesaj verme gayretinde olan bir çalışma ve oyuncularının sıcak performansları ve duyarlı tavrı ile ilgiyi hak ediyor. Buna karşılık bir mesaj verme kaygısının fazlası ile dikkat çekmesi ve gereğinden fazla olumlu görünen havası nedeni ile yeterince güçlü bir çalışma da değil bu. Yine de çoğunlukla dram ve trajedi türü içinde ele alınan bir konuyu umudu koruyarak ve mizah katarak anlatması ve dostluğun değerini bir kez daha hatırlatması ile ilgi çekebilir.

Hikâye iki genç öğrenciyi ve aralarındaki dostluğu anlatıyor bize. Ned (Fionn O’Shea) 16 yaşında bir genç. Annesi ölünce babası bir başkası ile evlenip Dubai’ye yerleşmiş ve onun için de yatılı okul dışında bir seçenek kalmamıştır. Gitmekten nefret ettiği okulda rugby sporu neredeyse bir din olarak görülmekte ve Ned diğer öğrencilerden farklılığı nedeni ile sık sık zorbalık ve tacizle karşı karşıya kalmaktadır. O yıl okula gelen Conor (Nicholas Galitzine) ise daha önceki okulundan sık sık kavgalara karışması nedeni ile uzaklaştırılmış bir rugby yıldızı. Hayat ilki için zor, ikincisi içinse kolay görünmektedir bu okulda; çünkü kendisini okulda bir cezaevindeymiş gibi hisseden ve “…ve tıpkı hapiste olduğu gibi kimse kişiliğinizden hoşlanmıyorsa, kendinizi saklasanız iyi olur” cümlesini kendisine düstur edinen Ned için farklılığı bir sorundur. Connor ise yıllardır rugbyde bir şampiyonluğu olmayan okul için bu spordaki yeteneği ile müthiş bir fırsat olması nedeni ile el üstünde tutulur. Film bu uyumsuz ikilinin kötü başlayan ama zamanla derinleşen dostluğunu anlatırken bize, mesajlarını vermeyi ihmal etmeyen ve sakin dili ve mizahı ile dikkat çeken bir çalışma olmayı hedeflemiş ve bunu da başarmış görünüyor.

Ned karakterinin zaman zaman bir anlatıcı gibi ve esprili bir dille hikâyeyi zenginleştirdiği filmde bu iki genç dışında iki ana karakter daha var: İngilizce öğretmeni ve rugby koçu. Birbirlerine taban tabana zıt kişilikleri olan bu iki karakterin hikâyedeki temel varlık nedenleri sanki daha çok filmin mesajını verme araçları olmak gibi görünüyor. Koçun maço ve muhafazakâr yaklaşımının tam tersi bir noktada duruyor İngilizce öğretmeni ve bu iki karakterin varlığı ve kullanım şekli bir parça -klişe demesek de- fazlası ile alışılmış duruyor. Hikâyenin gelişimi ve finali de John Butler’ın amaçladığı gibi filmi “kendini iyi hisset” türüne yerleştiriyor. Başlarda İngilizce öğretmeninin “Asla ama asla başkasının sesini kullanmayın. Hepiniz birer bireysiniz… Tüm hayatınızı başkası olarak yaşarsanız, sizin asıl hayatınızı kim yaşayacak?” sözleri ile Ned’in finalde dile getirdiği “O yıl okuldaki herkes aynı dersi öğrendi: Başkasının sesini kullanmamayı” sözlerinin işaret ettiği bir akışı var hikâyenin özet olarak. Etkileyici bir sahnede İngilizce öğretmeninin Ned’e “başkasının sesini (sözlerini) kullanmama” dersini vermesi gibi mesajlarını kabalıkla değil incelikle veriyor film neyse ki ve sosyal mesajlı bir televizyon filmi olmanın ötesine geçebiliyor.

John Butler zaman zaman bölünmüş görüntü (split screen) tekniğine başvurduğu filmde hikâyenin yalın olmasını sağlayarak ve belli bir tempoyu hiç düşürmeyerek kolay ve rahat izlenen bir sonuç çıkarıyor ortaya ve kimi etkileyici sahneler ile de duygusal bir noktayı eğreti olmayan bir düzeyde yakalamayı başarıyor. Örneğin Ned ve Connor’ın birlikte söyleyecekleri şarkının provasını yaptıkları sahne dile getirilemeyenlerin elle tutulur hale getirilebildiği etkileyici bir bölüm. İngilizce öğretmeninin “Bir şeyi kendine saklamak ille de yalan söylemek anlamına gelmiyor” nasihatini verdiği ve kendi korkularını ve kabullenmelerini “Zamanla geçiyor” cümlesi ile açıkladığı sahne de benzer şekilde önemli bir ânı filmin. Buna karşılık finalde soyunma odasında sporcuların seçimi tam da bekleneni vermesi ile hayli klişe görünüyor ve filmin (ya da benzer havalı, “farklı” bireyleri anlatan tüm filmlerin) ortak bir kusurunu ortaya koyuyor: Ya Connor çok iyi bir rugby oyuncusu, bir yıldız olmasaydı? Ya “sıradan” bir öğrenci olsaydı? Ne olacaktı o zaman? Farklılıklarımızı “normal” insanların bizi kabullenmesini sağlayacak üstün yeteneklerimiz ile mi normal ya da kabul edilebilir kılabiliriz ancak? Bu sorunun bağlamında bakınca, bu film kolay olan tarafta duruyor ve örneğin Ang Lee’nin eşcinsel karakterleri sıradan bireyler olarak gösteren “Brokeback Mountain – Brokeback Dağı” filminin güçlü sahiciliğine ulaşamıyor.

Ned rolündeki Fionn O’Shea ve İngilizce öğretmenini oynayan Andrew Scott’ın güçlü ve sade performansları ile öne çıktığı filmde, bu oyuncuların ilki karakterinin mizahını, ikincisi ise korunaklı yaşamının yoruculuğunu başarı ile canlandırıyorlar. Diğer tüm oyuncuların da filmin genel sıcak havasına iyi bir uyum sağladığı filme Juhn Butler’ın şarkı seçimleri de önemli bir çekicilik kazandırmış. The Undertones’dan Prefab Sprout’a Trashcan Sinatras’dan Rufus Wainwright’a önemli isimlerin şarkıları melodileri ile hikâyeye önemli bir katkı sağlarken filmin yumuşak havasını da destekliyorlar. İyi yazılmış diyalogları ile de dikkat çeken film, anlattığı büyüme hikâyesini biraz fazla sevimli kılsa da keyifle izlenebilecek -belki çok da bir iz bırakmayacak- bir çalışma özet olarak.

(“Şeytan Tüyü”)