The Thing – John Carpenter (1982)

“Karşımızda başka yaşam formlarını taklit eden bir organizma var, hem de mükemmel bir şekilde. Bu şey köpeklere saldırdığında onları sindirmeye ve soğurmaya çalışmış ama aynı zamanda onları taklit ederek kendi hücrelerini şekillendirmiş. Meselâ şu: Bu bir köpek değil, bir taklit”

Antarktika’da görev yapan bir araştırma ekibi ve uzaydan gelen, kurbanlarının bedenine bürünebilen bir yaratığın hikâyesi.

John W. Campbell Jr.’ın 1938 tarihli “Who Goes There?” adlı kısa romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Bil Lancaster’ın yazdığı filmin yönetmen koltuğunda oturan isim ise John Carpenter olmuş. Carpenter’ın en sevdiği filmlerinden biri olduğunu belirttiği çalışma zamanında seyirci ve eleştirmenler tarafından pek beğenilmemiş ama sonradan bilim kurgu sevenlerin favorilerinden biri olmayı başarmış. 1980’li yılların teknolojisi düşünüldüğünde hayli başarılı olan görsel efektleri (özellikle filmin en kritik ve sert anlarında karşımıza gelen, kurbanına dönüşme ve kurbanının bedeninden çıkma bölümleri hayli başarılı) ve gerilimi ile dikkat çeken filmin karakterlerin oldukça yüzeysel çizilmesi ve senaryonun olan biteni seyirciye gerçekçi ve doğal bir akışla anlatamaması gibi problemleri de var.

John W. Campbell Jr.’ın hikâyesi 1951 yılında da uyarlanmış sinemaya; Christian Nyby ve Howard Hawks’ın yönettiği ve “The Thing from Another World” adını taşıyan bu uyarlama romana daha az sadık kalan ve tamamen erkekler arasında geçen hikâyeye romantizm adına bir kadın karakter de katan bir uyarlama olurken, Carpenter’ın filmi kaynağına daha fazla sadık kalması ile biliniyor. 2011 yılında ise Carpenter’ın anlattığı hikâyenin öncesini konu edinen ve yine “The Thing” adını taşıyan bir film daha çekilmiş. Matthijs van Heijningen Jr.’ın yönettiği film pek beğenilmezken, gişede elde ettiği sonuç Carpenter’ın filmininkinden de kötü olmuş. Carpenter filmlerinin müziklerini genellikle kendisinin hazırlaması ile bilinir ama burada ünlü müzisyen Ennio Morricone üstlenmiş bu işi. Ortaya çıkan çalışma ise Morricone’den çok, Carpenter havasını taşıyor ilginç bir şekilde. “En kötü”lere verilen ve Oscar’ın karşıtı konumundaki Razzie ödülüne de aday gösterilen bu müzik çalışması da başlarda pek beğenilmese de sonradan bir klasik olmuş ama açıkçası hikâyenin atmosferine diğer Morricone eserleri kadar sağlam bir destek veremiyor.

Film dünyaya doğru ilerleyen bir uzay gemisinin hızla geçtiği yıldızlı bir uzay görüntüsü ile başlıyor ve bu geminin dünyada bir yere düşmesinden kaynaklanan bir patlama ile sona eriyor bu açılış. Patlamadan çıkan alevler filmin adına dönüşüyor ve 1982 kışında Antarktika’da olduğumuzu belirten yazı ile hikâyemiz başlıyor. Norveçlilere ait bir helikopterin neden karda koşmakta olan bir köpeği takip etmekte olduğunu ve helikopter içindeki bir adamın neden köpeği öldürmek için ateş edip durduğunu anlamıyoruz ama çok kısa bir süre sonra keşfedeceğiz ki gördüğümüz canlılar gerçek değil, bir taklit olabilirler aslında. Köpekle birlikte Amerikalıların araştırma istasyonuna gelen şey sadece oradakiler için değil, tüm dünya için büyük bir tehlike arz etmektedir; hatta istasyondaki bir bilim adamının bilgisayarına yaptırdığı hesaplamaya göre Antarktika’nın izole edilmiş bölgesinden dışarı çıkıp uygarlık ile ilk temasından sonra yaklaşık 27 bin saat içinde tüm dünya “enfekte” olacaktır.

Tümü erkek olan karakterlerle anlatılıyor hikâye ve sadece tek bir sahnede bilgisayarın bir kadın sesi ile konuştuğunu duyuyoruz. İstasyon içinde ve etrafında geçen hikâye onca karakteri ve onları dehşete düşüren uzaylı yaratığı ile çok yüksek bir gerilim ve korku potansiyeli taşıyor; bu potansiyelin ne ölçüde iyi değerlendirilebildiği ise bir tartışma konusu. Temel bir sıkıntısı var filmin bu konuda: Karakterlerin ve aralarındaki ilişkilerin ilginç ve sonradan doğan gerilimi daha da güçlü kılacak kadar derin işlenmemiş olması senaryo tarafından. Kurt Russell’ın canlandırdığı ve hikâyenin baş karakteri olan pilot da benzer aksiyon filmlerinde sıkça gördüklerimizden farklı kılınamamış; hatta fazlası ile klişe bir Amerikalı aksiyon kahramanı olarak çıkarılmış seyircinin karşısına. Başındaki kovboy şapkası, Norveçlilere sürekli olarak İsveçli diyerek Amerikalıların kendilerinden başkalarını pek umursamamasının sembolü olması ve satrançta kendisini yenen bilgisayara sinirlenip disk bölümüne viski boşaltması gibi öğelerle tipik aksiyon karakterlerinden birini yaratmış film. Karakterlerin birbirlerinden şüphe ettiği ve kimin gerçek kimin taklit olduğunu bilmedikleri bir hikâyede bu temanın yarattığı gerilim, eğer karakterleri daha iyi tanıyabilsek ve şüphenin oluşumu ve büyümesi daha doğal işlenebilmiş olsa çok daha etkileyici olurdu kuşkusuz.

Zamanında bir parça eleştirilmiş olan ve hatta gişe gelirinin düşüklüğünün nedenlerinden biri olarak gösterilmiş olan sert sahneleri hayli etkileyici filmin. Yaratığın her iki yöndeki (kurbanına veya kurbanından kendisine) dönüşümleri etkileyici, sert ve hatta zaman zaman mide bulandırıcı görüntülerle gösteriliyor ki kayıtsız kalmak çok zor tanık olduklarımıza. Günümüz CGI teknolojisinin henüz ortalıkta olmadığı bir zamanda elde edilen bu görsel efektler ve makyaj çalışması kesinlikle etkileyici bir düzeyde kullanılıyor ve Carpenter tarafından zaman zaman hayli doğrudan ve hatta kaba bir şekilde kullanılmalarına karşın filme ciddi bir katkı sağlıyorlar. Bir sahnede tanık olduğumuz bilgisayar animasyonu (yaratığın hücrelerinin bir köpeğin hücrelerine dönüşmesi) ise o kadar basit ki güldürebilir bugünün seyircisini.

Kimsenin bir diğerine güven(e)mediği hikâyede seyirci olarak bizim de kimin gerçek kimin taklit olduğu bilgisine sahip olmamamız karakterlerin “Peki, ya yanılıyorsak?” ikileminizi bizim de hissetmemizi sağlıyor ve hikâyeye ilgiyi ayakta tutuyor. Kalp krizi geçiren birine müdahale edenin başına gelenler veya “kan testi” ve sonrasında yaşananlar gibi bazı sahneleri hayli sert olan bir film çekmiş Carpenter ve daha güçlü olabilme fırsatını kaçırmış olsa da ilgiyi hak eden bir sonuç koymuş ortaya. Karakterlerin -başlarına ne geleceğini bizim bile tahmin etmemize rağmen- tek başlarına etrafta dolanıp kurban olmaları gibi inandırıcılık problemleri olsa da, sonunu bir şekilde açık bırakarak cesur bir tercihte bulunan bu Carpenter filmini görmekte yarar var.

(“Şey”)

Christine – John Carpenter (1983)

“Bunun gibi arabası olan birini tanıyordum; kendini arabasının içinde öldürmüştü”

Arkadaşları tarafından ezilen ve özgüveni olmayan genç bir adamın ilk görüşte tutulduğu ve kötü bir ruhu olan araba ile birlikte değişen hayatının hikâyesi.

Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan bu ABD yapımı filmin senaryosunu Bill Phillips yazarken yönetmenliğini John Carpenter üstlenmiş. King’in eserlerinin hayli popüler olduğu bir döneme ait olan filmin çekimleri romanın ilk kez yayımlanmasından da önce başlamış. Arabanın kötücül ve saplantılı ruhunun kaynağı gibi temel bir konuda romandan farklılaşan film korku ve gerilim türlerinden hoşlananların zevk alacağı; hikâyenin ana kötü karakterinin bir araba olmasından çok, diğer karakterlerin resmedilme şeklinden kaynaklanan bir gerçekçilik problemi olan ve bu nedenle zaman zaman saçma da görünen ama eğlendirmeyi de kesinlikle başaran bir çalışma.

Film 1957 yılında bir otomotiv fabrikasının üretim hattından görüntülerle başlıyor. Hattaki diğer tüm arabaların aynı olan renginden farklı bir renk taşıyan kırmızı arabayı ilk kez orada görüyoruz. Araba ilk cinayet teşebbüsünü gerçekleştiriyor ve ilk cinayetini de bu açılış sahnesinde işliyor. Romanda arabanın kötü ruhunu şeytan ruhlu bir sahibinden aldığını söylenirken, film bu konuda ayrışıyor romandan ve arabanın kötü ruhu ile birlikte doğduğunu öne sürüyor. Bu değişiklik açıkçası pek de doğru olmamış gibi görünüyor ve romandaki “mantıklı” açıklama burada yerini gerçekçilik sıkıntısı olan bir izaha bırakıyor. ABD’de 1982 ile 1986 arasında yayımlanan “Knight Rider” (bizde gösterildiği adıyla “Kara Şimşek”) dizisindeki araç, sürücüsünün (ve sahibinin) dostu olurken; burada Christine adındaki araba, sürücüsünün aşığı, hem de epey tutkulu ve sahiplenici bir aşığı oluyor. Çift taraflı bu aşk genç adama özgüven kazandırırken, onu bir yandan da kibirli ve öfkeli birisine dönüştürüyor. Bu hikâye elbette gerçekçilik açısından bir iddia taşımıyor ama sonuç bu alandaki asgarî beklentiyi de karşılayamıyor.

1978’de geçen hikâyede, aracın sahibi olan Arnie (Keith Gordon) ile en yakın arkadaşı ve onu geçmişte hep korumuş olan Dennis (John Stockwell) arasındaki ilişkinin, araç ilkinin hayatına girdikten sonra anlamını ve gerekçesini ytirmesine ve bu ilişkiyi besleyecek hiçbir kaynak kalmamasına rağmen sürmesini anlamak pek mümkün değil açıkçası. Arnie’nin -izah edilemez bir şekilde birdenbire hayatına giren- kız arkadaşı Leigh (Alexandra Paul) ile olan ilişkisi de benzer şekilde pek inandırıcı değil. Hikâye boyunca bu karakterlerin gerek kendisi gerekse davranış ve düşünce biçimleri açıklama gerektirecek tutarsızlıkta. Senaryodan kaynaklanan tüm bu problemler, “kötü ruhlu araba” gibi cüretkâr bir tercihi olan hikâyede bu tercihin dengelenmesi gerekirken, tam aksi yönde ilerlenmesinin sonucu ve filme önemli ölçüde zarar veriyor.

Stephen King’in romanı Amerikan toplumundaki mülkiyetçi yaklaşımı ve genel olarak da tüketim toplumunu eleştiren bir eser. Arabanın kutsal bir değere sahip olduğu bu toplumun bireylerinin eleştirisi olan romanda arabanın bir kadın adı taşıması da, reklâm sektörünün satış ve pazarlamada cinselliğe sık sık başvurmasının (ürüne sahip olmak ile kadına sahip olmayı özdeşleştirmesinin örneğin) ve erkeklere arabaları pazarlarken kadın cinselliğini kullanmasının (otomotiv fuarlarında araçların üzerinde şuh bir şekilde poz veren kadın mankenleri düşünün) bir sembolü oarak değerlendirilebilir. Filmde Arnie’nin düşmanlarının ona güç ve özgüven kaynağı olan arabaya saldırmalarını da bu kapsamda bir tecavüz sahnesi olarak görmek mümkün; adamların aldıkları zevki yüzlerinde rahatça görebileceğimiz bu sahne nerede ise bir karı-koca ilişkisinin taraflarından birine (otomobile, ailenin taraflarından biri olan kadına, bir başka ifade ile söylersek) saldırı olarak yerleştirilmiş hikâyeye.

Öldürülemeyen, yok edilemeyen bir araba ve ona sahip olarak kibirli bir güce ulaşan bir karakter var karşımızda. Film, yukarıda belirtilen önemli problemlere sahip olsa da bu iki karakterin yaşadıklarını ve yaşattıklarını eğlenceli bir biçimde anlatmayı başarıyor. Bu eğlence zaman zaman istemeden bir komik havaya da bürünüyor olsa da, kendisini seyrettirmeyi başarıyor film. Elbette Steven Spielberg’in 1971 tarihlli TV filmi “Duel”deki kamyon kadar sağlam bir karakter değil Christine ve Carpenter’ın buradaki yönetmenliği Spielberg’in ustalığının epey gerisinde. Yine de ilginç hikâyesi, Christine’in kendi kendini onarması ve adeta yeniden yaratması başta olmak üzere etkileyici ve başarılı sahneleri, heyecan ve gerilimini tamamen efektlere dayandırmayan doğallığı, “1957 doğumlu” Christine’in favorisi rock’n roll şarkıları ve belki de en önemli unsur olarak hikâyenin satın aldığımız/tükettiğimiz metaların tutsağı olduğumuzu hatırlatması ile ilgiyi hak ediyor bu film.

(“Katil Otomobil”)

They Live – John Carpenter (1988)

“Seni aldatmak için dillerini kullanıyorlar. Zehir dudaklarının üzerinde. Ağızları acı ve lanetlerle dolu. Bu değişimde sefalet ve harap olmaktan başka bir şey yok. Onların gözlerinde Tanrı korkusundan eser yok. Liderlerimizin kalplerini ve beyinlerini kazandılar. Zengini ve güçlüyü yanlarına aldılar. Gerçeği görmememiz için bizi kör ettiler. İnsan ruhu baştan çıkarıldı. Neden açgözlülüğe tapınıyoruz? Çünkü görüş sınırlarımızın dışında bizi onlar besliyor. En yüksektekilere kadar, doğumdan ölüme kadar onlar bizim sahibimiz. Sahibimiz! Bize sahipler. Bizi kontrol ediyorlar. Onlar bizim efendilerimiz. Uyanın, onları hepsi yanınızda, etrafınızda!”

İnsan görünümüne bürünerek dünyayı kolonileştirmeye soyunan uzaylılarla savaşan bir adamın hikâyesi.

Ray Nelson’ın 1963 tarihli “Eight O’Clock in the Morning” adlı kısa hikâyesinden uyarlanan bir ABD yapımı. John Carpenter’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği çalışma zamanında belirli bir ilgi görse de, kült statüsüne sonradan ulaşan bir bilim kurgu ve korku filmi. Uzaylıların etkileyici tasarımları dışında pek efekt kullanmayan film türünün düzeyli örneklerinden biri ama gereksiz uzatılmış bir kavga sahnesi ve yine hiç gerekmediği halde sık sık bir aksiyon filmi olmaya soyunması ile bir klasik olacak noktaya da erişemiyor. Başroldeki Roddy Piper’ın (bizde “Amerikan Güreşi” adı ile bilinen tuhaf “spor”un önemli isimlerinden biri kendisi) filmin havasına uygun olsa da donuk bir performans sergilediği film hikâyesi ile Ronald Reagan dönemini ve kapitalizmi eleştirmesi ile dikkat çeken ve kusurlarına rağmen bir derdi olması ve bunu geniş kitlelere aktarabilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Etrafında olan biten tuhaf olaylardan işkillenen bir adam araştırmaları sırasında bulduğu bir güneş gözlüğünü taktığında korkunç bir gerçeği keşfeder: Uzaylılar aramızda yaşamaktadır ve özellikle reklamlar üzerinden verdikleri bilinçaltı (subliminal) mesajlar aracılığı ile dünyamızı sömürgelerine dönüştürmüşlerdir. Ray Nelson’ın daha sonra Bill Wray ile birlikte bir çizgi romana da dönüştürdüğü hikâyesinin ana teması John G. Ballard’ın 1961 tarihli “The Subliminal Man” adlı kısa hikâyesi ile yakın benzerlikler taşıyor, insanların daha fazla tüketmesi, bir başka ifade ile söylersek sadece tüketici olarak konumlandırılmaları üzerinden. “İtaat et”, “Evlen ve çoğal”, “Tüket”, “Satın al”, “TV izle”, “Bağımsız düşünce yok”, “Boyun eğ” ve bir dolar banknotunun üzerinde yazan “Bu senin tanrın” gibi ifadeler veya trafik ışıklarından duyulan “Uyu, uyu, uyu” sesleri insanların bilinçaltına sızmakta ve onları sadece tüketen ve hiç düşünmeyen insanlara dönüştürmektedir. Kahramanımız dünyamızı bu şekilde ele geçiren ve kendi kolonileri olarak kullanan uzaylılara karşı savaşan bir grupla karşılaşır tesadüfen ve sonra da yanına aldığı bir başka adam ile birlikte onlara karşı savaşa girişir dünyayı kurtarmak için.

ABD’deki cumhuriyetçiler sonraları filmdeki uzaylıların dünya sermayesini eline geçirmiş olan yahudilerin sembolü olduğunu söylese de John Carpenter bunu şiddetle ret ediyor ve dünyayı bir koloniye çeviren uzaylılar üzerinden kapitalizm eleştirisi yaptığını söylüyor filminin. Sırtındaki uyku tulumu ve sırt çantası ile iş arayan ve iş bulma kurumunda -daha önce de aldığını anladığımız- “Sana göre iş yok şu anda” cevabı ile karşılaşan adamın durumu veya onun bir inşaat işçisi ile sohbetleri de Carpenter’ın söylemini destekliyor. Fabrikaların kapandığı, insanların işsiz olduğu bir dönemdeyiz ve insanların bir birey olarak değeri ve önemi ne kadar tüketebildiği ile ölçülüyor. Kahramanımız sıradan bir Amerikan vatandaşı, kendi işsizliğine karşın, “Amerika’ya inanıyorum. Kurallara uyuyorum” düşüncesine sahip ve bu iyimserliği ile ülkesi ve sistemi ile ilgili bir şikâyeti de bulunmuyor. Tanıştığı bir inşaat işçisinin düzenle ilgili şikâyetlerini ve “Altın kural: Altını olan kuralı koyar” sözlerini de gülümseme ile geçiştiriyor. Filmin bu sıradan vatansever Amerikalıyı hikâyenin kahramanı yapması doğru bir tercih çünkü bu tercih bir bakıma sıradan insanların gözünün açılmasının sembolü ve bir umudun da işareti oluyor. Uzaylıların dünyayı “kendi üçüncü dünyaları” olarak görmelerini de emperyalizme gönderme yapılan bir sistem eleştirisi olarak değerlendirmeliyiz kuşkusuz.

Çalışmalarının çoğunda olduğu gibi Carpenter’ın burada da müziklerine -Alan Howarth ile birlikte- imza attığı film güçlü, cesur ve esprili bir kahraman getiriyor karşımıza ama adamın bu aksiyon kahramanlığının kökeni ile ilgili bir bilgi vermiyor film. Sıradan bir adam dünyayı kurtarırken mi bu savaşın cesur bir kahramanına dönüşüyor yoksa geçmişinde bu cesaretini destekleyecek bir unsur var mıydı? Öylesine değinilen “geçmişteki baba travması” ise durumu karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Film kahramanımızın parmağındaki evlilik yüzüğünü de açıklamıyor çünkü ortada bu yüzüğü destekleyecek bir gerekçe de yok (o sıralarda evli olan oyuncu Roddy Piper’ın çekimler sırasında yüzüğünü çıkarmayı ret etmesi neden olmuş bu duruma ama bu, filmin bir açıklama bulmayı hiç dert etmemesini izah edemiyor elbette).

Fimin bugün -nedense- bir kült olan dövüş sahnesi en dikkat çeken anlarından biri ama beş dakikayı aşan bu sahnenin sinema veya an azından hikâye açısından bir değeri olduğunu söylemek pek olası değil. Roddy Piper ve uzaylılara karşı savaşında partneri olan Keith David’in bayağı ciddi ciddi dövüştükleri bu sahne başta çok kısa düşünülmüş olsa da Piper’ın ısrarı ve Carpenter’ın da sonucu çok beğenmesi üzerine bu denli uzun tutulmuş ve bugün kimileri için epery eğlenceli olmuş. Kavganın bu kadar uzun sürmesinin nedeni olarak gösterilen, kahramanımızın arkadaşına “gözlüğü bir kez olsun takması ve gerçeği görmesi” çağrısının neden karşılık bulmadığını ise hiç de ikna edici bir biçimde yanıtlamıyor senaryo. Dünyayı kolonileştiren uzaylılar ve onlara para ve güç uğruna katılan gönüllü dünyalıları anlatarak “emperyalistlere ve onların gönüllü hüzmetkârları”na göndermede bulunan filmin gerçekçiliği göz ardı ettiği bir diğer sahne ise sonlara doğru karşımıza çıkan “yer altındaki tur” sahnesi. Hayli zorlama görünen bu “açıklama” sahnesinin yerine sinema havasını taşıyan bir başka çözüm bulmalıymış John Carpenter.

Filmin özellikle ikinci yarısında 1980’lerin tipik aksiyon filmlerini hatırlatan bir havaya bürünmesi doğru bir seçim olmamış ve hikâyenin içeriğine de zarar vermiş açıkçası. Oyunculukların vasat bir düzeyde kalması filmin dikkat çeken bir diğer problemi. O ünlü beş dakikalık kavga sahnesi için belki iki baş oyuncu (Piper ve Ketih) doğru seçim olmuşlar ama aksiyon sahneleri dışında pek de başarılı değiller ne yazık ki. Göndermeleri ile televizyonun uyuşturucu ve reklâmcılığın manipülatif doğasını gündemine alan bu film kusurlarına rağmen ve bugün bir kült olmasından bağımsız olarak, görülmesi gerekli ilginç bir çalışma yine de.

(“Yaşıyorlar”)

The Ward – John Carpenter (2010)

“Burada bir şey vardı! Normal olmayan bir şey, insan olmayan bir şey”

Psikiyatri kliniğine kapatılan bir genç kızın oradan kaçma çabalarının hikâyesi.

Aralarında Stephen King uyarlamalarının da olduğu ve kimileri kült özelliği kazanmış korku ve bilim kurgu filmleri ile tanınan John Carpenter’dan vasat bir korku filmi. Hastane ve özellikle psikiyatri hastaneleri gibi korku filmlerine sık sık ev sahipliği yapmış bir ortamda geçen film ne karakterleri ne de hikâyesi ile seyirciyi yeterince kendine çekebildiği için yaratmaya çalıştığı korku atmosferi de sık sık aksıyor ama başka filmlerde de kullanılmış olsa da sürprizli finali ile birden bire ortaya çıkıp korkutan görüntülerden hoşlananların (daha doğrusu korkanların) ilgisini çekecektir yine de.

Michael ve Shawn Rasmussen’in birlikte yazdıkları senaryo korku türüne herhangi bir yenilik getirmeyen ve daha çok bu türün kimi standartlarını kolaj halinde bir araya getiren bir çalışma olarak görünüyor; gizemli bir hayaletin ortalıkta dolaştığı bir hastane ortamı, iradesi dışında muamelelere maruz kalan bir karakter, tek tek yok edilen genç kızlar ve sürpriz bir final gibi klişeler eğer bir yenilik içermiyorlarsa veya en azından bunların birliktelikleri yeni bir soluk taşımıyorsa karşımıza çıkan da bu örnekte olduğu gibi daha önce görmüşlük hissi yaratan bir filmden öteye geçemiyor. Oysa film hayli şık ve gerçekten sıkı bir korku atmosferi vaat eden bir açılış jeneriği ile başlıyor ve alıştığımızın aksine bu kez Carpenter’ın kendisine ait olmayan ve Mark Kilian imzalı müziği ile desteklenen bu açılış epey heves uyandırıyor ama gerisi gelmiyor maalesef. Carpenter’ın kimi ince dokunuşları ve genç kızların 60’lardan The New Beats grubunun “Run, Baby, Run” şarkısı eşliğinde dans ettiği sahnede olduğu gibi başarılı mizansenleri de var ama senaryonun bir farklılık içermemesinin yanısıra baş karakterin yeterince ilginç çizilememiş olması da filme ısınmayı zorlaştırıyor. Evet, sondaki sürprizli final bu konuda bir şeyleri açıklıyor ama hastaneden kaçma sahnelerinde olduğu gibi nerede ise James Bond becerileri taşıyan bir karakter pek de inandırıcı olamıyor; özellikle de sondaki açıklama ile bu becerilerin nasıl oluştuğu izah edilebilmenin epey uzağına düşüyor.

Amerikalıların “arc word” dedikleri türden bir ifade olan “Tom Stewart killed me” cümleri ile tanınan Bert I. Gordon’ın 1960 yapımı korku klasiği “Tormented” filmine referansları olan filmde yaratıcılarının hikâyeyi neden özellikle 1960’lı yılları seçerek anlattığının açıklaması muhtemelen o dönemdeki tedavi yöntemlerinin bugünün seyircisi için korku atmosferi yaratmaya daha uygun olması olsa gerek. Filmin oyunculuk açısından da sıkıntıları var. Genç kuşak oyuncularından Amber Heard, Danielle Panabaker veya Mamie Gummer gibi isimler vasatı ancak aşan oyunları ile filme pek de katkı sunamamışlar gibi görünüyor ve sanki daha çok sadece “slasher” türü filmlerin alamet-i farikası olan genç kızların birer birer ortadan kaldırılmasına görsel katkı sağlamaları hedeflenmiş gibi duruyorlar. Yine de Carpenter’ın filmi “Saw” serisi türü saçmalıkların ele geçirmiş göründüğü korku türüne yeni bir soluk getirmese bile en azından klasik dili ile ilgi çekebilir.

(“Koğuş”)