Shadows – John Cassavetes (1958)

“Neden hep bunu yapıyoruz, etrafta dolaşıp kadınları ayartmaya çalışıyoruz?”

1950’lerin New York’unda Afrikalı Amerikalı biri kadın ikisi erkek üç kardeşin hikâyesi.

John Cassavetes’in yazıp yönettiği, ABD yapımı bir film. Çekimleri 1957 yılında gerçekleştirilen, 1958’de gösterime giren ve 1959’da yeni eklenen çekimlerle son halini alan, Amerikan bağımsız sinemasının tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen film “Beat Kuşağı” olarak adlandırılan yıllarda geçen ve doğaçlama yöntemi ile çekilen bir çalışma. 40 Bin Dolar olduğu söylenen çok kısıtlı bütçesi Cassavetes’in arkadaşlarından ve halktan topladığı bağışlarla bir araya getirilen film kurgusu, çekim koşulları, doğaçlama ile oluşturulan diyalogları ve teknik kadrosu ve oyuncularının büyük bir bölümünün Cassavetes’in tanıdıkları olması nedeni ile tam anlamı ile bağımsız bir çalışma. İlişkiler ve ırk farklılıkları üzerine bir “hikâye” anlatan film iki erkek kardeşin müzisyen olması nedeni ile bir caz filmi de aynı zamanda. Sinemanın kendine has yönetmeninin bu ilk yönetmenlik çalışması sinemaya yeni bir soluk getiren, elbette belki de herkese göre olmayan, belgesel yaklaşımı ile kurguyu bir araya getiren çok farklı bir sinema eseri.

Film 1958 yılında gösterime girdiğinde sinema seyircisinden aldığı olumsuz tepkiler nedeni ile Cassavetes 1959’da hem yeni sahneler çekmiş hem de yeniden kurgulamış mevcut çekimleri ve yeni sahneler için Robert Alan Aurthur da katkı sağlamış senaryoya. Doğaçlama o denli yoğun ki filmde jenerikte oyuncuların adı “yazarlar” olarak geçiyor ve bu tarza alışık olmayan seyircilerin dikkat çeken bir kısmı ilk gösterime girdiğinde sonunu beklemeden salonu terk etmişler. Sıkı bir prova yapmış oyuncular çekimler öncesi doğaçlamalar için ve filmi bugün farklı ve önemli kılan unsurlarından biri olmasını sağlamışlar bu yöntemin. Örneğin filmin başlarında üç erkek arkadaşın bir cafede oturan kadınlarla arkadaşlık kurmaya ve onları “ayartmaya” çalıştığı sahne kesinlikle “gerçek” yaşamdan bir bölüm gibi görünüyor ve el kamerası sık sık yakın planlarla yüzlere odaklandığı halde bu gerçeklik duygusu hep korunuyor. Filmin kapanışında “Seyrettiğiniz film bir emprovizasyondur” diyecek kadar yöntemini vurgulamış Cassavetes ve ortaya bu yaklaşımın en parlak örneklerinden birini koymuş. 16 mm’lik bir el kamerası ile çekilen filmde dış sahneler de bu emprovizasyonun mizansen karşılığı ile oluşturulmuş adeta. Yetkililerden herhangi bir izin alınmadan çekilmiş dış sahneler ve hem bu nedenle hem de kullanılan teknik teçhizatların kapasitesi ile özellikle seste kimi sıkıntılar da yaşanmış. Ne var ki tam da bütün bunlar filme sıkı bir çekicilik kazandırmışlar ve ortaya kesinlikle kayda değer bir sonuç çıkmış.

Herhalde sinema tarihinin en “bağımsız” filmlerinden biri bu; sadece yukarıda belirtilen durumlar değil, tüm bir mizansen anlayışı da destekliyor bu yargıyı. Sık sık yakın planlara başvuran Cassavetes “serbest” bir sinema dili aklınıza ne getiriyorsa tam da onu tercih etmiş görünüyor. Tüm karakterlerin kendilerini canlandıran oyuncularla aynı adları taşıdığı filmde kamera oldukça serbest hareket ediyor örneğin. Açılış sahnesinde çılgın tempolu bir caz müziği eşliğinde bir kulüpte eğlenenleri gösteren kamera, ortamın yarattığı sıkışıklığı o derece iyi yakalıyor ki kameranın temsil ettiği seyirci olarak biz de o ortamın karmaşasını aynen hissediyoruz içimizde. Metropolitan müzesinin dışında üç arkadaşın tartışmalarına tanık olduğumuz sahne de benzer bir şekilde, doğaçlama diyalogların da katkısı ile yönetmenin adeta hiç müdahale etmeden kamera ile oyuncuların arasına karıştığı bir serbest mizansenin örneği olarak çıkıyor önümüze. Özellikle bu sahne, serbestlik ifadesinin dağınıklık kelimesi de eklenerek açıklanabileceğini kanıtlıyor ama olumsuz anlamda bir dağınıklık değil burada söz konusu olan; aksine gerçeklik duygusunu ve doğallığı ortaya çıkaran olumlu bir anlamı var dağınıklığın burada. Aynı şekilde serbestliğin yanına uçarılığı da koymak gerekiyor. Kadının iki erkekle birlikte parka gittiği sahne örneğin, bir Fransız Yeni Dalga filminin uçarılığını çağrıştırıyor bize ve Truffaut’nun 1962 yapımı “Jules et Jim – Unutulmayan Sevgili” filminde görseniz hiç yadırgamayacağınız kadar bu sinema anlayışının öncü izlerini taşıyor.

Tıpkı iki karakterinin caz müzisyeni olması gibi filmin mizanseni de bir caz melodisi havası taşıyor ve oyuncuların doğaçlama diyaloglarını bu bağlamda müzisyenlerin sololarına benzetmek de mümkün; ama burada bu sololar bir yetenek gösterisinin değil, karakterlerin kendi bireysel varlıklarının dışavurumunun örnekleri oluyorlar daha çok. Kendine özgü küçük mizah anlarının da yaratıldığı filmde oyuncular da cazın yaratıcı serbestliğinin izlerini sürmüşler. Üç Afrikalı Amerikalı kardeşi canlandıran Ben Carruthers, Hugh Hurd ve Lelia Goldoni üçlüsünden özellikle Carruthers bu serbestliği en çarpıcı ve çekici şekilde sergileyen isim olmuş görünüyor ama diğer iki oyuncu da onun kadar katkı sağlıyorlar filme kesinlikle. Onlara, kadına aşık olan karakterlerden birini canlandıran ve yönetmen Nicholas Ray’in oğlu olan Anthony Ray’i de eklemek gerekiyor; oyuncu özellikle yakın planlarda yüzünü karakterinin hizmetine o denli etkileyici bir şekilde veriyor ki ağzından çıkan her söz, her mimik kendinizi gerçek hayatın içinde hissetmenizi sağlayacak kadar bir sahicilik duygusu yaratıyor.

Venedik Film Festivali’nde Eleştirmenler Ödülü’nü kazanan ve Cassavetes’in yönetmen, senarist ve – Maurice McEndree ile birlikte- kurgucu olarak çalıştığı gibi küçük bir sahnede aktörlük de yaptığı filmde üç kardeşi canlandıran oyunculardan sadece birinin gerçekte siyah olmasını da yönetmenin “kuralsızlık” yaklaşımının bir sonucu olarak görebiliriz rahatlıkla. Evet, kuralsızlık; çünkü Cassavetes bu film ile yönetmenlik kariyerini başlatırken Hollywood sinemasının tüm kurallarından (ve kalıplarından) uzak duruyor ve yeni bir dil, yeni bir soluk getiriyor sinemaya. Dolayısı ile ne oyuncuların deri rengi önemli oluyor gerçekten ne de dış çekimlerde sokaktaki halkın filmin karakterlerinden birine bazen tanık olduğumuz bakışı rahatsız ediyor onu. Kardeşlerden birinin müzisyenlik hayatındaki mücadeleleri veya kız kardeşin üç ayrı ilişkisi bir araya geldiğinde Hollywood’un kurallarına uygun bir hikâye de oluşturmuyor bu nedenle ve zaten amaçlanmıyor da bu. Bu film o döneme, o şehire ve o karakterlere ait kimi anları gösterirken bize, başarısını özgür bakışından, sahiciliğinden, doğallığından ve tazeliğinden alıyor, hikâyesindeki dramatik öğelerden değil. Oysa dramatik öğeler hiç yok da değil filmde: örneğin Anthony Ray ile Lelia Goldoni arasındaki ilişki doğuşu, gelişmesi ve bitişi ile sıkı dramatik anlara kaynaklık eden bir içsel gerilim içeriyor. Ne var ki bunu o denli doğal ve sahici kılıyor ki Cassavetes bir sinemasal dram değil, bir gerçek hayat dramı olarak izliyoruz olan biteni.

Zaman zaman parçalı (yeterince bütünleşmemiş) gibi görünen ve kaotik olarak da nitelendirilebilecek film “yeterince olgun bir dil”i olmaması ve “amatörlüğü” ile de eleştirilebilir belki ama tüm bunların filme ek bir boyut sağladığını da atlamamak gerekiyor. Erich Kollmar’ın görüntü yönetmenliğinin de serbest havasını desteklediği bu film sinema tarihinin önemli çalışmalarından biri ve farklılığı ile de görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

(“Gölgeler”)

A Child is Waiting – John Cassavetes (1963)

“Normal nedir? Normallik göreceli bir durumdur. Einsteinlarla dolu bir dünyada olsaydık, ne kadarımız zeki görünürdü? Sizin kaderinizi ne tür bir ölçü ile ölçmelerini isterdiniz… ya da zekânızı ve ihtiyaçlarınızı?”

Zihinsel engelli çocuklar için açılan bir okulu yöneten bir psikiyatrist, okula müzik öğretmeni olarak gelen bir kadın ve okuldaki çocuklardan birinin hikâyesi.

Senaryosu Abby Mann tarafından yazılan, yapımcılığını ünlü sinemacı Stanley Kramer’in üstlendiği ve yönetmen koltuğunda John Cassavetes’in oturduğu bir A.B.D. yapımı. Yönetmenlik kariyerinde sadece on iki sinema filmi olan Cassavetes ile kendisi de bir yönetmen olan Stanley Kramer arasında çekim boyunca süren anlaşmazlık kurgu aşamasında Cassavetes’in kovulmasına neden olmuş ve bunun sonucu olarak da yönetmen filmi “sahiplenmemişti”. Yapımcının müdahalesi, filme onu ticarî sinemaya yaklaştıran bir duygusallık getirirken, öte yandan onu çekici kılan belgesel havasının da zedelenmesine neden olmuş görünüyor ve bu durum da yönetmenin gösterdiği hassasiyeti haklı kılıyor. Yine de ilginç bir film bu ve oyuncularının tümünden aldığı parlak performanslar, hikâyenin odağındaki çocuğu canlandıran Bruce Ritchey dışındaki tüm çocuk rollerinin gerçekten zihinsel özürlü olan çocuklar tarafından canlandırılması ve Cassavetes’in bu oyuncuları duygusal bir sömürüye düşmeden ve belgesel gerçekçiliğini aratmayan bir şekilde kullanma başarısı göstermesi filmi görmeye değer kılıyor. Kimi anlarında bir parça didaktik görünebilir ama sinemanın “güzel insanların muhteşem maceraları”nı anlatan onca eserinin yanında doğru ve farklı bir yerde duran ve “çekici” olmadığı için ihmal edilen bir konuyu ele alan önemli bir film bu.

Filmin dört baş oyuncusu ve hikâyesi okuldaki tüm çocukların hikâyelerinin adeta sembolü olan Reuben karakterini canlandıran Bruce Ritchey’nin performansları hikâyeyi seyre değer kılan en önemli kozlarından biri filmin. Okulun yöneticisi rolündeki Burt Lancaster, müzik öğretmeni olarak okula gelen ve Ritchey’in karakteri ile aralarında özel bir bağ oluşan Judy Garland, Ritchey’in annesi rolündeki Gena Rowlands ve babasını oynayan Steven Hill hikâyenin -Kramer’e rağmen kısmen de olsa korunmuş olan- belgesel gerçekçiliği havasına uygun oyunculuklar sergilerken, Hollywood’un klasik döneminden Judy Garland’ın karakterine yakıştırdığı ürkek duygusallık özellikle dikkat çekiyor. Hikâyede yer alan tüm özürlü çocukları özenle ve akıllıca kullanmış Cassavetes ve onların “performans”ı ile filmin profesyonel oyuncularınınkini ustaca kaynaştırmayı başararak, filme büyük bir katkı sağlamış. Yönetmenin yapımcı ile kavgasının sonucu açısından bakarsak, Kramer’in müdahalesi özellikle Garland’ın performansını ve onun karakterinin merkezde olduğu sahnelerin duygusallığını öne çıkarmış dememiz gerekiyor ve bunun zaman zaman Cassavetes’in kafasındaki ile uyuşmadığı açık; çünkü yönetmen hikâyesini kolayca düşebileceği duygusallık tuzağından ve bir “acıların hikâyesi” olmaktan uzak tutmaya çalışmış kesinlikle. Bu nedenle filme aslında zarar da veren bir çelişki var göz ardı edilemeyecek; ne var ki bu zararın filmi çok fazla hırpalamadığını ve hatta zaman zaman her seyircnin hissedebileceği özdeşleşme ihtiyacına bir karşılık ürettiğini bile söylemek mümkün.

Açılış jeneriğinde çocukların çizdiği resimler ve onların sesinden duyduğumuz bir şarkı ile karşılıyor bizi film ve sonra hikâyenin odağındaki Rueben’in okula geldiği güne ve babası tarafından orada “terk edilişi”ne tanık oluyoruz. Finalde bir benzeri tekrarlanan bu sahne filme iyi ve ilginç bir giriş sağlıyor. Rueben gibi “normal” olanın hemen sınırında olan ve bu nedenle durumu daha zor olan bir çocuğu hikâyenin merkezine koymakla doğru bir seçimde bulunmuş senarist Abby Mann çünkü onun anne ve babasının çocuklarının durumuna verdikleri tepkiler hikâyenin sorumluluklarla ilgili derdinin iyi bir göstergesi oluyor. Üniversite mezunu ve maddî durumu iyi olan bir annenin, çocuğunun durumu karşısında çaresiz kalıp pes etmesi ile okuma yazması bile olmayan yoksul bir annenin savaşçılığını karşılaştırıyor örneğin hikâye ve seyircinin de karakterlerin (hem çocukların hem ebeveynlerinin) içinde bulunduğu koşulları dikkate almasını sağlıyor. Rueben karakterine nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda psikiyatrist ile müzik öğretmeni arasında çıkan çatışma, iki yıldır gelmeyen annesini bekleyen çocuk, çocukların şükran günü temalı gösterisinin de (bu sahnede çocuklardan müthiş bir performans almış Cassavetes ve filmin genelinde hemen her zaman yüksek bir düzeyde seyreden mizansenini konuşturmuş kelimenin tam anlamı ile) aralarında olduğu pek çok an önemli öğesi var filmin. Zihinsel özürlü yetşkinlerin koğuşuna yapılan bir ziyaret (bu sahnede Cassavates de oyuncu olarak görünüyor) ve müsamerede okunan şiir gibi etkleyici sahneleri de eklemek gerekiyor filmin başarılarına.

Çocukları sevgi ile boğmanın değil, onlara kendi başlarını dik tutabilmelerini sağlayacak beceriler kazandırmanın peşinde olan psikiyatristin çabasının karşısına, okula harcanan parayı yüksek ve çocukların durumunu düşündüklerinde de gereksiz bulan eyalet görevlilerini çıkarıyor hikâye ve burada kapitalizm ile faşizmin zihinsel ortaklığının altını çiziyor. Zihinsel engellileri yok eden faşizm ile onlara harcanan paranın üstün zekâlı çocuklara ayrılmasının daha doğru olduğuna inanan pragmatik kapitalizmin kardeşliğinin iyi bir sembolü bu ve kimi doğrudan politik filmden çok daha fazlasını söylüyor kamu hakları ve kamu varlıklarının kullanımı konusunda burada hikâye bize.

Kusurları ve çelişkileri olan ama yine de görülmeyi hak eden bir Cassavetes filmi bu ve bu önemli sinemacının az film çekebilmiş olmasının sinemaseverler için ne kadar talihsiz bir durum olduğunu da hatırlatıyor bize. Özetle, görülmesi gerekli “bir siyah-beyaz yarı-klasik”.

(“Bekleyen Çocuk”)