Black Sunday – John Frankenheimer (1977)

“Biliyorsun; 30 yıldır cinayet işliyorum, katlediyorum. Başardığım ne? Aynı dünya, aynı savaşlar, aynı düşmanlar, aynı arkadaşlar ve aynı kurbanlar”

ABD başkanının da katılacağı bir spor müsabakasına zeplinle saldırmayı planlayan Kara Eylül örgütü üyelerinin ve onların eylemini durdurmaya çalışan Amerikalı ve İsrailli güvenlik güçlerinin hikâyesi.

Asıl olarak Hannibal Lecter serisi ile tanınan Thomas Harris’in ilk romanı olan, 1975 tarihli “Black Sunday” adlı kitaptan uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Ernest Lehman, Kenneth Ross ve Ivan Moffat’ın yazdığı ve yönetmenliğini John Frankenheimer’ın üstlendiği film 1970’lerde epey moda olan “felaket filmleri” türüne de göz kırpsa da, temel olarak gerilimli ve politik bir macera anlatıyor seyirciye. Harris’in, Kara Eylül Örgütü’nün 1972 Münih Olimpiyatları sırasında İsrail kafilesine karşı düzenlediği ve sonuçta toplam 17 kişinin (İsrail kafilesinden 5’i sporcu olan 11 kişi, 1 Alman güvenlik görevlisi ve Kara Eylül’ün 5 üyesi) ölümü ile sonuçlanan eylemi televizyonda izledikten sonra yazmaya başladığı romanın bu uyarlaması Amerikan sinemasının geleneği olan test gösterimlerinde çok beğenilmiş ama gişede beklenen patlamayı yapamamıştı. Özellikle son bölümlerinde heyecan ve gerilim dozu oldukça yüksek olan hikâye ilk yarısında (hatta ilk 40 dakikada seyrettiğimiz baskın, patlama ve denizde takip sahnelerine rağmen) sıkı bir gerilim atmosferini yeterince yaratamamasının doğurduğu problemi yaşıyor ve bu nedenle hedeflediği noktaya ulaşamıyor. Karakterlerin seyirciyi hikâyeye bağlayacak kadar derinleştirilmemesi gibi bir problemi de olan film buna karşılık, eski usul aksiyonlardan ve gerilim hikâyelerinden hoşlananlar için -politik içeriği sorunlu olsa da- çekici olabilecek bir çalışma.

12 Kasım’da Beyrut’ta başlayıp, 8 Ocak’ta Miami’de Superbowl maçı (ABD’de düzenlenen ve Amerikan Futbol Ligi şampiyonunun belirlendiği maç) sırasında sona eriyor hikâye. ABD’de çok ses getirecek bir eylem yaparak Amerikan halkının ilgisini Filistin davasına ve halkına yapılanlara çekmeyi hedefleyen Kara Eylül örgütünün üyeleri ile tanışıyoruz öncelikle. Onaların eylemine bir de eski bir Amerikalı subay katılacaktır. Vietnam’da savaşırken esir düşen ve altı yıl boyunca çok küçük bir hücrede tutulan bu askerin ne politika ne de Filistin ile bir ilgisi vardır; aklî dengesini yitirmiş olan adamın tek amacı kendisini askerî mahkemede yargılayan ve evliliğinin bitmesine neden olduğuna inandığı ABD’den kişisel intikamını almak için intihar ederken yanında mümkün olduğunca çok Amerikan vatandaşını götürmektir. Söz konusu intihar eylemi için Superbowl finali seçilmiştir ve Amerikan başkanı da maçı seyretmek için orada olacaktır. Onların bu eylemini durdurmak içinse Amerikan güvenlik örgütü İsraillilerle iş birliği yapacaktır.

Beyrut’ta geçen bazı dış sahnelerde (aslında Fas’ın Tanca şehrinde çekilmiş bu sahneler) kameraya bakan meraklılar gibi -anlaşılan kurguda halledilememiş- bir problemi olan ve John Williams’ın müziklerinden sağlam bir destek alan filmin hikâyesi politik açıdan bakıldığında, sorunlu bir içeriğe sahip. Nefretin ve öldürmenin sadece karşı tarafın da aynı tepkiyi vermesine neden olacağını ve bunun da sonsuza kadar sürecek bir savaş demek olduğunu vurgulayan hikâye bu bakımdan barışçı bir mesaja sahip ama bu mesajı hikâyenin baş kahramanlarından biri olan İsrailli bir duyarlı güvenlik görevlisi söylüyor. Hatta arkadaşının “Sorun şu ki sorunun iki tarafını da görmeye başladın. Bu hiç iyi değil” sözleri ile uyardığı adam sonuçta İsrailli bir istihbaratçı ve kariyerini “teröristler”in peşinden giderek onları öldürmek üzerine kurmuş. Hikâyenin başlarında onun “vurması gerekirken”, bir kadını öldürmemesi hiç gerçekçi değil elbette ama sonuçta barışçıl bir mesajın sahibini İsrailli yapma çabasının sonucu bu. Senaryonun Filistinlilerin acısına hiç değinmeden, savaşın “anlamsızlığı” iddiası ile yetinmeyip, tek barış mesajını İsrailli karakter üzerinden vermesi ana akım bir Amerikan filmi için beklenir bir durum olsa da, eleştirilmeye engel değil bu yaklaşım. İsraillinin örgüt üyeleri hakkında bilgi almak için Mısırlı diplomatı köşeye sıkıştırma becerisini de yine aynı bağlamda değerlendirmek gerekiyor şüphesiz.

Beyrut ile Miami arasında Los Angeles, Washington ve Long Beach’e de uğrayan filmde ABD ve İsrail iş birliğini de “terörizme karşı ortak savaş”tan çok, ABD’nin Filistin meselesinde her zaman İsrail’in yanında taraf tutması ile açıklamak gerekiyor. Kaldı ki senaryonun İsrailli resmî görevlilerin ABD toprakları içinde bize gösterildiği kadar rahat cirit atıp operasyon yapabilmesini -Kara Eylül İsraillilere karşı eylem yapsa da, burada durdurulmaya çalışılan saldırı ABD topraklarında ve Amerikalılara karşı- oldukça normal bir durum olarak göstermesi de bu açıklamayı destekliyor. Hikâyenin İsrail yanlısı tutumuna son bir örnek olarak, Kara Eylül’ün öldürdüğü bir İsraillinin tabutunun batan güneş fonunda hüzünlü karelerle gösterilmesini ekleyebilir ve tüm bunların terörist kadının “geçmişteki acılar”ına değinilmesi ile dengelenemeyeceğini söyleyebiliriz.

Good Year’ın bolca reklamının yapıldığı film yukarıda sıralanan problemlerine rağmen John Frankenheimer’ın becerisi sayesinde özellikle ikinci yarısında kendisini ilgi ile izletmeyi başarıyor. Miami caddelerindeki sahnede kalabalığın zaman zaman olan biteni film izler gibi izlemesi ve Kara Eylülcüler sivilleri rahatça katlederken İsrailli adamın rehin alınan bir sivili çatışmanın göbeğinde teselli etmeye zaman ayırması gibi problemlere rağmen kesinlikle seyirciyi heyecanlandırmayı ve elinde tutmayı başarıyor Frankenheimer. Stadyumda geçen tüm final de kesinlikle etkileyici,; gerçek görüntülerle hikâye çok iyi kaynaştırılmış bu bölümde ve 80 bin kişilik figüran kadrosu çok iyi değerlendirilmiş. Saldırı aracının bir zeplin olması hikâyeye orijinal bir boyut kazandırdığı gibi yönetmen de bu avantajı ustalıkla kullanmış ve keyifli sahnelere imza atmış sık sık. Başrol oyuncularından Robert Shaw ve Bruce Dern’in kendilerinden bekleneni karşıladığı ve karakterlerini inandırıcı kıldığı, Marthe Keller’ın ise kendisine hiç uymayan bir rolde zorlanmış göründüğü film 1970’lerin politik boyutu olan gerilim ve aksiyon hikâyelerinin en parlak örneklerinden biri değil ama özellikle teknik açıdan elde edilen başarı ile ilgi çekiyor.

(“Kara Pazar”)

52 Pick-Up – John Frankenheimer (1986)

“Evet bayım, çok para kazanan pek çok kişi gibi senin de paran yok!”

Karısı politikaya atılmak üzere olan bir iş adamının sevgilisi nedeni ile şantaja uğramasının hikâyesi.

Elmore Leonard’ın aynı adlı romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosu Leonard ve John Steppling tarafından yazılan filmi John Frankenheimer yönetmiş. Sadece iki yıl önce aynı yapımcılar (Menahem Golan ve Yoram Globus) tarafından “The Ambassador” adı ile de sinemaya uyarlanan romanın bu kadar kısa bir süre içinde beyazperdede tekrar hayat bulması hayli ilginç bir durum. İlk uyarlama epey başarısız bir çalışma olmuştu; bu film ise ondan epey üstün olsa da -ve diğerinin politik saçmalıklarından muaf olsa da- yeterince tatmin edici değil bir gerilim ve polisiye filmi olarak. Kıyafetleri, saç modelleri ve synthesizer müzikleri ile tam bir 80’ler nostaljisi yaratan film kimi zaman ucuza kaçan bir erotizme de sahip. Elmore Leonard’ın “ucuz roman”larına yakışan havası ile dikkat çekebilecek olan film hedeflediği kadar eğlendiremese de ve heyecan yaratamasa da türün meraklılarının ilgisini toplayabilir yine de.

Vatkalı kıyafetler, döneme özgü saç modelleri ve Gary Chang imzalı “klavyeden her türlü havaya uygun melodi yaratılabilir”i kanıtlayan müzikler; evet bu bir 1980’ler filmi. Reagan’ın ABD başkanı olduğu dönemin havasına uygun olarak, aldatan ve aile kurumunu zor duruma düşüren bir erkeğin cezalandırılmayı hak ettiği temasına uygun hareket eden ve yine tam da aynı nedenle erkeğin sonuçta bir kahramana dönüşerek aileyi kurtardığı hikâye temel olarak, şantaj yapılan adamın kendisine şantaj yapanları birer birer ortadan kaldırmasını anlatıyor bize. Bunu yaparken sadece üç kötü adamını değil, onlarla ilişkili ve filmin erotizminin kaynağı olan iki kadını da cezalandırıyor hikâye ki bu kadınlar “ahlâksız” işleri nedeni ile hak ediyorlar bu sonu elbette! Kahramanımızın kimileri pek de ikna edici bir gerçekçiliğe sahip olmayan farklı sahnelerde hikâyenin kötü karakterleri ile yüzleşmesi üzerinden hem eğlencesini hem gerilimini üretmeye çalışan filmin doğrudan ahlâkçı bir içeriği olduğunu söylemek iddialı olabilir bir parça ama sonuçta kötüler hak ettiği cezayı bulur, günah işleyen erkek ailenin reisi olarak üzerine düşeni yaparak evliliğini kurtarır ve karısı da onu affeder ifadesi ile özetlenebilecek bir finali olan filmin en azından ahlâkçılığa göz kırptığını söyleyebiliriz rahatlıkla.

Hikâyenin kötüleri ile eğlendirici olmaya da çalışmış film ama kimi zalimliklerinde o denli ileri gidiyorlar ki eğlendirmekten çok rahatsız ediyorlar seyirciyi. John Glover’ın Clarence Williams ile birlikte filmin oyunculuk açısından en iyisi diye özetlenebilecek bir performansla canlandırdığı (ama sık sık da abartıya başvurduğu) çete reisi, zalim bir siyah adam ve fazlası ile tipik bir eşcinsel karakter olarak çizilen ortaklarından oluşan çeteyi ortadan kaldırırken, hikâyenin kahramanımızın elini kana bulamayacak bir şekilde hareket etmesi filmin en doğru tercihlerinden biri olarak görünüyor ki hikâyenin eğlendirici yanlarından biri de bu. Sonraları Quentin Tarantino filmlerinde daha etkileyici örneklerini göreceğimiz kimi diyaloglar da filme keyif katıyor açıkçası ama filmin temel sorununu aşabilmesine yardımcı olmuyor bu başarı. Film bir türlü vasatın yeterince üzerine çıkamıyor eğlence ve gerilim alanlarında. Bunun da temel nedeni sanırım, filmdeki karakterlerin de yaşadıklarından pek çok sahnede yeterince etkilenmemiş bir biçimde hareket ediyor olmaları. Bir başka ifade ile söylersek, onların yeterince ciddiye almamış göründüğü bir durumdan biz de doğal olarak fazla etkilenmiyoruz. Roy Scheider’ın kimi sahnelerdeki abartılı duran performansının arkasında da sanki bu ciddiye almama durumu var gibi ve filmi iyi olan değil kötü olanlar ayakta tutuyor bu nedenle.

Gary Chang’ın bazı sahneler için hayli hafif kaçan müziğinin de pek yardımcı olmadığı hikâyede adamın sinemaya giderek kötü adamla yüzleşmesi gibi pek çok sahne hikâyede inandırıcılık sorunu yaratırken kimi diğer sahnelerde de film yaratmaya çalıştığı gerilimini kendisi yok ediyor tuhaf bir şekilde. Tüm bu kusurlarına rağmen film yine de keyif verebilir pek çok seyirciye. Sert sahneler, kimi parlak diyaloglar, Roy Scheider ve Ann-Margret’in varlığı, ucuz da olsa erotizmi ve özellikle hayli sadist bir cinayeti ile film seyircisinin ilgisini ayakta tutabilir.

(“Şantaj”)

Ronin – John Frankenheimer (1998)

ronin“Soru yok. Cevap yok. Bizim işimiz böyle. Bunu kabul eder ve işini yaparsın”

Eski bir CIA ajanının farklı grupların peşine düştüğü gizemli bir çantayı ele geçirmek için katıldığı bir ekip ile yaşadıklarının hikâyesi.

İlk senaryosunu J.D. Zeik’in yazdığı ama jenerikte adı Richard Wiesz olarak verilen David Mamet’ın bu senaryoya epey bir el attığı ve John Frankenheimer’ın yönettiği bir Amerikan – İngiliz – Fransız ortak yapımı. Tamamı Fransa’da çekilen ve güçlü kadrosu ile öne çıkan film iyi bir aksiyon olarak sınıflanabilir özetlemek gerekirse. Robert De Niro ve Jean Reno’nun başarılı ve uyumlu oyunları ile sürüklediği film çekimlerde seksen arabanın hurdaya çıkarılmış olmasının da kanıtı olduğu gibi hızlı, pahalı ve heyecandan kaçınılmamış hali ile dikkat çekiyor. Ne var ki hikâyenin bir süre sonra rayından çıktığı ve tüm o takip, kaçma ve kovalama sahnelerinin yorucu olmaya başladığı da bir gerçek.

İrlandalılar, Amerikalılar, Ruslar, Fransızlar… tümü içinde ne olduğu seyirciye hiç söylenmeyen gizemli bir çantanın peşinde hikâye boyunca. Film birbirlerini tanımayan beş adamın bir kadının çağrısı ile bu çantayı ele geçirmek için bir araya gelmesi ile başlıyor ve sonrası silah seslerinden, arabalı takip sahnelerinden, patlamalardan, ihanetlerden, cesetlerden vs. başınızı alamayacağınız bir şekilde geliyor. Elia Cmiral’ın duduk ile çalınan çok güzel tema parçası ve başarılı müziği eşliğinde anlatılan bu hikâye başta Paris ve Nice olmak üzere şehirleri ve dar sokakları ile tarihi Fransız kasabalarını da tüm koşuşturmalar için akıllıca ve etkileyici bir biçimde kullanıyor. Bu açıdan başta yönetmen John Frankenheimer, görüntü yönetmeni Robert Fraisse ve kurgucu Antony Gibbs olmak üzere tüm teknik ekip sıkı bir takdiri hak ediyor. Buna karşılık bir türlü duracağı noktayı bulamamış gibi hikâye; takip sahneleri uzadıkça uzuyor ve çok iyi çekilmiş olsalar da bir süre tekrara düşüldüğü hissini yaratıyorlar, örneğin tüm film boyunca arabanın önünden son anda kaçan yayalar gibi çekimleri hep bunu daha önce görmedim mi duygusu ile izlemeye başlıyorsunuz, çanta defalarca el değiştiriyor vs. Senaryonun ilk hali nasıldır bilmiyorum ama anlaşılan David Mamet’ın el atması da filmin bu ciddi kusurunu örtmeye yetmemiş.

Filmin adını aldığı Ronin, Japonya’da efendisiz kalmış (ve bu nedenle de gözden düşmüş) samuraylara verilen bir isim. Şık bir isim bir film için ve herhalde hikâyenin baş kahramanı, Robert De Niro’nun canlandırdığı Amerikalı için düşünülmüş ama onu ne kadar doğru tanımladığı tartışmalı bu ismin. Bu durum bir yana, filmin bu Amerikalı kahramanı kimi kusurlarının da kaynağı aslında. Tüm ekibin “en cesur, en güçlü ve en zeki” üyesi o ve film bunu vurgulamak için gereksiz pek çok sahneyi de karşımıza getiriyor. Hele ekibi toplayan kadınla bir araba içindeki hayli sakil duran bir yakınlaşma sahnesi var ki tüm yapaylığı ile sanki filme “o ana kadar unutulan ve ondan sonra da hiç hatırlanmayan” aşkı yedirebilmek için çalakalem yazılmış gibi duruyor. Kahramanımızın cesaretini gösteren narkozsuz operasyon sahnesi ise kalkıp Amerikan cesareti için alkış tutmanız için çekilmiş herhalde. Tüm bunlara hiç ihtiyacı yokmuş oysa filmin. Sonuçta De Niro ve Jean Reno karakterleri arasındaki uyum iyi, heyecan fazlası ile var ve teknik başarı ortada; bu gereksiz “milliyetçilik” sadece komik kaçıyor en hafif ifade ile söylersek. Bunun yerine, açılıştaki gibi, alçak gönüllü bir gerilimi başarı ile yaratan sahneler daha fazla yaratılabilseymiş, sadece De Niro’nun neden lider olması gerektiğini vurgulama amacı taşıdığı anlaşılan silah satın alma sahnesi hiç olmasaymış ve Jean Reno’nun karakteri bu derece silik çizilmeseymiş keşke.

Hikâyenin bir de etik problemi var aslında: O çanta içinde buna değer bir şey var mıdır bilmiyorum ama “kahramanlarımız”ın sokak ortasında, pazar yerinde veya kalabalık turistik bölgelerde çatışmaya girmekten, arabaları masum insanların üzerine sürmekten vs. hiç çekinmemeleri çok ilginç gerçekten. Filmimiz “sıradan” insanları böyle rahatça harcamakten nedense hiç çekinmemiş. Kusurlardan devam edersek, özellikle De Niro’nun aksiyon sahnelerindeki dublör kullanımının açıkça belli olduğunu veya son sürat giden ve tehlikeli bir takip sahnesinin parçası olan arabada yolcu koltuğunda oturan adamın emniyet kemerini takmayı nedense sahnenin sonuna doğru akıl etmesi gibi örnekleri de hatırlatmış olalım.

Katarina Witt’in de buz pateni dansçısı olarak yer aldığı filmde De Niro senaryo avantajından da yararlanarak işini iyi yapıyor, Reno ise senaryonun hemen hiç yardımcı olmadığı rolünde yapabileceğinin en iyisini yapıp De Niro ile uyum yaratan bir ikili oluşturmayı başarıyor. Sonlardaki diyaloglar belki de bu ikili için bir devam filmini ima eder içerik de olsa da böyle bir şey gerçekleşmemiş ama yine de sinema için çekici bir ikili yaratılabilirmiş bu karakterlerden. Stellan Skarsgård, Jonathan Pryce, Skipp Sudduth, Michael Lonsdale, Sean Bean ve Natascha McElhone gibi oyuncuların da güçlendirdiği kadronun genel olarak işini yaptığı film, arabalı takip sahnelerinin meraklıları için sadece bu sahneleri ile bir hazine değerinde olsa gerek. Hikâyenin gittikçe sarkması, karışık hale gelmesi vs. bu meraklıların çok da umurunda olmasa gerek. Belki bu filmi seyretmek için en ideal bakış da budur: Heyecanın tadını çıkar, hikâyeyi çok da umursama. Sonuçta her karesi teknik açıdan başarılı bir film var karşımızda ve Fransız kasabalarının sokaklarında son sürat giden arabalardan etkilenmemek aksiyona en uzak duran için bile pek mümkün görünmüyor.

Birdman of Alcatraz – John Frankenheimer (1962)

“Bana çok uzun bir zaman önce söylediğin bir şeyi asla unutmayacağım: “Nasıl davranman gerektiğini düşünüyorsak, ona uyacaksın”. Ve 35 yılda bu düşüncenden bir milim ayrılmadın. Mahkumlarının dışarıya bir kukla gibi ve senin dayattığın değerlerle, senin uyum anlayışın ile, senin istediğin davranış alışkanlıkları ve hatta senin ahlak anlayışın ile çıkmalarını istiyorsun. İşte bu yüzden bir başarısızlık örneğisin Harvey, sen ve tüm hapishane sistemi; çünkü mahkumların hayatlarındaki en önemli şeyi, kişiliklerini çalıyorsun onlardan”

İşlediği cinayet nedeni ile müebbet hapse mahkum olan bir adamın hapishane avlusunda bulduğu bir serçeye gösterdiği ilgi ile bir kuş uzmanına dönüşmesinin hikâyesi.

Amerikan sinemasının 60’lı yıllardan gelen bir klasiği. Hollywood’un ustalarından John Frankenheimer’ın yönettiği film Thomas E. Gaddis’in gerçek bir karakteri anlattığı kitabından Guy Trosper tarafından sinemaya uyarlanmış. Baş oyuncusu Burt Lancaster’ın bu hayli uzun (147 dakika) filmin hemen her anında göründüğü ve karakterinin yıllarca süren hikâyesini ustalıklı bir şekilde canlandırdığı hikâye Hollywood’a özgü bir problemi –gerçekleri sinemaya yumuşatarak veya daha doğru bir deyişle çarpıtarak aktarmak- bir kenara bırakılırsa özellikle de klasik sinemadan hoşlananlar için görülmesi gerekli bir çalışma.

Robert Franklin Stroud 1909’dan öldüğü 1963 yılına kadar tam 54 yıl kalmış cezaevinde. Thomas Gaddis’in onun hapishane hayatını anlattığı ve 1955’de basılan kitabı sinemaya ise Stroud’un ölümünden bir yıl önce bu film ile aktarılmış. Aktarılırken de hayli popüler olan kitabın çok eleştirilen bir yanı da perdeye aynen taşınmış. Stroud’un gerçek hayattaki hapishane arkadaşları onu kavgacı, uyumsuz ve problemli olarak tanımlarken romanda/filmde karşımıza çıkan asi ve inatçı ama iyi bir insan. Senaryo işlediği ilk cinayeti, pazarladığı bir hayat kadınını döven bir adamı öldürmesini, diyaloglar aracılığı ile anlatırken de adamın kadın ticareti diye özetleyebileceğimiz mesleğinden de hiç söz etmiyor. Bu ve benzeri kimi hususlara Hollywood alışkanlığı diyerek geçersek, Trosper’ın senaryosu ve Frankenheimer’ın yönetmenliğinin sonucu tam anlamı ile ustalık dolu bir klasik film olarak tanımlanabilir. Çoğunlukla kapalı ve hücre gibi küçük alanlarda geçmesine rağmen Frankenheimer filminin nefes almasını sağlıyor –gerçi bu başarı filmin aslında diyaloglar dışında asıl derdi olarak görünmeyen, adamın özgürlüğünü ömür boyu yitirmiş olması duygusunu zayıflatıyor- ve bu uzun filmin bir yağ gibi akıp gitmesini sağlıyor. Tam elli dört yılını bir saniye sonra ne olacağını bilerek kapalı bir alanda yaşamak zorunda olan adamın hikâyesi Amerikan sinemasının sevdiği türden bir başarıyı anlatıyor; içinde bulunduğu olağanüstü zor koşullara, mahkumların kişiliklerini yok ederek onları tek tip bir “kuklaya” çevirmeyi hedefleyen bir ceza sisteminin en üst derecede tecridi de içeren koşullarına rağmen bir adamın hiç bilgisinin olmadığı bir konuda sadece kendi çabası ile nerede ise bir bilim adamı olacak derecede ilerleyişini, kuş hastalıkları üzerine çok popüler olan bir kitap yazmasını ele alıyor. Kahramanımız kuşlarla ilgilenmek için gerekli koşullar elinden alındığında ise Amerikan cezaevi sistemlerinin tarihini ele alan bir kitap yazmaya da girişiyor üstelik. Amerikan tarihinin önemli isimlerinden biri özetle Stroud ve normalde çok daha fazla ilgi gösterilecek ölümü ise hemen bir gün sonra John Kennedy’nin bir suikast sonucu ölümü nedeni ile deyim yerindeyse arada kaynamış.

Senaryonun öne çıkan olumsuz bir yanı daha var açıkçası: kahramanımızın hayatını yazan romancı rolündeki anlatıcının zaman zaman araya girmesi ve hatta filmi açıp kapatanın da onun sözleri olması. Evet arada önemli bilgiler veriyor bu dış ses ama bu bilgilerin hikâyenin kendisine yedirilmesi ve dış sesten vazgeçilmesi çok daha doğru olurmuş. Lancaster’ın üzerine bir şey daha eklenmesi mümkün görünmeyecek derecedeki nerede ise mükemmel oyununun yanında, senaryodaki diğer önemli karakterleri canlandıranlar da hayli parlak performanslar veriyorlar. Karl Malden, Telly Savalas, Betty Field ve bir annenin çocuğuna duyduğu aşırı sevginin nelere yol açabileceğini kısa rolüne rağmen ustalıkla anlatan Thelma Ritter da Lancaster gibi takdiri hal etmişler oyunculukları ile. Elmer Bernstein’in tam da böyle bir filme yakışacak klasik esintili müziği ve Burnett Guffey’in keyifli siyah-beyaz görüntüleri de filmin artılarından. Bu ustalara Frankenheimer’in zaman zaman başvurduğu küçük teknik oyunlarla (kahramanımızın hücredeki sarhoşluğu ve hapishane isyanı bölümlerinde olduğu gibi eğik kamera açılarının kullanımı örneğin) sade bir zenginlik kattığı mizanseni bu filmin hak ettiği kimi artık klasikleşmiş anları da içeriyor. Lancaster’in hücresinde kuşları ile ilgilendiği tüm anlar ama özellikle ilk serçesi ile olan ilişkisini gösteren kareler, karısı ile bir camın ardından vedalaşmaları ve hapishane müdürü Karl Malden ile Lancaster’in son yüzleşmesi gerçekten çarpıcı. Hapishanedeki isyan bölümü için ayrıca bir parantez açıp Frankenheimer’in filmin asıl odağında olmayan ve hikâyenin genel havası ve temposunun dışında kalan bu bölümü abartmadan ama kesinlikle etkileyici bir ekonomik sinema anlayışı ile çektiğini de eklemek gerek. Lancaster’in yıllar boyunca hapishanede kendisi de bir dönüşüm geçiren karakterini (yıllarca nerede ise baş başa oldukları gardiyanına ilk kibar sözlerini tam 12 yıl sonra söyleyen birisinden söz ediyoruz) nasıl hayata geçirdiği bile filmi görmek için tek başına yeterli bir neden ama bu film çok daha fazlasını vaat eden ve vaatlerinin tümünü de tutan türden bir eser. Bir klasik.

(“Alcatraz Kuşçusu”)