Save the Tiger – John G. Avildsen (1973)

“Evet. Cole Porter şarkılarındaki kızı istiyorum. Cotton Club’da Lena Horn’u görmek istiyorum. Billie Holiday’i zarif ve yumuşak bir şekilde şarkı söylerken dinlemek istiyorum, parfüm kokusunu yok etmeyen o yağmurda yürümek istiyorum. Bir şeye aşık olmak istiyorum. Herhangi bir şeye. Sadece bir fikre. Bir köpeğe, bir kediye. Herhangi bir şeye”

Orta yaş krizine giren ve sahibi olduğu şirket bir finansal kriz içinde olan bir adamın hayal kırıklıkları ile mücadele etmeye çalışmasının ve gençliğindeki basit hayatını özlemesinin hikâyesi.

Steve Shagan’ın orijinal senaryosundan John G. Avildsen’ın çektiği bir ABD yapımı. Shagan Hollywood’da senaryosu ile ilgilenecek bir yapımcı ararken bir yandan da bir romana da dönüştürmüş eserini. Gençliğinin basit günlerini özleyen ve modern toplumun ve düzenin zorlukları ile baş edemeyen bir adamın mücadelesini anlatan filmdeki rolü ile Jack Lemmon Oscar ödülünü kazanmıştı ve açıkçası oyuncunun standart ücretini düşürerek, gişede başarılı olma potansiyeli çok da yüksek görünmeyen bu filmde neden oynadığını anlamak hiç de zor değil. Oyuncuya geniş bir performans alanı sağlayan senaryonun kendisine sunduğu olanağı çok iyi değerlendiriyor Lemmon ve dört dörtlük bir oyunculuk gösterisi sunuyor bize. Yönetmen Avildsen onun şovuna her türlü fırsatı sağlayan, düz ama yumuşak mizanseni ile filme -yönetmen olarak kendisini hissettirmeyen- bir katkı sağlarken film en büyük çekiciliğini karakterinden alıyor. Başarılı senaryo yardımcı karakterler açısından zengin bir resim çizerken bu rollerdeki oyuncuların başarısı da filme önemli bir katkı sağlıyor. Hikâyenin kahramanının “bunalım”ını içinde yaşadığı düzenle (adını da koyalım, kapitalizmle) pek ilişkilendirmemesi, özlemini duyduğu “masumiyet”in yitip gitmesinde bu düzenin payını pek gündeme getirmemesi ve “modern dünyanın materyalizmi”ni dile getirmek ile yetinmesi ise -bir Hollywood normali olsa da- eksikliği filmin.

Hollywood için düşük bir bütçe ile (yaklaşık 1 milyon dolar) çekilen film gişede beklendiği gibi pek başarı gösterememiş. Lemmon’ın kazandığı Oscar’ın yanısıra, ortağını canlandıran Jack Gilford’un da yardımcı oyuncu dalında bu ödüle aday olduğu film bir başka adaylığını da orijinal senaryo dalında almasına rağmen, seyirciye sinema perdesinde genç ve güzel insanların yerine orta yaşlı bir adamın bunalımını seyretmek pek çekici gelmemiş anlaşılan. Oysa hikâyesi hayli dolu ve her ne kadar senaryo daha çok bir birey üzerinden ilerlese de aslında daha büyük bir şeyler anlatan bir film bu. Üstelik bu hikâyeyi zenginleştiren, daha da güçlendiren Jack Lemmon gibi bir kozu var. Kendisini “iyi bir vatandaş” olarak tanımlayan ve giyim sektöründe kendi koleksiyonlarını tasarlayarak üreten ve bunları büyük mağazalara satan bir firmının da iki ortağından biri kahramanımız. Şirketin finansal durumu nedeni ile hesaplarla oynamışlar bir parça ve ne bankalardan kredi alabiliyorlar ne de denetime girmelerine neden olacağından iflaslarını isteyebiliyorlar. Bu sırada kahramanımızın sigortadan para alabilmek için başvurmayı düşündüğü yöntem filmi bir “ahlâkî sorgulama” hikâyesi de yapıyor bir bakıma.

Kabaca bir buçuk gün içinde geçiyor hikâye ve dolu dolu geçen bu sürede kahramanımızın üst üste gelen problemleri halletmeye çalışmasını, bir yandan da bu problemlerin tetiklediği orta yaş krizinin altında ezilmesini izliyoruz. Lemmon’ın filmde defalarca ünlü beyzbol oyuncularından ideal bir takım oluşturma hayalini kurması çocukluğun ve gençliğin yitirilen masumiyetini tekrar yakalama arzusunun bir sembolü olarak kullanılıyor. Adamın hayli dokunaklı bir sahnede beyzbol oynayan çocukların arasına karışmaya çalışması ama net bir dille “haddinin bildirilmesi” ve sonuçta uzun uzun onları uzaktan seyretmekle yetinmek zorunda kalması da yine aynı duygunun bir göstergesi olurken, bu sahnede kahramanımız ile çocukları (ve oyun alanlarını) ayıran çit de bir aşılamazlığı somut olarak işaret ediyor ve etkiliyor seyirciyi.

Adını kahramanının bir sahnede bağış yaptığı “Save The Tiger – Kaplanı Kurtar” adlı ve kaplanların yaşam alanlarını korumak için çalışan bir yardım fonundan alan filmde (1995 yılında gerçekten de bu isimle bir fon kurulmuş) adamın karşısına çıkan “özgür ruhlu otostopçu genç kız” bir kaçamak fırsatı yaratıyor belki ama asıl olarak ona kendi nesli ile kızınki arasındaki uçurumu hatırlatıyor ve bu nedenle yalnızlığını ve bunalımını daha derinleştiriyor sadece. Son zamanlarda sık sık gördüğü kâbuslardan ter içinde uyanması nedeni ile karısını da endişelendiren (kısa rolünde harika bir oyunculuk sergiliyor Patricia Smith bu rolde) adamın etrafındaki her şey “dökülüyor” bir bakıma. Örneğin açılış sahnesinde televizyonda ciddi bir haber sunan adamın hemen arkasından bir köpek mamasının reklâmını yapması, finansal sıkıntılarını bilen mafyanın yüksek faizle borç vermek için ona yanaşması (ve hatta borç alması için onu zorlaması), şirketindeki yaşlı kesimci ile genç tasarımcının sürekli çatışmaları ve sıradan bir iş haline gelen kundakçılık gibi olgular aslında filmin işaret ettiğinden de daha büyük bir şeyi gösteriyor bize. Ne var ki senaryo bu “politik” sulara pek girmemeyi tercih ediyor ve tüm bu skıntıların temelinde sadece “değişen dünya” veya “eski ile yeninin çatışması” gibi nedenlerin değil aslında toplumsal ve ekonomik düzenin de yattığını doğrudan söylemiyor bize.

Bol konuşmalı olan ve bu bağlamda bir oyundan uyarlanmış havası taşıyan film belki özel bir sinema diline sahip değil ve yönetmen Avildsen düz bir anlatımı tercih ediyor (sonuçta sinemanın yaratıcı ustalarından biri değil zaten bu yönetmen) ama filmin dinamikliğine engel olmuyor bu durum. İçinde fırtınalar koparken günlük hayatın problemleri ile baş etmeye çalışan adamı oynayan Lemmon başta defile öncesindeki konuşma sahnesi ve fahişenin yanında kalp krizi geçiren satın almacı adam ile ilgilendiği sahne olmak üzere göründüğü her anda (ki filmin hemen tüm karelerinde var) hikâyeyi omuzlanıp yürüyor ve kendisine hayran bırakıyor performansı ile ve onun bu performansı da filme ayrı bir değer katıyor. Lemmon’ın varlığı ile kendisini hissettiren acı bir mizahı da var filmin. Örneğin porno filmler gösteren bir sinema salonunda buluşulan kundakçı ile seyredilen “Denmark Speaks” adlı film 1970’li yıllarda hayli moda olan İskandinav usulü “seks belgeselleri”ni hatırlatırken, karakterlerin “seks konuşmaları” ile tam bir zıtlık içinde olan “suç konuşmaları” yapmaları ve bu arada pek tekin görünmeyen ama işinin ehli tam bir profesyonel olan suçlunun sürekli “perdeye bakın” diye uyarması hayli eğlendirici.

Marvin Hamlisch’in kahramanımızın karakterine ve hayatına hayli uygun düşen, caz havalı müziğinin de dikkat çektiği film sinemanın en hüzünlü görüntülerinden biri ile sona ererken, hikâye “peki çözüm ne?” sorusunu sormamayı ve cevabının peşine düşmemeyi tercih ediyor. Bu bağlamda değerlendirince, filmin yılgın ve karamsar olduğunu ve kahramanı ile birlikte bize de bir teslimiyeti işaret ettiğini söylemek gerekiyor. Karısının adama Fransa’da yıllar önce yaşadığını düşündüğü olağanüstü tatili aslında sadece altı yıl önce yaptıklarını söylemesindeki kadar hüzünlü bir hikâye bu ve Lemmon’ın olağanüstü performansı ile bu hüzün hayli koyu bir şekilde sarıyor bizi. Böyle olunca da Lemmon ile birlikte okyanusun kenarında ufka bakmaktan başka bir şey kalmıyor yapabileceğimiz. Görüntü yönetmeni James Crabe’in çelişkileri yakalayan özenli çalışmasını da övelim son olarak ve filmi görülmesi gerekenler arasına yerleştirelim gönül rahatlığı ile.

(“Kaplanı Kurtar”)

Joe – John G. Avildsen (1970)

“Polisler bir keş öldürdün diye bir şey yapmazlar. Bir keş öldüren bir tane daha öldürür. Polisler niye bir şey yapsın ki? Onların işini yapıyorsun”

Uyuşturucu bağımlısı kızının satıcı erkek arkadaşını öldüren zengin bir iş adamı ve bu cinayeti takdir eden bir fabrika işçisinin hikâyesi.

Daha sonraları “Save the Tiger” ve özellikle “Rocky” ile ün kazanan John G. Avildsen’in ilk dikkat çeken filmi. Orijinal bir senaryoya dayanan film Hollywood’un liberal yıllarından esintiler taşıyan ve hippilerin, uyuşturucunun, siyah ve feminist hareketlerin ve kimi radikal akımların iyice görünür bir duruma geldiği Amerikan toplumunda “Joe” karakteri üzerinden sıradan Amerikalıların değişen dünyalarına tepkilerini getiriyor perdeye. Peter Boyle’un çarpıcı bir biçimde canlandırdığı Joe karakterini belki fazla göze batan bir biçimde sembol olarak kullanan film, ünlü oyuncu Susan Sarandon’ın da ilk filmi olmak gibi bir özelliğe sahip.

Açılış jeneriğinde sürekli görüntüde olan ve Amerikan bayrağının renkleri ile yazılmış olan JOE kelimesi ile ilk kareden itibaren film, baş karakterinin Amerika’nın kendisi olduğunu söylüyor bize. 70’lerin sonlarında ABD’de iktidarı ele geçiren Yeni Sağ düşünceye oy verenlerin genel eğilimini yansıtan bir karakter Joe; zencilere sosyal yardım yapan federal devlete, zencilere, eşcinsellere, solculara ve liberallere sürekli söylenen, bunların “temizlenmesi” gerektiğine inanan ve kendi yoksulluğunun sorumlusu olarak devletin bu “ötekilere” yaptığı sosyal yardımları gören bir adam o. Filmin 1970’de çekildiğini düşünürsek, hikâyenin Amerikan toplumunda yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan muhafazakârlığın sinemadaki ilk yansımalarından biri olduğunu söylemek de mümkün. Filmin gösterildiği sinemalarda seyircilerin önemsiz olmayan bir kısmının finalde Joe’nun yaptıklarını alkışladığını ve filmin gösterime girmesinden kısa bir süre önce yaşanan gerçek bir olayın filmin finali ile hayli benzerlik gösterdiğini ve bu olaydaki suçlunun da Amerikan halkından destek aldığını düşününce Norman Wexler’in senaryosunun oldukça doğru sularda gezindiğini söylemek gerek. Filmdeki şiddetin halk tarafından alkışlanması baş rol oyuncusu Peter Boyle’u o denli rahatsız etmiş ki ünlü “The French Connection” filminde Gene Hackman’a Oscar kazandıran baş rolü bile reddetmiş. Boyle’un karakterinin temsil ettiği ve adına sessiz çoğunluk denen kitlenin sadece o dönemde değil aslında her zaman bu şekilde var olduğunu unutmamak gerek elbette. Hangi toplumda adına bu sessiz çoğunluk denen ve işte ülkemizdeki gibi kolaylıkla bir güçlü muhafazakârın peşine düşecek bir kitle yok ki ve hangi toplumda bu kitle bir takım insanları ve grupları “öteki” olarak görüp en azından düşüncesinde yok etmeye çalışmıyor ki?

Joe Vietnam’daki savaştan kaçanları aşağılayan, İkinci Dünya Savaşı’nda Japonları temizlemiş olmakla gurur duyan, evinde Amerikan bayrağı olan ve “American Bar & Grill” adında bir barda içkisini içen bir karakter. Peter Boyle olağanüstü bir oyunla bu fazlası ile sembollerle bezenmiş karakteri inanılır ve elle tutulur kılıyor ve finalde çığrından çıkan işlerin de yadırganmamasını sağlıyor seyirci tarafından. Boyle’un oyununa eşi rolündeki ve ilk sinema filminde oynayan K Callan ayak uyduruyor ama zengin adam rolündeki Dennis Patrick bir parça abartı katmış oyununa ve yönetmenin zumlardan kimi sert kamera hareketlerine tercihleri de bunun üzerine eklenince zaman zaman rahatsız ediyor oyunu ile. Aslında ilk cinayet sahnesinde olduğu gibi Avildsen’ın kimi kurgu ve mizansen anlayışının bugün oldukça eskimiş göründüğünü de söylemek gerek. Örneğin cinayet sahnesinde üst üste bindirilen görüntüler ile sergilenen şiddet 70’lerin Yeşilçam filmlerinde göreceğiniz türden gereksiz vurgular içeriyor. Genel olarak Avildsen’ın film için seçtiği şarkılar da hikâyenin altını fazlası ile çizen içeriğe sahip olmaları ile yönetmenin dozu kaçmış vurgularına örnek oluşturuyorlar. Bu durum başta Jerry Butler’ın söyledikleri olmak üzere bu şarkılardan keyif almayı engellememeli ama. Sonuçta 1970’den gelen sıkı rock şarkılarından söz ediyoruz.

Hikâyenin ilginç noktalarından biri ötekilerden nefrette ve intikam alma duygusunda iki farklı sınıftan adamı bir araya getiriyor olması. Biri yoksul bir işçi, diğeri zengin bir iş adamı olan bu iki karakterin güçlerini birleşerek yaşadıkları toplumu temizlemeye soyunmaları, 1981’de 12 yıl için iktidarı Demokratlar’dan alan Cumhuriyetçileri destekleyen iki kesimin, yüksek vergilerden şikayet eden zenginlerin ve filmde Joe karakteri ile temsil edilen ve “ötekilere” yapılan sosyal yardıma itiraz eden beyaz ve yoksul/alt-orta sınıf Amerikalıların, iş birliğini temsil ediyor sanki. Bu iki farklı sınıfın, özellikle biri diğerini içten içe küçümser ve diğeri de onu kıskanırken, ortak bir düşman için bir araya gelebilmelerini başarı ile sergiliyor hikâyemiz ve bu tespiti ile de takdiri hak ediyor. Çarpıcı ve beklenmedik bir trajik yanı olan finali ile parlak bir kapanış yapan bu film tarihte yaşanan kimi hikâyeleri hatırlatması ile de önemli aslında. Çoğunluğun “Joe” olduğu bir toplumda, yöneticiler bu gururu incinmiş, öfkeli ve milliyetçi/muhafazakâr kitleyi tüm faşizan emellerine alet edebilirler Hitler’in yaptığı gibi. Bugün eskimiş görünse de ve hikâye yukarıda bahsettiğim tüm temaların altını yeterince dolduramamış olsa da ve açıkçası Avildsen filme pek bir yaratıcılık ekleyememiş olsa da görülmesinde yarar olan bir film “Joe”. (Not: Film çekildikten 5 yıl sonra, 1975’te gösterime girmiş Türkiye sinemalarında. Bu tarih ise hayatımıza giren televizyonun etkisi ile seyircinin sinemadan elini ayağını çektiği ve sinema sahiplerinin de “sokaktaki yetişkin seyirciye” hitap eden erotik filmlerin peşine düştüğü yılların başlangıcı sayılır. Bu nedenle olsa gerek ki “Joe” bizde “Tatmin Olmayanlar” gibi oldukça kışkırtıcı bir isimle gösterilmiş!)